
Lütuf ve Lanet
4 dk
Fransa’da doğan bir dev, Amerika’nın eğlence anlayışını nasıl değiştirdi? HBO belgeseliyle yeniden gündem olan Andre the Giant’ın hikâyesine davetlisiniz.
Andre Roussimoff, yalnızca birkaç yüz kişinin ikamet ettiği Fransa’nın Molien kentinde büyük hayallerin peşinden koşamayacağının farkındaydı. Küçük yaşta babasına çiftlik işlerinde yardım ederken bir yandan da futbol sahalarında top koşturuyordu. 15 yaşına geldiğinde ragbiye merak salıp tüm o itiş kakışa karşı koyabilmek için bir spor salonunun gediklisi oldu. Salonun diğer müdavimleri ise buralarda ‘Amerikan Güreşi’ olarak nam salmış sporu icra eden güreşçilerdi. Birkaç yıl sonra çalan bir telefon, sadece Andre’nin hayatını değil aynı zamanda profesyonel güreşin kaderini de değiştirdi.
Geçtiğimiz aylarda HBO’da yayınlanan Andre the Giant belgeseli, son yılların en başarılı spor yapımlarından birine dönüştü. Orada da detaylandırıldığı gibi henüz 17 yaşında boyu 2.08’i bulan Andre, 170 kiloya yaklaşmış ve gücünü fark etmeye başlamıştı. Paris’teki önemli hobilerinden biri, arkadaşlarının küçük ebattaki arabalarını kaldırıp sokağın başka bir köşesine koymak olmuştu. Zamanla bakışları üzerine çekmeye başladı. İlk sahne adı olan ‘Geant Ferre’, 'Yüzyıl Savaşları’nda destansı bir hikâyeye konu olmuş Fransız halk kahramanından geliyordu. Yurt dışına açılması uzun sürmedi. Kuzey Afrika ve Avrupa’da sahne aldı. Japonya’da ‘Canavar Roussimoff’ adıyla görenleri büyüledikten sonra Kuzey Amerika’daki ilk maçına ‘Jean Ferre’ mahlasıyla Montreal’de çıktı. Minneapolis’te ‘Dev Fransız’, Detroit’te ‘Polonyalı Dev’ adlarıyla ünlenen Andre, kalıcı lakabını ise Chicago’da buldu: ‘Andre the Giant’ (Dev Andre).
1970’lerde 30’u aşkın bölgesel güreş federasyonuna sahip ABD’deki güç savaşlarında kazananı Andre belirleyecekti. New York’ta Vince McMahon’la sözleşme imzaladı ve daha sonra oğul Vince McMahon’la birlikte ulusal bir hâkimiyete ulaşacak imparatorluğun baş mimarlarından biri oldu. 1980’lerde kablolu yayınlar vasıtasıyla tüm ülkeyi saran Dünya Güreş Federasyonu (bugünkü kısaltmasıyla WWE) çılgınlığının ilk simgesiydi.
Her ne kadar boyu 2.24 olarak listelense de aslen 2.16 civarıydı. Yine de 200 kiloyu aşkın cüssesiyle her gittiği şehirde ilgi odağı olmayı başarıyordu. Profesyonel güreş bir mübalağa çölüyse, Andre the Giant gerçeğe dönüşmüş bir masal kahramanıydı. Nam saldığı bir diğer konu da alkol tüketim kapasitesiydi. Defteri 24 bira ya da dört şişe şaraptan açan Andre, günde ortalama yedi bin kalorilik alkol alıyordu. Hatta meslektaşı Ric Flair’a göre bir gün tam 106 birayı midesine indirmişti! The Princess Bride'da rol arkadaşı olan Cary Elwes, bunun basit bir sebebi olduğunu düşünenlerdendi: “İçiyordu, çünkü acı içindeydi.”
Tüm o ışıltılı mitlerin arkasında, Andre acı çekiyordu. Akromegali adı verilen, aşırı büyüme hormonu üretimine bağlı bir anomaliye sahipti ve devasa kalıbının, orantısız vücut ölçülerinin nedeni buydu. 1981’de bir gösteride ayağı kırılana dek hayatında hastane kapısından içeri girmediği için bu teşhis biraz geç konulabilmişti. Yine de tedavi önerilerini geri çeviriyordu. Tedavi görürse, onu özel kılan görünümünü kaybetmekten çekiniyordu. Fiziki farklılıkları onun adına hem bir lütuf hem de bir lanetti. Lütuftu çünkü WWE’nin ilk ulusal yıldızı ve en çok kazanan sporcusu olmuştu. Lanetti çünkü ömrü fazla uzun olmayacaktı.
1987’de son büyük şovu için Wrestlemania III’te ringe çıktı. Karşısında, yakın arkadaşı ve WWE’nin yeni altın çocuğu Hulk Hogan vardı. Pontiac Silverdome’da 93 bin 173 çift gözün önünde arzıendam eden ikili, 2016’ya kadar kırılamayacak bir izleyici rekoruna ulaşıyordu. Güreş, Amerikan eğlence dünyasının yeni gözbebeklerinden biri olduğunu kanıtlamıştı.
O maçla tabiri caizse meşaleyi Hogan’a tamamen teslim eden Andre the Giant, 1993’ün başında, babasının cenazesi için kaldığı Paris’teki otel odasında 45 yaşında kalp krizine yenik düştü. ‘Dünyanın Sekizinci Harikası’nın, beş binin üzerinde maça çıktığı otuz yıllık güreş kariyerini belki de en iyi özetleyen, belgeselinin yönetmeni Jason Hehir’di: “Desteden onun payına çok kötü kartlar düşmüştü ama o eli, insanların on yıllar boyunca keyif alabileceği bir şeye dönüştürdü.” Kim bilir, belki hayat dediğimiz bilinmezin yegâne gayesi de budur...