
Masafuera
14 dk
Tuttuğu takımı değiştirenlere aslında pek sık rastlamazsınız ama bu, takım değiştirmenin bir günah ya da ayıp olduğunu göstermiyor. İtirazı olanları anlamak mümkün ama bir noktada, sanki ‘vazgeçenler’ için de söz hakkı doğuyor.
I
İzmir, Karşıyaka’da doğup büyüyen birinin tutacağı takım bellidir; zaten bir kulübün içinde açmıştır gözlerini. Benim için de durum farklı değildi. Karşıyaka’da doğdum, bir Karşıyakalı olarak. Ama sadece o kimlikle büyümedim, ‘tuhaflık’ da orada başladı.
İstanbul dışında doğanları, taraftarlık hususunda bir ikilem bekler; yaşadıkları/ait oldukları yerin bir takımı vardır, onu tutarlar ama yanında -genellikle- bir de İstanbul takımına meylederler. Sebebi, sıklıkla ebeveynler veya akrabalardır. Kimi benim gibi Galatasaraylı olur, babasından ötürü. Kimini, dayısı Fenerbahçeli yapar. Kiminin annesi Beşiktaşlıdır, gönlüne onu koyar.
Ülke sınırlarından dışarı çıkıldığında pek de karşılaşılan bir senaryo değildir bu, bir şehrin 80 milyonluk bir ülkeye -bu kadar- hükmettiği bir senaryo da pek yoktur zaten. İzmir’de de olsanız, Bayburt’ta da; sabah gazeteyi elinize aldığınızda ‘Üç Büyükler’in haberlerini okursunuz, televizyon kanallarının spor bültenleri onlardan bahseder, girdiğiniz mağazada onların formaları bulunur. Ali Sami Yen Stadı’na ilk kez 18 yaşında gidersiniz ama “Burası Sami Yen, buradan çıkış yok!” tezahüratına eşlik etmişliğiniz çoktur, o güne kadar Mecidiyeköy’e 600 kilometreden yakın olmasanız bile...
Anlattıklarım, bu ülkedeki milyonların hikâyesi. Ben de bu hikâyenin küçük bir parçasıyım. Daha doğrusu, parçasıydım.
Yolum sonraları İstanbul’a düştü, Galatasaray taraftarı olarak hayatıma devam ettim. Ta ki bir gün gelip de kendi kendime “Ne için?”, “Neyi?” ve “Kimleri?” sorularını yöneltene dek. Bu bazılarına -hadi açık konuşalım, birçoklarına- anlamsız gelebilir. Nihayetinde, “Takım değiştirilmez” düsturundan yola çıkanlar için sekizinci büyük günahtır bu işlediğim. Ama dedim ya; bu daha çok beklentilerinizle alakalı bir mevzu. En azından benim için öyle.
Doğduğum, büyüdüğüm yeri; yani ‘sabitim’ Karşıyaka’yı bir kenara koyarsak -ki o kimliğimden vazgeçme ihtimalim yok- 2010’ların başından bu yana, hayatıma sadece Arsenal taraftarı olarak devam ediyorum. Anlatsam da anlam veremeyenler, inanmayanlar, dalga geçenler, “Tamam da asıl hangi takımlısın?” diyenler çoğunlukta hâlâ. Canları sağ olsun.
II
Peki, ben nasıl Arsenal taraftarı oldum? Bilmiyorum. Ya da biliyorum, tamam. Aslında şöyle oldu; zaten Arsenal’a gönül vermiştim. Çocukluğumda Dennis Bergkamp, Gabriel Batistuta ile birlikte en sevdiğim topçuydu. Hollanda, Arsenal, fark etmez; hangi takımın formasını giyse onu tutacaktım. Dolayısıyla, karar vermek kolay oldu. Ama o dönemler, Arsenal’dan sadece ‘hoşlanıyordum’; çünkü gerçekten ‘sevmek’ için temas gerekiyordu. Bense Premier Lig’i, sadece rastladığım birkaç dakikalık özetlerden takip edebiliyordum, o da denk gelirse; internetin emekleme çağlarıydı, dijital devrim başlamamıştı, İngiliz gazeteleri/dergileri -gecikmeli gittiği İstanbul’un aksine- İzmir’e hiç uğramıyordu. Hem zaten Karşıyaka vardı, Galatasaray vardı, bir üçüncü sevgiye ayıracak pek de vaktim yoktu.
Sonra 2000’lerin başı geldi. Ben İstanbul’a taşındım, Premier Lig yayınları evlerimize girdi, internetin yükselişi başladı, yabancı yayınlar ülkeye daha sık gelir oldu. Yani, ‘mesafeler’ kısaldı. Böylece, Arsenal’a daha da yakınlaştım. Artık her hafta sonu maçları izleyebiliyor, henüz orta yaşlı bir Fransız olan Arsene Wenger’in açıklamalarını okuyabiliyor, İngiliz medyasındaki yazılara ve kritiklere göz atabiliyordum. Arsenal, benim için giderek daha ‘dokunulabilir’ hâle geliyordu. Aynı süreçte, Galatasaray taraftarlığım da devam ediyordu. Ancak buradaki iklim her geçen gün biraz daha bozuluyordu veya zaten bozuktu da benim aklım yeni yeni eriyordu. O kadarını bilmiyorum.
‘Oyun’un yerini; kavgalar, suçlamalar, küfürler, kıyametler, yalanlar, had bildirmeler, beylik laflar, tehditler aldıkça, benim de buranın spor iklimiyle aramdaki mesafe artmaya başladı.
Hâlâ anlam veremeyenler olabilir, anlarım. Sonuçta bunlar, bir ‘vazgeçiş’ için yeterli görünmeyebilir. Galiba, bu noktada kişisel bir faktöre daha değinmem gerekiyor. 2006’da spor medyasına dâhil oldum ve zamanla, uzak ve ulaşılmaz görünen insanlarla aramdaki mesafe azaldı; yöneticiler, futbolcular, teknik direktörler, tribün liderleri, medya mensupları... Konuştum, görüştüm birçoğuyla. Ya sohbet ettim ya edilen sohbetlere şahit oldum. İzledim, daha yakından gözlemledim. İçlerinde çok güzel insanlar da vardı ama dürüst konuşmak gerekirse, çoğunlukla hayal kırıklığına uğradım. Beklediğim, umduğum gibi olmadıklarını anladım ve kendi kendime “Ne için?”, “Neyi?” ve “Kimleri?” sorularını yönelttiğim ‘o an’a geldim. Vazgeçişimin başladığı nokta da bu oldu.
Ama bu durum, aynı zamanda bir paradoks yaratıyordu. Burada, ‘mesafe’ kısaldıkça ‘sevdiğimden’ uzaklaşıyordum. Hatta kopuyordum. Arsenal içinse tam tersi geçerliydi; yaklaştıkça daha çok seviyordum. Ancak geride kalan sürede bu konuya fazlasıyla kafa yormuş biri olarak gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim; uzaklığın bağları kopardığı bir mesafe var, tıpkı yakınlığın da yıpratıcı bir sınırı olduğu gibi. İki noktadan bahsediyorum; bir doğrunun üzerinde yer alıyorlar ve ötelerine geçtiğiniz andan itibaren ortada yaşanacak bir ilişki kalmıyor maalesef.
Ben burada, o doğrudaki yakınlık sınırını aştım ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Arsenal ise yerinde duruyordu. Hâlâ ‘doğru’ydu, o iki noktanın arasında yer alıyordu. Bugüne kadar da orada kalmaya devam etti.
III
Duygusal gelgitleri bir kenara bırakıp somut gerçeklerden konuşacak olursak da durumun farksız olduğunu söyleyebilirim. Ama öncesinde, sözü Arsenal taraftarı İngiliz yazar Nick Hornby’ye bırakmam lazım:
“Bence futbolun en büyük sorunu, tamamen ve her şeyiyle ana akıma dönüşmüş olması. Çocukluğumda İngiltere futbolu zor bir dönemden geçiyordu. Ana akımın dışında tutuluyordu, televizyonda pek maç gösterilmezdi, formaların üzerinde reklam olmazdı... Benim gençliğimde bir futbolcuyu saha dışında görmek çok tuhaf ve alışılmadık bir şeydi. Şimdiyse tam tersi: Futbolcuyu sahada oynarken görmek neredeyse tuhaf geliyor; çünkü onu televizyon programlarında, reklamlarda görmeye alışmışız...
Arsenal’da oynadığı yıllarda, maça gidip onu gördüğünüzde ‘Vay be, hakiki Thierry Henry işte karşımızda oynuyor!’ derdiniz. 1975’te ise bir futbolcuya futbol sahası dışında rastlamanın kendisi bilhassa tuhaf bir olay olurdu. Bugünün futbolunda takımlar arasında çok az fark var. Hepsi büyük şirketler hâline geldi. Bir şirketi diğerine tercih etme durumunda olmak son derece aptalca geliyor. Bu, Sony’ye karşı Macintosh’u desteklemek gibi...”
Haksız değil ama ben, Hornby’nin sözlerini başka bir yöne çekme gayesindeyim. 1980’lerde Karşıyaka’da doğmuş bir çocuk için Galatasaray ne kadar uzak ve ulaşılmaz ise bugünün çocukları için de Arsenal bir o kadar yakın ve ulaşılabilir durumda. Bu da Hornby’nin aptalca bulduğu tercih durumunu hayli olağan ve makul kılıyor; çünkü Galatasaray ve Arsenal arasında bir fark kalmıyor. Nasıl kalmıyor, anlatayım... Bugün Karşıyaka’daki evinde oturan bir çocuk, iki takımın maçlarını da canlı izleyebiliyor. İki takımla ilgili haberlere aynı rahatlıkla ulaşabiliyor. İstanbul’un Galatasaray’ı ile Londra’nın Arsenal’ı, Karşıyaka’nın çocuğuna eşit uzaklıkta yani. Hatta yakınlık kurmak ve içselleştirmek için temas noktalarının artması gerektiğinde hemfikirsek, söz konusu dijital mecralar olduğunda Arsenal çok daha yakın.

Bugün (19 Haziran) Galatasaray’ın resmi internet sitesine giren birinin karşılaşacağı içerikler şöyle: Ana sayfadaki slider’da yer alan yedi haberin üçü kombine ve reklam kampanyalarına dair. Diğerleri; CAS itirazına, su topu branşındaki galibiyete, Turgay Şeren’in ‘Berlin Panteri’ unvanı aldığı maça ve Muslera’nın doğum gününe dair haberler... Ana sayfanın tepesinde dört bölüm daha var; bunların da üçü kampanyalar ve kombineler hakkında. Sağ kolonda, kulübün resmi Twitter hesabının içerikleri akıyor. Videolar bölümüne eklenen son içeriğin tarihi 31 Mayıs 2015! O da bir önceki sezonun şampiyonluk klibi.
Kulübün YouTube hesabı, sadece GS TV’deki programların kayıtlarını barındırıyor. Twitter’da son 10 içeriğin üçü, Instagram’da ise son 15 içeriğin dördü yine kampanya ve reklamdan ibaret. Herhangi bir sporcu röportajına, demecine rastlayamıyorsunuz. Özetle; tuttuğunuz takımı oluşturan parçaların kim olduklarına dair fikir edinmeniz mümkün değil. Sizden, onları tanımadan sevmeniz isteniyor. Ve tabii iyi birer müşteri olmanız.
Arsenal’da ise durum ‘biraz’ farklı... Müşteri kimliğiniz baki olabilir ama bunu hissetmiyorsunuz. Misal, ana sayfadaki haberler şöyle: Alexis Sanchez’in Şili adına bir gol iki asistle oynadığı 7-0’lık Meksika galibiyeti; David Ospina’nın, kurtardığı penaltı ile takımını Copa America’da yarı finale taşıdığı Kolombiya-Peru maçı; Tomas Rosicky’nin asist yaptığı Çek Cumhuriyeti-Hırvatistan mücadelesi; Mesut Özil’in Almanya-Polonya maçındaki performansı; Aaron Ramsey’nin İngiltere-Galler maçındaki rakamları; Laurent Koscielny’li Fransa’nın kalesini gole kapayışı ve Arsenal’lı futbolcuların interaktif infografik formatındaki Euro 2016 maç fikstürü... Sağ kolonda yine bir Twitter timeline’ı var ama bu, kulübün değil de oyuncuların hesaplarına ait.
Video bölümüne girdiğinizde sizi karşılayan içerikler arasında Granit Xhaka ve Santi Cazorla röportajları var. Altyapının başındaki Andries Jonker, Hector Bellerin’in altyapıdaki gençler için nasıl bir ilham kaynağı olduğunu anlatıyor. Petr Cech ve televizyon programlarındaki yorumlarında Arsene Wenger’i yerden yere vuran kulüp efsaneleri Emmanuel Petit ile Ray Parlour, yeni çekilen Premier Lig fikstürünü değerlendiriyor. Bir diğer kulüp efsanesi Marc Overmars’ın en iyi hareketlerinden oluşan bir videoya denk geliyorsunuz ve akabinde Arsene Wenger’in Euro 2016 yorumlarına... Ve evet, hepsi -sadece- son bir haftada üretilmiş içerikler.
YouTube kanalı da yalnızca kulüp televizyonu programlarının videolarından oluşmuyor; çocuklara yönelik kamera arkası görüntüleri, Bellerin-Iwobi ikilisinin spikerlik denemeleri, Elneny’nin Avrupa’daki hayat üzerine sözleri, Calum Chambers’ın profesyonel futbolculuktaki ilk sezon anıları, ölümünün ardından Muhammed Ali’ye dair bir anma klibi ve futbolcuların birbirleriyle yaptığı soru-cevap videoları karşılıyor girenleri. Sadece son bir haftanın içeriklerini izlediğinizde, Iwobi’nin “Şahit olduğun en iyi gol?” sorusuna “Ramsey’nin Galatasaray’a attığı” cevabını verdiğini, Gabriel’in hayatında tek bir kitap dahi okumadığını, Ospina’nın çocukluk kahramanının Buffon olduğunu, Oxlade-Chamberlain’in listesinin ilk sırasında Esaretin Bedeli filminin yer aldığını öğreniyorsunuz. Yani kulübü ve parçalarını tanıyorsunuz, tanıdıkça seviyorsunuz.
İlk reklam içeriğini görmek için Twitter’da 20, Instagram’da ise 45 içerik geriye gitmelisiniz. Kulüp size bir müşteri gibi değil, bir parçası gibi davranıyor. Öyle ki ben bile İstanbul’daki derbi maçlarında deplasman tribünü yasakken Arsenal’ın İstanbul’da oynadığı Şampiyonlar Ligi grup/ eleme maçlarında elimi kolumu sallaya sallaya, eziyet çekmeden, Passolig’siz, kayıtsız, şartsız, karaborsasız, TT Arena ve Şükrü Saracoğlu Stadı’nın deplasman tribünlerine girebiliyorum. Çünkü kulüp benimle; İstanbul’da yaşayan, en basit üyelik kategorilerinden ‘Red Membership’e dâhil olan taraftarıyla bile yakından ilgileniyor. Mail atıyorum, maça gitmek istediğimi belirtiyorum, bilet talep ediyorum, insanca cevap veriyorlar, ilgileniyorlar ve İstanbul’a geldikleri gün, kaldıkları otele uğrayıp kulüp yetkilisinin elinden biletimi alabiliyorum.
Aynı senaryonun tersini düşünün şimdi... Kulağa ne kadar imkânsız geliyor değil mi? Zaten neden Galatasaray’dan (dileyen yerine Fenerbahçe ve Beşiktaş da koyabilir, bir şey değişmeyecektir) vazgeçebileceğiniz ve Arsenal’ı seçebileceğiniz de bu imkânsızlıkta saklı...
IV
Yazar Jonathan Franzen, Uzaktaki başlıklı yazısı ve kitabında, intihar ederek hayatına son veren yakın dostu David Foster Wallace’ın küllerini dökmek için gittiği bir adadan söz eder. Güney Pasifik Okyanusu’nda, Şili’nin 800 km. açığında, bir avuç balıkçı hariç tek bir insanın bile yaşamadığı, resmi adı Alejandro Selkirk olan bir adadır bu. Yerel dildeki ismi ise Masafuera’dır; yani ‘uzaktaki’.

Bir de Masatierra isimli bir ada vardır; Masafuera’ya giderken uğradığınız, yeri yine adında gizli, ‘karaya daha yakın olan’ ama yakın olmak dışında bir özelliği bulunmayan...
Kitapta Franzen, arkadaşının intiharını bir ihanet olarak yorumlar. Ona göre Wallace, ölüm yolunu seçerken en sevdiklerine nasıl en fazla acı çektireceğini hesaplamış, sevenleri de öfke ve ihanet hisleriyle kalakalmıştır. “Kendisine en yakın insanların sevgisindense yabancıların hayranlığını seçmesinin sizi incitmemiş olması zordur” der Franzen, Wallace’tan bahsederken.
Bugün ‘dönek’ olarak adlandırabileceğiniz ben ve sayıları artmakta olan ‘ben gibiler’ de -birçoklarına göre- tutkularına ihanet edenler olarak kabul edilebiliriz. Kendimize yakın olanların sevgisindense yabancılara hayranlığı seçtik ve bunun birilerini incitmemiş olması zor.
Anlayabiliyorum ancak aynı anlayışı, ben ve benim gibiler için de talep ediyorum. Zira daha yakın olması, daima daha doğru olduğu anlamına gelmiyor. Bu biraz da kendi doğrunuzu bulmakla alakalı. Franzen’dan el almak gerekirse; Masatierra’dakilere sevgilerimi iletin, ben Masafuera’da mutluyum.