
Manje je više
24 dk
Sasa Djordjevic hiç kuşkusuz Avrupa basketbol tarihinin en popüler figürlerinden biri. Malum, yıldızlar sahada minimalist olmaz, aza tamah etmez. Peki ya az olan aslında daha fazlasıysa? Antrenör Sale anlatıyor: 2022 Fenerbahçe Beko...
Socrates için Sasa Djordjevic'le son buluşmamız Madrid'deki 2015 Final Four esnasındaydı. Fenerbahçe, tarihindeki ilk Final Four'u oynamış; koç da Sırbistan Milli Takımı'nda ikinci yılını tamamlamasının ardından bir kulüp takımında çalışmaya yeşil ışık yakmıştı. Aradan altı yıl geçti, Djordjevic üç kulüp eskitti: Panathinaikos, Bayern ve Virtus… Belki hiçbirinden kendi isteğiyle ayrılmadı ama büyük tecrübeler de kazandı. Şimdi sırada kendi deyimiyle "Doğru yerde olduğumu biliyorum" dediği Fenerbahçe var. Burası, en üst seviye...
*Manje je više: "Less is more. Az, çoktur. Az, özdür."
Koç, üzerinden yaklaşık yedi yıl geçmiş eski röportajımızı harfiyen hatırladığınızı düşünüyorum, haksız mıyım?
Tabii, tabii… Sanki daha dün gibi yaşananlar. Hatırlamasam da yanında kopyasını getirmişsin zaten. Yalnız söylemeden geçemeyeceğim; bu kapak fotoğrafında yakışıklı ve başarılı bir diplomat gibiyim. Teşekkür ederim. Dergiyi izninle alıyorum…
Madrid'deki röportajda (Socrates, Dördüncü Sayı) oyunculuk kariyerinizi konuşmuş; 1992 Partizan şampiyonluğuna, tartışmalı 1995 EuroBasket Finali'ne, Aito'yla Barça'da yaşadıklarınıza ve daha pek çok detaya değinmiştik. Bugün oyunculuktan değil ama 1980'lerin Belgrad'ından başlayalım ve antrenörlük kariyerinize odaklanalım diyorum...
Duygusal bir başlangıç olur. Ama ben eski Yugoslavya'yı konuşmayı, hatırlamayı çok severim. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yaratıcılığıyla ayakta kalan, politikayla hazırlanan yapay zemine direnen büyük ve özel bir ülkeydi. O günleri yaşayıp özlemediğini söyleyen kim varsa yalan söylüyordur.
Önceki buluşmamızın tam da Çetnik hareketinin kurucusu ve lideri Draza Mihailovic için açılan iade-i itibar davasına denk geldiğini hatırlıyorum…
Meğer geçmişte tarih kitaplarının yazdıkları gerçek değilmiş. Bize okullarda yalanları öğretmişler. Neyse ki bugün çocuklarımız daha farklı bir eğitim görüyor. Kökenimden gurur duyan bir Sırpım. Çocukluğumu Yugoslavya gibi bir ülkede geçirdiğim için şanslıyım çünkü rock ve pop kültürü hayatımızın önemli parçasıydı. Edebiyatın içindeydik. Spor kültürü de elbette daha farklıydı. 1978'de Manila'daki Dünya Şampiyonası'nda Yugoslavya'nın altın madalyayı kazandığı SSCB finalini evde izlerken 10 yaşındaydım ve babama dönüp "Ben bu adamlar gibi olmak istiyorum" demiştim. Ulaşılabilir geliyordu çünkü önümde bir yol haritası vardı. Hadi tamam, biraz da Belgrad saatiyle gece yarısı 03.00 olduğu için de babamın "Tabii, tabii yaparsın aslan oğlum" benzeri çıkışları olmadı değil… Ama konudan sapmayayım. Biz öyle bir kültürle yetiştik ki bugün bir basketbolcu "Hedefim milli formayı giymek" dediğinde o yüzden garipsiyorum. Hedefin milli formayı giymek olmamalı, ülken için bir şeyler kazanmalısın. Hedef, her daim, her şartta kazanmaktır. Bunu bir de ülken için yapabiliyorsan işte o his tarif edilemez.
Pop kültüründen bahsettiniz; Dorcol'dan ortak bir arkadaşımız 80'lerde kullandığınız Honda CR-X modelinin Belgrad'da bir ilk olduğundan bahsetmiş ve…
Çalındığını da anlatmış mıydı? Daha doğrusu şöyle: O arabayı ben ilk profesyonel kontratımla almıştım; bir süre sonra da yeni modeli çıkınca değiştirmiştim, ikinci olanı da bu kez garajımdan çalmışlardı… Öyle bir anısı vardır bende. Zaten öyle bir yerden girdik ki röportaja geçmişi hatırladıkça duygulanıyorum. Bizim gençliğimiz için semboldür Belgrad. Çok gururlu, çok onurlu bireyler olarak yetiştirildik. Tabii ki bunun hem olumlu hem de olumsuz yönü var… "Fazla gururlu" olmak sizi bir noktadan sonra ister istemez kibirli olmaya iter, egonuz büyür ve önünüzü görememeye başlarsınız. Burada devreye girecek olan arkadaşlarınız ve ailenizdir. Ben de çok sosyal bir çocuk olmanın yanı sıra aileme aşıktım. Egoma yenildim, hem de defalarca… Ama bu şehre biz "Dışarıya kaçış için anahtar" derdik. O bize iyi davrandı, biz de ona…
Demin yarıda kalan soruda aslında o dönem şehirde bir pop ikonu olmanıza değinmek istiyordum…
Belgrad seksenlerde new wave, punk rock ya da artık nasıl ifade etmek isterseniz, özetle rock & roll'dan ibaretti. Zagreb'den çıkan; mesela Azra gibi gruplar da şehir müziğini tanımlarken ön saflardaydı. Liseden en yakın arkadaşım bir kaset delisiydi ve Partizan'la kupa maçları için otobüsle seyahat ederken hep onun aldırdığı kasetleri dinlerdik. Talking Heads ve Rolling Stones şarkıları ağırlıklı olmak üzere bir liste hazırlatırdı bana; gider onu kasete çekerdim ve deplasman yolculuğuna bu şarkılarla çıkardık. Partizan'da önce takım arkadaşım daha sonra antrenörüm olan Zeljko Obradovic'in sanat dünyasından hayranları vardı; tiyatrolara, galalara hep birlikte giderdik.
Zeljko Obradovic ve Partizan'a tekrar geleceğim ama az önce babanız Bata'dan bahsettik. Belki 1970'lerde Kızılyıldız'la kazandığı şampiyonluğu ve o takımı da anmak lazım. Geçenlerde takımın yıldızı Duci Simonovic'le mailleşmiştik, sanıyorum ki son 20 yıla Jugoplastika ve Partizan'ın damgasını vurduğu Yugoslav Ligi'nde Kızılyıldız'ın son zaferiydi bu…
Evet öyle. Kızılyıldız, Federal Ligi en çok kazanan kulüp olmasına rağmen şampiyonluklarının büyük bölümü 1940 ve 1950'li yıllarda gelmiştir; 1972'deki lig zaferinde ise babamın çalıştırdığı takımda Moka Slavnic, Vladimir Cvetkovic, Dragan Kapicic, Ivan Sarjanovic, Dragisa Vucinic ve elbette senin söylediğin Duci Simonovic gibi efsaneler vardı. Ben beş yaşındayım… Ama o sezondan hafızamda çok net iki hikâye var: Birincisi, babamın antrenörlüğünde 1972'de Saporta'da final oynayıp Simmenthal Milano'ya kaybedilen maç. Neredeyse beş kişiye karşı tek savaşan dev bir uzun vardı: Arthur Kenney. Yıllar sonra ben de Milano'da yaşamaya başlayınca tanışmış, bu maçı uzun uzadıya konuşmuştuk. Bir de Duci'nin 59 sayı attığı bir Partizan maçı vardır, ki o dönem üçlük çizgisi yoktu… Babam Kızılyıldız'ın başantrenörü ben de tribünlerde bu canlı performansı Partizan atkısı ve Partizan bayrağıyla seyrediyorum. Öyle bir fotoğrafım vardı ve hatta bu kare Tempo adlı dergide basıldı. "Baba, Oğul'a Karşı" başlığıyla yayımlanmış bir makaleydi; bugün bile saklarım.

Aleksandar Djordjevic (1985, Partizan)
Peki neden Partizan?
Belgrad'ın o bölgesinde büyüdüm çünkü. Bütün arkadaşlarım, tanıdıklarım Partizanlıydı… Anne tarafım Karadağ kökenlidir mesela; onun babası yani benim dedem, İkinci Dünya Savaşı'nda ön cephelerde yer almış bir partizandı. Anneannemin örgüleri de doğal olarak siyahbeyaz olurdu. Dedem partizanken, anneannemin bana siyah-beyaz forma, atkı, bere artık ne varsa örerdi ve k.çıma tekmeyi basardı dışarı çıkıp sokakta Kızılyıldızlılara karşı kazanayım diye…
Yugoslav basketbolunda Profesör Aca Nikolic'in etkisi malum ama babanız Bata'nın da 70'lerde başta Zlatibor'daki kamp olmak üzere birçok basketbol okulunun fikir babası olduğu doğru mu?
Doğru. Hatta Yugoslavya'daki ilk mini basket maçını da organize eden babamdır. Ben bu basketbol kamplarının içinde doğdum. Sabah saatlerinde üç saat fundemental çalışır akşam yemeğinden önce de yine üç saatliğine sahada olurduk. Yemekten sonra maç yapmak zorunlu değildi ama günde üçüncü kez iki-üç saatliğine tekrar sahaya çıkan çocuklar, ileride milli takım forması giyecek oyunculardı…
Çocukluktan beri Partizan'ı desteklediğinizi söylediniz ama şunu da es geçmek istemem: Altyapıda önce Kızılyıldız forması giymenizin sebebi neydi? Partizan'dan teklif mi gelmemişti?
Belgrad'ın hangi mahallesinde büyüdüğümü ve Partizan sevgimi anlatmıştım. Babam da Belgrad doğumlu olmasına karşın Radnicki Kulübü'nün bulunduğu bölge çıkışlıdır. Biz oraya 'Crveni Krst' deriz, 'Kızılhaç' anlamına gelir. Ivkovic Kardeşler; yani Duda ve Piva oradandır, keza Ranko Zeravica… Babam da o komünün bir parçasıymış. Dolayısıyla ben de ilk etapta oraya yönlendirildim. Radnicki'de ilk antrenörüm efsane Bozidar Maljkovic'ti. EuroLeague şampiyonlukları kazanmadan önce babamın Kızılyıldız'da yardımcılığını yapacak Boza, pederin en yakınlarındandı. Radnicki de çok sevimli, çok romantik bir kulüp olsa da imkânların kısıtlılığından ötürü fazla kalamadık. Çalıştığımız salonun üstü tam kapanmıyordu, ne zaman yağmur ya da kar yağsa her yer ıslanırdı. Yeri silseniz de yeterli olmazdı çünkü hiçbir zaman dripling için yeterli kuruluğa ulaşamazdınız. Biz de o yüzden sürekli 'örme' çalışırdık… Oralardan yetişen oyuncuların sürekli 'give and go' araması biraz da bu sebeptendir. Özetle, Radnicki'nin çatıyı örtebilecek bir ekonomik gücü olmadığı için oradan çıkmamız gerekliydi; biz de antrenörlerimizi takip ederek Kızılyıldız'a gittik. Ben genç takıma katılmıştım ve A takımda çok fazla kısa boylu guard vardı. Altyapı sorumluları bir idman sonunda beni işaret edip "Djordjevic'e şans vermeyeceğiz, daha uzun boylu bir guard yetiştirmemiz gerek. A takım zaten bu boydakilerle dolu" demişti. Antrenörlerim de bana karşı dürüsttü ve bunun için minnettarım. Kızılyıldız'dan böyle bir cevap alınca babamın da yardımıyla kalbimin sesini dinleyebildim, Partizan'la imzaladım.
"Daha kalıplı bir guard almalıyız" sanırım uzun yıllar sonra Aito Garcia Reneses'in de kullandığı bir ifadeydi…
Aito'yla hikâyemiz belki iyi sonlanmadı ama bana çok şey katmıştır. "Koç beni oyuna al, sana maçı kazandırabilirim kırk sayı atabilirim" diyordum ama onun cevabı hiç değişmezdi: Menos es mas. Yani, 'Az aslında çoktur. Öz olan azdır.' Bir gün dayanamayıp "Ya hoca, gına geldi artık bu menos es mas demenden. Ne mantığı var? Beni neden az oynatıyorsun?" diye çıkışmıştım. Cevabı şu oldu: "Sale, senin 25-30 sayı atamayacağın maçlar da olacak, onlarda ne yapacağız? Takım her zaman hazır olmalı. Zamanı geldiğinde istediğin özgürlüğe kavuşacaksın, çünkü büyük bir oyuncunun sahneye çıkması gerektiği âna ihtiyaç duyacağız ama şu an zamanı değil. Sezonun bu bölümünde, takıma saygı duymalısın."
Sıram ne zaman geldi, biliyor musun? 1999 Koraç şampiyonluğunda… Estudiantes'le rövanşlı bir final oynuyorduk ve ilk maçı 16 sayı farkla kaybetmiştik. Yugoslavya'da NATO bombardımanı başlamış, duygularımın karmakarışık olduğu bir final… Efthimis Rentzias, Derrick Alston, Milan Gurovic; herkes iyi oynuyor ama Aito bana yaklaşarak herkesin duyabileceği şekilde "Sale, şu an senin liderliğine ve karakterine ihtiyacımız var. Çık ve oyna, özgür ol" dedi. Adamım Aito… Bana bunlarla gel işte. Rövanş maçını 27 sayı farkla kazandık ve şampiyon olduk. ACB'yi kazandık. Ama sezon sonunda yanıma gelip "Seninle devam etmek istemiyoruz" diyen yine Aito olmuştu. Daha kalıplı bir guard bakacaklarını söylediler; birkaç gün sonra Anthony Goldwire'la (1.85m) anlaştılar. Böyle şeyler oldukça bir sinir küpüne dönüyordum ve Barça'da kalmak istediğim sezonda onlar beni istemeyince Real Madrid'e gittim. Aito'nun beni istememesini kişisel bir mesele haline getirmiştim; aşamıyordum ki Real formasıyla Palau'da kazandığım şampiyonlukta bu motivasyon mühimdi… Bugün geriye dönüp bakıyorum da hepsi çok aşırıya kaçan bir ego kriziymiş. Samimiyetle söylüyorum bugün Aito'nun verdiği kararı anlıyorum. Hatta anlamakla kalmıyorum onun felsefesini benimsiyorum. Çünkü ego en büyük düşmandır.
Partizan'daki unutulmaz 1992 şampiyonluğu esnasında altı ay boyunca Sasa Danilovic'le küs olduğunuzu önceki röportajda da konuşmuştuk. Ama bir şeyi sormayı unuttuğumu fark ettim. Bunu o dönem kim biliyordu?
Kimse. Yani biz en azından çok uzun süre kimsenin bilmediğinden emindik.
Zeljko Obradovic'in haberi yok muydu?
Emin değilim. Zeljko çok zeki bir adam o yüzden fark etmiş olabilir. Hadi burada itiraf etmiş olayım, Sasa ile bildiğinden emin olduğumuz tek kişi Ivo Nakic'ti. Çünkü biz çok yakındık ve sürekli dalga geçiyordu. "Yakın arkadaşın Sasa'ya neden pas atmıyorsun?" ya da "Birlikte çok yakışıyorsunuz" gibi şeyler söylerdi.
Danilovic'le ne zaman barıştınız?
Bir ego hikâyesiydi yine, biliyorsun. "Yok sen bana pas atmadın, ben seni görmedim" falan filan… Saha dışında olan bir şey yoktu. İki genç horozduk. Ama Zeljko'nun koçluğunu yaptığı takımda; Profesör Aca Nikolic'in var olduğu bir sezonda, bu sıkıntılarımızı hiçbir yerde hissettirmemeye çalıştık. Takımın en önemli iki oyuncusuyduk ve hep takımın iyiliği için gayret ediyorduk. Maç içinde ben ona giderdim, o bana gelirdi. İletişim kurmaktan geri kalmazdık. Benim şutumla EuroLeague'i kazandıktan sonra da "Bu aptallığı bir kenara bırakalım" dedik ve o günden beri iki yakın dostuz. Partizan'da dargınlık olmaz…

Profesör Aca Nikolic, Zeljko Obradovic, Milenko Savovic (1992)
Koç sanki biraz olmuş gibi…
Tamam da… Şunu kastediyorum; 1992 takımı çok zor şartlarda bir araya gelmiş ve başarıya ulaşmış bir takımdır. Çoğu kişi bilmez, Zeljko'nun başantrenör olduğu yer bizim evin salonudur. Babam, dönemin sportif direktörü Kicanovic ile Zeljko'yu karşısına alarak bir fikir sunmuştu: Profesör Nikolic, Partizan'ın alt yaş takımlarını devralacak, bir yandan Obradovic'in üst seviye antrenörlüğe hazır olabilmesi için etrafında mesai verecekti. Başka biri belki bunu hiç kabul etmezdi ama Zeljko bu durumun işine yarayacağını fark ettiği için teklifi hemen onayladı. Profesör'e kalsa bu teklif asla Zeljko'ya ulaşmazdı. Kişinin alanına bir müdahale olarak görürdü...
Kamuoyu aslında büyük oranda sizin de koçluk başlangıcınızı Sırbistan Milli Takımı'yla hatırlıyor ama 39 yaşında EuroLeague'de Milano'yla antrenörlüğe adım atışınız özel bir andı… İlk maçınızda son şampiyon Pini Gershon'un Maccabi'sini ezmiştiniz; sizin bu hikâyede bir Profesör'ünüz var mıydı?
Belki Giorgio Armani diyebilirim… 2005'te artık 38 yaşına gelmiş ve Pesaro forması giyerken sezon ortasında Milano'ya geri dönmüştüm. Armani Jeans'in sponsorluğunun ilk yılıydı. Sezon sonunu çok iyi oynamış; play-off'a bir numaradan giren Ettore Messina'nın Benetton'unu eleyerek final serisinde mücadele etmeye hak kazanmıştık. Altını çiziyorum, Bay Armani'nin kulübe giriş yaptığı yıl… Finalde rakibimiz Jasmin Repesa'nın çalıştırdığı Fortitudo Bologna'ydı. Hatırlayanlar vardır; anlık geri sarma teknolojisi o dönem yeni yeni kullanılmaya başlanmıştı ve serinin dördüncü maçında Ruben Douglas'ın attığı üçlükle biz iki sayı farkla kaybettik. Hakemler sahada basketi vermemişti ama gidip televizyondan izleyince Carmelo Paternico, basketi geçerli kıldı, o da benim profesyonel basketbol kariyerimdeki son an oldu. O gün emekliye ayrıldım. Sonra…
2005-06'ya yine aynı antrenör Lino Lardo başladı ama Şubat'ta işler değişti…
Evet, Giorgio Armani'nin isteğiyle antrenörlüğe başladım. Tabii Milano'da yaşıyorum; 1990'larda antrenör Mike D'Antoni'yken çok mutlu olduğum bir dönem geçirmiş, 15 yıl sonra dönüp kariyerimi orada bitirmişim, duygusal bir bağım var… Hemen kabul ettim ama belki de bu bir hataydı. Çünkü dürüst olmak gerekirse emekli olurken aklımda antrenörlük yapmak yoktu. Yarım sezonun sonunda EuroLeague'de üst turu Olimpiakos'a kaybettiğimiz maçla kaçırdık. Bir sonraki sezon ligde ikinci olduk ama dediğim gibi biraz erkendi. Belki Milano gibi bir EuroLeague takımında değil de daha düşük seviyede bir takımda başlayabilirdim… Bilmiyorum. En nihayetinde bir buçuk yılın sonunda benimle devam etmeme kararı aldılar.
Siz de antrenörlükten iyice uzaklaştınız ki 2011'deki Benetton teklifine kadar hiç koçluk yapmadınız. Neyle meşgul oluyordunuz o sıralar?
Kızlarımın büyüme çağıydı, onların yanında olmak istedim. Aslında birçok teklif vardı ama basketboldan kaçmak istiyordum. Epey bir teknoloji işine giriştik; cep telefonları, şifre işlemleri, uygulamalar… Hindistan'dan yatırımcılarla ABD'de bu tür işlere girdim. Sıkıcı diyemem ama aşırı keyifli de değildi. Ailemle birlikte İtalya'da yaşamaya devam ediyordum ve ilk etapta basketbola Eurosport yorumculuğuyla geri döndüm. Açıkçası maçları izlerken öyle "Sale, ya senin tekrar takım çalıştırman lazım" gibi bir his gelmiyordu. Tuhaftır, içimdeki basketbol ateşi saha kenarında maç önü yayınlarını parke üzerinde yaparken alevlendi. Yorumculuk tecrübesinden sonra tekrar basketbolda aktif olmak istedim.
Geri dönüş planınız neydi?
Sırbistan Milli Takımı. Çünkü bir mazimiz var. 2007'de Dragan Kapicic federasyon başkanıydı; FIBA Eski Sekreteri efsane Borislav Stankovic, Partizan Başkanı Sasa Danilovic ve Kızılyıldız Başkanı Nebojsa Covic'in ona eşlik ettiği bir görüşmeye girdim. Toplantıdaki herkes yeni antrenörün benim olmam gerektiğini düşündü. Ben sıcak bakmıyordum ve şu cevabı verdim: "Bu işi almaktan korkmuyorum. Fakat bence Sırbistan Milli Takımı'nı çalıştıracak antrenör daha farklı kriterlerle göreve gelmeli. Antrenörlükte hiçbir şey başarmamışken yirmi senedir bu işi yapan insanların önüne geçmemeliyim…" Özellikle Borislav Stankovic, cevabıma çok şaşırmıştı. "Haklıydın ve söylediklerin çok doğruydu" diyerek beni takdir etti. 2007'de turnuva sonrasında görevi Dusan Ivkovic devraldı ve biliyorsunuz ki çok uzun bir görev süresi oldu. Tam yılı hatırlamıyorum ama bu anlattığım yorumculuk dönemi ve basketbola geri dönme isteğimin canlandığı zamanlar; bir gün Zeljko'yu aradım ve dedim ki "Ben hazırım. Duda'yla ben de iyi olabilirim ama sizinki gibi bir ilişkimiz yok. Ivkovic nasıl bir karar verecek bilmiyorum, her kararına da saygı duyuyorum ama sana bu iş için hazır olduğumu söylemek istedim. Sen bil yeter…" 2013'ün son aylarında telefonum çaldı. Arayan, federasyonda erkek basketboldan sorumlu Dejan Bodiroga'ydı…
2014-2019 arasındaki milli takım döneminize dair ülkenizin medyasında oyunculuk döneminde hiç almadığınız eleştiriler aldınız, retrospektifte bunlar ne denli adildi?
Aslında yoğun eleştiriler sadece 2019 Dünya Kupası'nda geldi. Ondan sonra da görevi bıraktım zaten. 2014'te ABD'yle final oynadık, gümüş madalya aldık. 2016 Rio'da aynı şekilde, olimpiyat ikincisi olduk. EuroBasket 2017'de yine gümüş… Şimdi ben anlatayım: Göreve geldiğim ilk gün bir röportaj vermiştim, "Hedefimiz İspanya'yı tahtından indirmek" diye… Bu da çok eleştirildi. "Nasıl olur da bizim koçumuz böyle der, hedefini İspanya'yla sınırlar?" dediler. Cevap basitti, çünkü İspanya en iyisiydi. Pau ve Marc (Gasol) hâlâ üretkendi, en iyi kısalar yine onlardaydı. Oynadığımız beş turnuvanın üçünde gümüş madalya aldık; 2015 EuroBasket'te dördüncü, 2019 Dünya Kupası'nda beşinci olduk. 2017'de altı oyuncumuz sakattı, 2019'da Milos Teodosic ve Dragan Milosavljevic'ten yoksun kaldık; onların yerini normalde yapmayacağım şekilde pivotlarla doldurmak durumunda kaldım. Marjanovic-Milutinov-Jokic-Raduljica dörtlüsünün yeterli kazanma arzusuna sahip olduğunu ve farklı bir planla oyunu domine edebileceğimizi planlamıştık ama yanılmışım. Zira takımda herkes aynı amaçla hareket etmiyordu. Bu yüzden Milos'u çok aradık ve 2019'da birlik olmaktan uzaklaştığımızı görünce de görevi bıraktım. Ama şunu da söylemek isterim: En çok eleştirildiğim turnuvada Vasilije Micic de bir trajedi yaşayarak annesini kaybedince kadroda neredeyse hiç kısa kalmamıştı. Buna rağmen ABD'yi mağlup ettiğimiz bir turnuva oldu. Sadece kazandığımız maçlardan ötürü değil, kimsenin gelmek istemediği bir milli takım varken önce Duda ardından bizim dönemimizde bu kültür değiştiği için mutluyum. Oyuncularımıza daha başlarda şunu söylemiştim: "Sizin işiniz madalya kazanmak değil. Göreviniz, halkın basketbolculara olan bakış açısını olumlu yönde etkilemek. Bir süredir insanlar sizi üst tabakaya ait, elitistmişsiniz gibi görüyor. Bunu yıkmamız gerek…" Bir milli takım düşünün, selamlaşmanın olmadığı… Ne çabuk unutuldu tüm bunlar? Tabii zaman geçtikçe; primler büyüyüp egolar şiştikçe işler eskiye dönmeye başladı. Ama biz hep birlikte bu treni tekrar rayına oturttuk. Benim içim o yüzden rahat.
Virtus Bologna dönemi için de aynı hissiyata sahip misiniz? İtalya'da final serisini Milano'ya karşı 4-0 kazandıktan sonra Massimo Zanetti'den yeni bir kontrat beklemediniz mi?
Bu sözü Zeljko da bilir. Eskiler der ki: "Bir kulüpte on yıl kalacakmışsın gibi çalış ve o kulübü aldığından daha iyi noktada bırak…" Neden? Çünkü bu kulüpler bize miras kalmıyor, biz bu görevleri ödünç alıyoruz. Eh, bir şeyi ödünç aldığınızda da ona en iyi şekilde bakmanız gerekir. Elbette belirli maçlar için özeleştiri yapılabilir ama ben Virtus'a her şeyimi verdim. Şampiyonlar Ligi'ni kazandık, pandeminin olduğu sezon EuroCup'ta liderdik ve daha o yıldan EuroLeague vizesini alabilirdik. İkinci yılımda üst üste 19 maç kazandık, ligde Milano'yu süpürüp şampiyon olduk. Bir aileydik… Çok güçlü bir aile.
Virtus yönetimi sezon ortasında işinize son vermişken; hayli ender görülen bir yaklaşımla antrenörlerini yalnız bırakmayan, görevinize geri dönmesini sağlayan da yine bu aileydi…
Avrupa'da sezona 8/8 ile girmiştik. Ligde ise deplasmanda 4/4 yapmamıza karşın evimizde kazanamıyorduk. Benim gönderildiğim Sassari maçıyla birlikte iç sahada üst üste dördüncü mağlubiyetimizi almıştık sanırım. Yeni transfer Marco Belinelli sakattı ama ben oynatmadığım için topa tutuldum. Ayrıca iki teknik faulle ihraç edildiğim bir maçtı… Covid sebebiyle iç sahadeplasman performansı şaşmayan bir kulüp var mıydı peki? Ben demiyorum ki içeride üst üste dört maç kaybetmenin bedeli olmasın ama deplasmanda ve Avrupa'da hatasız giderken de alınan kararı garipsemiştim. Yönetim bana işime son verdiğini sabah 08.00'de bildirdi. 10.00'da kulüp sitesinden resmi açıklama yayımladılar. Fakat avukatlarıma fesih belgesi hiç ulaşmadı. Teodosic ve Markovic başta olmak üzere; İtalyanlar, diğer oyuncular, teknik ekip, hepsi birlik olup beni kucakladılar. Kulübün bu kararını gözden geçirmesi gerektiğini belirtip benim takımdan ayrılmam halinde gitmek istediklerini söylediler. Ben fesih belgesi de ulaşmadığı için o gün idmana çıktım. Her şey bıraktığım gibiydi.
Yönetimle nasıl kaldığı yerden devam edebildiniz? Mesela daha geçenlerde Virtus CEO'su Luca Baraldi bir açıklama yaptı ve…
Sıradaki soru, lütfen.
Yazın gelen Fenerbahçe Beko teklifiyle devam edeyim. Igor Kokoskov'un ayrılığı muhakkak beklenmedikti ama siz nasıl bir süreçten geçtiniz?
Beni ilk olarak Maurizio Gherardini aradı. Treviso'da buluştuk, konuştuk. Ardından Sertaç Bey'in (Komsuoğlu) katılımıyla biraz daha detaya indik. Sonra Başkan Ali Koç geldi ve İtalya'daki son görüşmemizi de o şekilde yaptık. Hatta bir detay vereyim; başkan görüşmelerde o kadar direkt ve açıktı ki normalde bir antrenörle kulüp arasında anlaşmayı bozabilecek, olağandışı bir kontrat maddesini bile rahatlıkla konuştuk. Onların bana güvendiğini hissettim, ben de karşılığını vermeye çalıştım. Eski Sale olsa, kontrattaki o maddeyi kafasına takardı ve kendine dert edinirdi ama artık kulübün ihtiyaçlarını, sadece ekonomik yönden değil, başkanlık seçiminden organizasyon şemasına kadar anlayabilen biri olduğumu düşünüyorum. Mesela İtalyanlar çoğunlukla kulüpler için "şirket" tabirini kullanır. Ben de detayına girmeyeceğim bu maddeyi onaylayarak çılgın cesaretimi ve karakterimi ortaya koydum. Sırf bu şirketin bir parçası olabilmek için… O görüşmenin ardından ilişkimiz hep büyüdü. Her geçen gün ilişkimizdeki dinamikleri; bu devasa ve fanatik kulüpteki ince noktaları daha iyi anlıyorum. Burası özel bir yer. Fenerbahçe'nin alışkanlıklarını, değerlerini, kültürünü öğrenmek için çaba sarf ediyorum. Türkçe öğrenme gayretindeyim. Amacım gördüğüm değeri aynı şekilde geri verebilmek…

"Zeljko'nun Fenerbahçe'de bıraktığı miras da herkes için bir referans noktası, bir meydan okumadır."
Kontrattaki "o madde" yakın zamanda güncellenecek mi?
Hayır. Değişmeyecek.
Zeljko Obradovic'in ayrıldığı bir projeyi aynı seviyede devam ettirmenin zorluğunu Benetton, Panathinaikos ve Real Madrid gibi kulüpler tecrübe etti. EuroLeague şampiyonluğundan sonra sponsorun çekilmesi nedeniyle küçülmeye giden Joventut ve Partizan'ı tenzih edebiliriz ama sonuçta onlar da tekrar zirveye çıkamadılar. Zeljko'nun burada başardıkları dışarıdan nasıl gözüküyor?
Zeljko Obradovic, dünya basketbol tarihinin en iyi antrenörü. Bir kere bu kabulle konuşmaya başlayalım. Rakamlar ortada. Ben kendi tecrübeme inanıyorum ve kazanan bir kültür yaratma konusunda da tecrübeli olduğuma inanıyorum. Ama… Fenerbahçe'de bu koltuğa oturacak herkes için geçerli bir hayaletten bahsediyoruz. Bugün, yarın ya da otuz yıl sonra, doğal olarak herkes "Zeljko şöyle yapardı" diye düşünecek. Ben bununla barışığım. Çünkü kimse Zeljko gibi olamadı, olamaz da. Bu oyunun tarihinde daha iyisi gelmedi. Fenerbahçe'de bıraktığı miras da herkes için bir referans noktası, bir meydan okumadır. Bugün ondan esinlenmeyen kaç antrenör var?
Koç, esinlenmek demişken; bahsettiğiniz konudan biraz farklı olarak, Zeljko Obradovic'in bu koridorlarda bir gün sitemkâr şekilde yürürken 'Spanish Pick & Roll'müş… Sergio Scariolo'nun icadı diyorlar. Hayret bir şey!" dediğini anımsıyorum. Ardından 25 yıl önce bunu Real'de kendisinin denediğini anlatmıştı. İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar mı? Sizin böyle bir anınız var mı?
Joan Plaza, Unicaja'yı çalıştırırken bir pick & roll oyununa "Sasa" adını vermiş. Benden almış... Kısaları oyun kurarken kenardan "SASAAA!!!" diye bağırıyormuş yani. Daha sonra ona bunu sorduğumda "Seni ödüllendirmek için yaptım" demişti. Sıkıntı var mı? Bence yok. Zeljko'nun da öyle demesi biraz şakayla karışık; yoksa o da başka yerlerden çok esinlendiğini söylemekten çekinmez. Ne yani, insanlık kaynar suyu buldu diye onu kullanmayacak mıyız? Ben nasıl gidip tekrar kettle'ı icat edeyim? Yapılmış işte. Elbette sahaya kendinize ait fikirler koyacaksınız, orijinal olacaksınız ama antrenörlüğün büyük bir kısmı bence aklınızdaki fikirleri çevrenize ne kadar aktarabildiğiniz… Bu iş ne kadar bildiğinizle alakalı değil, yanınızdakine ne kadar değer verdiğinizle alakalı. Benim mottom bu. Oyuncular, onları ne kadar umursadığınızı gösterene kadar sizin ne bildiğinizi umursamazlar. Ama onlara ne kadar önemsediğinizi gösterdiğinizde, sizin ne kadar bildiğinizi göstermenize izin verirler. Bir paradigmadır bu ama aslında değildir de… Güzel konuştum mu? Oldu mu?
Elbette koç… Peki bu yılki Fenerbahçe Beko'da bahsi geçen değişimi neden Zalgiris maçının ardından gördük?
Röportaja dahil etmeyelim ama sohbet bittikten sonra sana Zalgiris deplasmanında sonra oyuncularla mesajlaşmamı, onların bana yazdıklarını göstereceğim. Bir dönüm noktası mıydı? Belki öyleydi. Dürüst olalım, Jan ve Nando'nun sakatlıklarından önce dökülüyorduk.
Koç iyi karakterlerden kurulu takımlarda yaşanan sakatlıklar, geriye kalan oyuncuları birbirine daha da yakınlaştırmaz mı? Jan Vesely ve Nando de Colo'nun sakatlıklarından sonra biraz bu durum ortaya çıkmadı mı?
Kesinlikle öyle oldu. Sağlam karakterler zor zamanlarda ortaya çıkar ve bu tür anlarda bir araya gelirler. Bu süreçten büyük enerji devşirdik. Nando ve Jan dönünce daha da iyi olacağız. Sezon ortasında yaptığımız eklemeler; Jehyve Floyd ve Markel Starks da pozitif reaksiyonlar verdiler. Biz de bu eklemeleri biraz hiyerarşiyi, yani Nando ve Jan'ı düşünerek yaptık. Markel maalesef takıma katıldığı ilk günlerde bel ağrıları sebebiyle idmanları biraz aksattı, o yüzden uyum süresi beklenenden uzun sürdü ama onun da katkısından çok memnunum. Jehyve zaten olağanüstü bir atlet. Tamamen içgüdüleriyle oynuyor. Oyunu biraz daha öğrenip sahada daha uzun süreler kalmayı öğrendiğinde daha da çok rol alacak. Ama başta dediğim gibi, bu transferler hep takımdaki hiyerarşiyi düşünerek yapıldı...

"Milano maçından sonra takımıma çok kızdım. Böyle olmaması gerekiyordu. Biz daha bir şey başarmadık."
Peki Şehmus Hazer bu planlamanın neresinde? Daha takıma yeni gelmişken çok pozitif bir şekilde onu oyun kurucu oynatmak istediğinizi söylemiştiniz…
Şehmus'a çok inanıyorum. Burada yabancı bir koçun, misafir olduğu ülkede iki görevi olduğuna inanıyorum: Birincisi, kulüpte başarı elde etmek. İkincisi de o ülkenin milli takımına oyuncu yetiştirmek… İkincisinin görev tanımına dahil olmadığı fikrine katılmıyorum. Zira bizim yükümlülüğümüz, basketbol denen ürünü büyütmektir ve bu konuda en hızlı araç olarak milli takımları kullanırsınız. Türkiye'yi ele alalım; 2001 ve 2010'daki başarılarla birlikte pasta büyüdü, değil mi? İşte rol modelleri o turnuvalarda ortaya çıktı. Milos Teodosic'in bana gelip "1998'de seni izlediğim için bugün bu sporu yapıyorum" demişliği vardır. Türkiye, 2010'da finale çıktıktan sonra altı ile sekiz yıllık süre içinde U17, U19, U20 gibi turnuvalarda ne yaptı?
Şehmus'un hikâyesi de bu fikirle uyuşuyor koç. Türkiye, 2010'un ardından özellikle ilk beş senede altyapılarda büyük başarılar elde etti ama mesela Şehmus daha yeni bir jenerasyona mensup. O direkt olarak 2010'daki başarının kendi kariyeri için etkisini itiraf ediyor…
Teşekkür ederim. Az önce Djordjevic Teorisi'yle tanıştınız. Milli takımda elde edilen başarıların hepsine bakın, belirli bir periyot içinde bunun alt yaş milli takımlarında iyi jenerasyonlar olarak geri döndüğünü göreceksiniz. Ülkedeki büyük başarılara tanık olan bir çocuk ertesi gün salonda eline topu alır. Biz de bir ivme yakalayıp kulüp takımlarındaki yerli iskeletini geliştirebilmeliyiz. Tarihte elbette istisnalar vardır ama şampiyon olan kadrolara baktığınızda; Olimpiakos, Panathinaikos, Real Madrid, Barcelona ya da Maccabi gibi takımlarda hep lokal oyuncuların önemli yerlerinin olduğunu görürsünüz. Şehmus da belki bu fikrin ilk adımı olacak. Ben ona eski bir oyuncu olarak omuz vermek için buradayım. Kendini güvende hissetmeli ama eğer bir kısa olarak başarılı olmak istiyorsa da dil bariyerini yıkmalı. Onun mevkiindeki bir oyuncu için ileri düzey iletişim mecburidir. İngilizcesini mükemmel hale getirmeli. Üst gövdesini; karın kaslarını ve omuzlarını geliştirmeli. Benim dönemimde antrenörler bana oynama şansı verdi. Geçmişte Alessandro Gentile ve Danilo Gallinari'yi 18 yaşında oynatarak bu fikrin takipçisi olduğumu düşünüyorum. Şehmus'a da süre vermekten hiç çekinmeyeceğim.
Herkesin çok merak ettiği Milano deplasmanını sormak istiyorum. Maç sonunda ne oldu?
Takımıma çok kızgındım. Milano, İstanbul'da 30 sayı farkla kazandı ve hiçbir şey yapmadılar. Biz gidip bir galibiyet aldıktan sonra EuroLeague tarihinin en çok maç kazanmış ikinci antrenörüne saçma sapan bir reaksiyon verdik. Sahiden, bu sezon, daha ne başardık ki? Yanıma gelip "Sale ama şöyle oldu, Sale şu yüzden yaptık" diyorlar. Soyunma odasında zaten ağızlarının payını verdim ama onlar yüzünden de basın toplantısında özür dilemek durumunda kaldım.
Koç ama maç sonunda Sergio Rodriguez'le yaşadığınız tartışmaya dair; Chacho 2019 yazında size söz verip Virtus'a imza atmak üzereyken Milano'ya gittiği için hesabın kapanmadığını söyleyenler var…
Chacho maç sonu yanıma gelip bana parmak sallamaya başladı. Şu an burada daha fazla detaya giremeyeceğim ama ben de o parmağı alıp cebine koyması gerektiğini söyledim. Öyle diyelim. Olur böyle şeyler. Aramız iyidir hatta bu maçtan sonra da beni arayıp özür diledi. Bologna olayı geçmişte kaldı. Milano daha çok para verdi ve oraya gitti. Ailesini düşündüğü için onu suçlayamam.
Madrid'deki röportajımızdan bir pasajla başlamıştık, yine orayla bitirmek isterim. "Harika bir Richard Nixon hikâyem var. Ama bunu sana anlatırsam oyuncularımı aynı şekilde motive edemem. Çünkü insanlar öğrenir. Belki bir gün Türkiye'de çalışırsam oradaki oyuncularıma da söylerim, kimbilir…" demiştiniz. Artık burada olduğunuza göre... Söylediniz mi?
Hayır. Henüz değil. Ayrıca hangisi olduğunu hatırlamaya çalışıyorum, eğer uzun süredir kullanmadıysam önümüzdeki deplasmanlardan bazılarında işer yarayabilir. Ama sana söz veriyorum, defteri karıştıracağım ve yakın gelecekte bu sır perdesini aralayacağız. Zaten çılgın bir sezon oluyor…
Geçenlerde Dyshawn Pierre yanıma geldi ve "Koç, biz geçen senenin delilik olduğunu düşünüyorduk. Bu sene on kat daha saçma şeyler yaşandı. Ne zaman normale döneceğiz? Ne zaman bitecek tüm bunlar?"
Normal mi? Ne normali... Ben daha yeni geldim.