
Londra Çağırınca
5 dk
İngiltere ve Çekya, Euro 1996 hatırlanınca akla gelen ülkelerin başında. Ama futbolun beşiğindeki turnuvaya dair Türkiye'nin de anıları var. Hem de bazıları kişisel...
Aktüel dergisinde çalışıyorum, 1995 yaz sonu. Bir plaj voleybolu turnuvası, gitmişken de bir haber yapmak amacıyla Alanya'dayız. Akşam turunda bir kafede, ne zamandır görmediğim İbrahim Altınsay'a rastlıyorum, muhabbet sırasında diyor ki "Bizim arkadaşların şirketi A Milli Takım'ın ulaşım sponsoru, ben sana maç davetiyesi bulurum, ayarla gel, Euro 1996'yı İngiltere'de beraber seyredelim." Aklımın bir köşesine yazıyorum bu güzelim teklifi.
Lig sonu büyük bir mücadele var ve o meşhur maçta Fenerbahçe, Trabzonspor'u Avni Aker'de Oğuz Çetin ve Aykut Kocaman'ın golleriyle 2-1 yenerek şampiyon oluyor. Sonrasında Altan (Tanrıkulu) aracılık ediyor, bu iki isimle söyleşi yapıyorum. İkili, isim vermeden sorunlu bir yönetici profili çiziyor ve bu profil Ali Şen. Nihayetinde Çetin ve Kocaman'la yollar ayrılıyor, gerekçelerden biri de benim söyleşi. Aktüel'deki büyüklerim de bu röportajımdan dolayı beni bir tür prim kabilinden Euro 1996'ya yolluyor.
Türkiye tarihinde ilk kez bu turnuvada yer alıyor, ben de ilk kez bir büyük turnuvanın yolunu tutuyorum. On günlük bir serüven… Merkez üssüm Londra, maç günleri de iki kez Nottingham'a, bir kez de Sheffield'a gidiyorum. Yolculuklar daha önce Leeds United'ın şampiyonluk (1991-92) belgeselinde gördüğüm, Cantona ve diğer takım arkadaşlarının yolculuk ettiği ilginç tasarımlı otobüslerle yapılıyor. İlk randevu olan Hırvatistan maçına giderken genç bir hostes, yolculara yardımcı oluyor, Portekiz maçı yolculuğunda ise görevli değişmiş, genç bir erkek var bu kez. Çay verirken muhabbet gelişiyor, İngilizcem yeterli değil ama derdimi anlatıyor, onunkini de anlıyorum. İsmi Roger. Huyumdur, kelimelerle (İngilizce de olsa!) sürekli oynarım. Roger'ın bir cümlesi üzerine Secrets and Lies diyorum, o da "Bu bir film, biliyor musun?" cevabını veriyor, "İzledim" diye devam ediyorum, o da "Ben o filmde figürandım" diyor. Konuşma başka bir boyuta geçiyor; aslında sinema yazarı olduğumu söylüyorum, birkaç film üzerine laflıyoruz. Bu arada Kenneth Branagh'ın öğrencisi, Kate Winslet'in sınıf arkadaşı çıkıyor Roger. "Sinema işi olmadığı zamanlar bu tür işlerle hayatımı kazanıyorum" diyor. Önceki hostes de kız arkadaşıymış ve o da sinema eğitimi alıyormuş. West Ham taraftarı, çevredeki kimi Türklerin üzerindeki formaları göstererek "Bak, bunlar da West Ham'lı" diye espri yapıyor. "Yok onlar Trabzonsporlu" diyerek meseleye açıklık getiriyorum.
Maç dönüşü Abdullah'ı (Ercan) kast ederek "Blondie Türk mü?" diyor, "Evet, çok klas bir sol ayaktır" açıklamasında bulunuyorum. Son maça da aynı otobüste gidiyoruz, yolculuk sırasında laflarken "Bizim takımın en yeteneklisi Sergen Yalçın" diyorum, "Tamam, gözüm onda" diyor ama Danimarka karşısında Terim, Sergen'i sahaya sürmüyor, Roger da onu izleyemiyor!
Portekiz maçı sonrası rahmetli Savaş Ay'a rastlıyorum, "Takımın işi bitti, ben memlekete dönüyorum, bir şey diyor musun?" diye soruyor, "Selam söyle abi, ben şu Danimarka maçını da izleyeyim bakalım" cevabını veriyorum. Danimarka maçına giderken Sheffield'da stada yakın bir yerde rahmetli Cenk Koray'ı görüyorum, etrafını gurbetçi hayranları sarmış. Hırvatistan mücadelesinde stadın dörtte üçü Türk taraftarlarla doluydu, Portekiz karşılaşmasında yarı yarı sayılırdı, son maçtaysa bizimkiler ancak bir tribünü doldurmuş, dörtte üçü Danimarkalı taraftarlarınındı ve bayrak sallayan çok sayıda çocuk vardı. Sonradan anlaşıldı ki onlar da iddia taşımayan bu maça ilgi göstermemişler, biletler civar okullardaki minik İngilizlere verilmiş, onlar da bu jeste Danimarka bayraklarını sallayarak cevap veriyordu. Bu arada son maçın ardından Türkler çok acıkmış, yörenin sakinleri de bu fırsatı kaçırmayarak kimi yiyecekiçecek dükkânlarını açmıştı. Açılan yerlerde de gözde ürün 'fish and chips'ti. Türkler sırada şakalaşırken biri, arkadaşına Mustafa Keser'den mülhem, o dönemin en ünlü repliklerinden birini söyledi: "Alo, ne koyim?" Sheffield'da böyle bir cümle duymak, tuhafıma gitmişti o zamanlar…
Sondan bir gün önce de Londra'da Sabah gazetesi okuyan birine rastlıyorum, "Kim ki bu?" diyorum ve yanına gidiyorum; yakınlarda kaybettiğimiz Selahattin (Duman) Abi. "Ne yazıyor gazetede?" diye laf atıyorum, önce bir heyecanlanıyor, sonra da "Yav, Allah kahretmesin sen misin, ödümü kopardın" diyor, muhabbet ediyoruz.
İşin futbol yanı: Üç maç, sıfır gol ve sıfır puan; neyse ilk seferin günahı olmaz! Benim içinse Londra'yı keşfetmek bir zevk. Leicester Square'deki sinemalarda Trainspotting, From Dusk Till Down, Things to Do in Denver When You're Dead, Fargo gibi filmleri izlemem, Swiss Centre yakınında dolaşan Reiziger, Kluivert ve Blind'e rastlayıp dayanamayıp "Ooo, Danny Blind" diye seslenmem, onun da "Yes" diye cevap vermesi, Trafalgar'da İskoç taraftarların arasına katılıp dolaşmam, Earl's Court'taki küçük pansiyonda konaklama faslım, West End'deki kitapçılarda geçen zamanlar, 'Mind the Gap' uyarıları ve 'This station Piccadilly Circus, next station Green Park' anonsları eşliğinde metro yolculukları, Lillywhites'ta saatlerce forma, tişört, flama bakma, İbrahim Altınsay ve sevgili eşi Gülengül'le Meksika lokantası buluşmaları…
Bir de sinema hatırası; Londra'daki ilk filmimi Leicester Square'daki Odeon Sineması'nda izliyorum. Aldım bileti, ön sıralar daha ucuz (yedi pound'du galiba) ki canıma minnet, ben zaten önden izlerim. Geçtim içeri, yer gösterici karşıladı, şık bir üniforma var üzerinde. Ben cepten bir pound çıkardım, bahşiş vereceğim. Gösterdi yerimi, hafifçe gülümsedi ve dönüp gitti. Benim el, avucumda bir pound'la havada kaldı. Neyse, bozuntuya vermeden oturdum yerime. Sonra baktım kimse vermiyor. "Demek ki" dedim, "örf ve adetleri böyleymiş!"
Velhasıl futbol İngilizlerin beklentilerinin aksine (Almanya kazandı) evine dönmedi ('Euro 96'nın sloganı 'Football Comes Home'du ve Baddiel, Skinner & Lightning Seeds'in seslendirdiği Football's Coming Home adlı güzel bir tema şarkısı vardı) ama benim açımdan ancak özetini nakledebildiğim bu serüven çok güzel geçti.