Masal

15 dk

Dwight Yorke, Manchester United tarihinin en masalsı sezonunun kahramanlarından biriydi. Aslında onun hikâyesi başlı başına büyüleyiciydi. Yorke, İstanbul'da Socrates'e konuştu.

Getty Images

Dwight Yorke geçtiğimiz ay House of Brothers'ın konuğu olarak İstanbul'daydı. Gün boyunca önce Socrates YouTube kanalı, sonra da Brothers konukları için sahnede sorularımızı yanıtladı. Sonunda dergi röportajı için sakin bir odaya geçtik. Saatlerdir üstünde olan ceketi çıkardı. Önce çok sevdiği golf ve Tiger Woods üzerine sohbet ettik. Akabinde Yorke her zamanki centilmenliği ve samimiyetiyle soruları yanıtlamaya devam etti.

Klişe bir söyleşi başlangıcıdır ama zorlu bir büyüme öykünüz var diye biliyorum...

Tobago'da zor zamanlarda büyüdüm. Annem bir temizlik görevlisi, babam ise çöpçüydü. Yetiştirilme dönemim elimdeki şeylerin kıymetini daha fazla bilmeme yardımcı oldu. Harika fırsatlarla dolu bir dünyada yetişmemiştim. Ülkemdeki kaynakların hepsi sınırlıydı. Altı yaşında ayakkabılarım olmadan futbola başlamıştım. Dokuz kardeşli, iki yataklı bir evde büyümeyi buna ekleyin, hiçbir şey kolay değildi. Fakat her zaman mutlu ve huzurluydum çünkü dünyada bildiğim her şey bunlardan ibaretti. Etrafımda kardeşlerimin olması, onlarla oynamak, onların beni yönlendirmesi gelişimimde etkiliydi. Sporcu bir aileydik, ablam Deborah netbol, basketbol ve atletizm ile uğraşırken abim Clint de milli takıma yükselen bir kriketçiydi. Ailemizden gördüğümüz ilgi ve sevgi eşsizdi. Yaşım ilerledikçe, kararlarım belirginleştikçe sadece kendi adıma değil aynı zamanda ailem için de en iyisini istemeye başladım ve sürekli ilerleyişimin arkasındaki itici güç bu oldu.

17-18 yaşlarında o zamanlar Aston Villa teknik direktörü Graham Taylor sizi keşfediyor. Bunun tesadüfi olduğu doğru mu?

Evet. Trinidad ve Tobago, 1990 Dünya Kupası'na katılacaktı. Katılmak için bir puana ihtiyacımız vardı. Okuldaydım ama o dönemlerde farklı yaş gruplarında milli takımlarda da oynuyordum. Küçük bir ada ülkesi olarak tarih yazmaya yaklaşınca haliyle büyük bir ilgi oluştu. Scout'lar her yerdeydi. ABD'den, Harvard Üniversitesi'nden bir burs teklifi dahi almıştım. O günlerde Aston Villa, FA Cup'tan elenmişti ve kamp için iki haftalığına Karayipler'e gelmişlerdi. Graham Taylor bizim 1989'da Amerika Birleşik Devletleri ile yaptığımız maçı şans eseri izlemişti. Beni istedi. İngiltere'ye gidip beş hafta denemelere katıldım, sonra Taylor benimle sözleşme imzaladı.

Trinidad ve Tobagolu bir futbolcu olarak İngiltere'ye gidişiniz bambaşka bir olay yaratmıştı. Sizin ilk deneyiminiz nasıldı?

Daha önce ne Trinidad ve Tobago'dan ne de Karayipler'den bir oyuncu böyle bir transfer yapabilmişti. ABD'ye gitme şansım vardı ama doğrusunu söylemek gerekirse okula gitmeyi hiç sevmedim. Okul işlerini yapmak ve onu futbolla birleştirme fikri hiçbir zaman hoşuma gitmedi. Aklım hep futboldaydı, eğer iyiysem çıkıp oynayabilirdim ama değilsem tekrardan kitaplara gömülebilirdim. O kadar gençken İngiltere'ye adapte olmak da kolay olmadı. İlk kontratım haftalık 200 sterlin değerindeydi. Bu şimdi az gelebilir ama 18 yaşında benim için servet gibiydi. Eve para gönderiyordum, bana yine de para kalıyordu. Birmingham'ın biraz dışında, başta İngiliz bir ailenin yanında yaşamamın da bir katkısı olabilir tabii ki.

Sir Alex Ferguson'ın 1993'te Manchester United ile kazandığı ilk şampiyonluğu hatırlıyor musunuz?

Aston Villa olarak biz arkalarından ikinci gelmiştik. Çoğu kişi bizim kazanmamız gerektiğini söylüyordu ama olmadı. Graham Taylor futbolda önümün açılmasında etkiliydi. United ile kıyasıya rekabet ediyorduk ama sonlara doğru önemli birkaç maç kaybettik. Premier Lig'in bugünkü haline geleceğini kestirememiştik. İngiliz futbolunun Premier Lig'e doğru rotasını değiştirdiğini biliyorduk ama markanın bu denli büyüyebileceğini düşünmemiştik. Premier Lig'i kazanan ilk takım ve teknik direktör olmak tarihi bir başarı. Zira tarihe kazınmış o anıları ve bıraktığınız izleri sizden kimse alamaz.

Newcastle United'a karşı yaptığınız hat-trick unutulmaz. O maçtan sonra artık Manchester United veya başka bir büyük kulüpte oynayacağınıza dair hislere kapılmış mıydınız?

Kulüpte 9,5 seneye yakın bir süre geçirmiştim. Her salı ve çarşamba günü Şampiyonlar Ligi'ni açıp Manchester United'ın Barcelona, Juventus veya Milan ile oynadığını görüyordum ve "Vay be! Ben neden bu seviyede oynayamayayım ki?" diye düşünüyordum. Aston Villa'da çok rahattım, mutluydum; kelimenin tam anlamıyla orada kraldım. Fakat bundan biraz daha fazlasını istiyordum. Herhangi bir spor insanına "Kazandığınız kupalarla akıllara gelmek ister misiniz?" diye sorsanız bunu kabul eder. United bana bu imkânı verebilirdi. 1997-98'deki o maçlardan sonra dedikodular çıktı. Alex Ferguson'ın bana ilgisinin olduğu yazılmaya başlamıştı. Villa'yı seviyordum ama dedikoduların başlamasıyla beraber kafam da karışmıştı ve benim için doğru fırsatın geldiğini hissetmiştim. Biliyorsunuz lig başladıktan sonra kulüpler anlaştığı için geç ayrılmak durumunda kalmıştım. O dönemki teknik direktör John Gregory "Onu aslında bir silahla vurmam gerekiyor" demişti. Anlık, kızgınlıkla söylendiğini bildiğim bir cümleydi ama zaten her hâlükârda United'a gidecektim.

"Manchester'da ilk sezonda üç kupa kazanmak, yılın oyuncusu seçilmek, gol kralı olmak... Daha iyi bir senaryo yazamazdım."

"Manchester'da ilk sezonda üç kupa kazanmak, yılın oyuncusu seçilmek, gol kralı olmak... Daha iyi bir senaryo yazamazdım."

1998'de United'a transfer oldunuz. Adaptasyon dönemi nasıl geçti?

İlk hatırladığım oradaki kimseyi tanımıyor oluşumdu. Teddy Sheringham, Ole Gunnar Solskjær ve Andy Cole'un pozisyonlarına gelmiştim. Her ne kadar hoş karşılansam da yerimi hak ettiğimi ispatlamalıydım. United'da sadece ününüzle barınamazsınız. Ferguson bana oynama garantisi vermişti. Sahadaki yoğunluğu ve mücadeleyi görene kadar kendimi olduğumdan daha iyi bir oyuncu sanıyordum. Kendime güvensem de oyunumu geliştirmem gerektiğini fark ettim. Diğer forvetler çok kaliteliydi ve forma mücadelesi vermeliydim. Aston Villa'da bir şekilde idare edebilirdim ama United'da bu imkânsızdı. Bunu anlamış olmak işime geldi. Diğer yandan takımdaki arkadaşlık, ekip ruhu ve herkesin birbirini kollaması harikaydı. İnsanlar oynamadığı için birbirine kin tutmuyordu, hayal kırıklığına uğruyordu ama kimse kimseye düşman olmuyordu. O soyunma odasındaki iki kişinin sonradan birbiriyle anlaşamadığını da öğrendim ama orada herkes kazanmak için bulunuyordu. Bu bile etkilememişti o dönem takım ruhunu. Ama kim olduklarını sorma, söylemeyeceğim.

Şimdilerde modern futbolda daha çok sayılar, taktikler ve terimlerden konuşuyoruz. Fakat o zamanlar bu işler kimya ve doğru isimleri seçmekten mi geçiyordu? Alex Ferguson'ın size ve takıma olan etkisini nasıl yorumlarsınız?

Günümüz futbolunda yeni dinamikler var, haklısınız fakat günün sonunda Sir Alex Ferguson'ın güçlü yanı hâlâ geçer akçe: İyi oyuncuları hemen tespit edebilmek. Doğru gözlere sahipti. Onunla şimdi gidip konuşursanız her zaman bir oyuncunun yeteneğinden önce kişiliğinden bahseder. Bir futbolcunun üzerine kırmızı formayı geçirecek kadar güçlü olup olmadığını sorgular. Bu formayı giydiğinde omuzlarına büyük bir sorumluluk biniyor. 28 senelik teknik adamlık kariyerine baktığınızda hatalar da yaptığını görürsünüz, çünkü o da mükemmel değildi ama çoğunlukla getirdiği oyuncular doğru seçimlerdi.

Şimdi gelen oyuncular genellikle United'ın oyun anlayışına uyan isimler değil. Oysa Ferguson transferlerinden Ruud van Nistelrooy geldiğinde onlarca gol attı, Wayne Rooney keza öyle. Jaap Stam da başka bir örnek. Ferguson bunu yıllar boyunca sürdürdü; doğru oyuncuları, doğru anlarda, doğru zamanlarda getirdiğinden emin oldu. Ayrıca onları bir üst seviyeye çıkarabilmek için motive etti. Böylece kulübünün yıllarca üst sıralarda kalmasını sağladı. Oraya gelmek kolaydır fakat orada kalmak zordur, o bunu çok uzun süre boyunca yaptı. Kaç takım kurdu, dağıttı ve hep zirveye oynadı. Tarihte bir benzerini daha görebileceğimizi pek sanmıyorum.

United'da ilk sezonunda meşhur üçlemeyi kazandınız. Kulübün tarihindeki en başarılı sezonu hangi hatırayla anmayı tercih edersiniz?

O sezon için daha iyi bir senaryo yazamazdım. Dediğim gibi dönüm noktaları vardır ve bir an, geri kalan hepsinden daha fazla öne çıkar. United'a gelip ilk sezonda üç kupa kazanmak, Premier Lig'de yılın oyuncusu seçilmek, gol kralı olmak... Bunları hayal bile edemezdim. Daha ilk senemde bunları yapabilmek -unutmayın, oraya İngiltere tarihinin en pahalı oyuncusu olarak gittim- inanılmazdı. Oyuncuların her gün nasıl çalıştığını görmek, birbirlerini her gün daha iyi olmak için zorlamalarına tanık olmak harikaydı. Bizi her gün daha iyisi için zorlayan bir teknik direktörümüz vardı. O serüvende hiç kolay maç yoktu. Her şey o kadar özeldi ki yirmi sene sonra hâlâ burada aynı sezonu konuşabiliyoruz. Kulüp tarihimizde 1968, Münih Felaketi ve bu tarz birçok kırılma anı vardı ama burada konuştuğumuz, saf mutluluk ve heyecandan ibaretti. Çok kritik goller de attım. Inter maçı, Barcelona ve Juventus deplasmanı...

Ayrıca o sezon geri dönüşlerinizle de sembolleşmişti. Mesela bahsettiğiniz Juventus maçında harika bir kafa golünüz vardı...

Elbette! Bu tarz anlar asla unutulmaz. Andy'nin (Cole) ortasını hissedip kafayla uzanmıştım topa. Son golü de aslında atıyordum ama son anda düşürülmüştüm. Juventus'a karşı deplasmanda o geri dönüşü yapmak bizi belki de başka bir takım seviyesine taşımıştı. Ligde son haftalarda Liverpool ve Middlesbrough maçlarında attığım kritik goller de vardı. Ama benim için maçlardan ziyade kupaları kazanmak önemliydi, dolayısıyla ilk Premier Lig kupamı kazandığım Tottenham maçı, Andy'nin golü... Sanırım en ikonik hatıram buydu. Sonunda da en büyük ödül gelmişti. Şampiyonlar Ligi...

Bayern Münih'e karşı çıktığınız finalde Scholes ve Keane yoktu. İlk golü Mario Basler atmıştı ve devreyi yenik kapatmıştınız. Sonrasında neler yaşandı, soyunma odasında Ferguson neler dedi?

Çok konuşmadık aslında. 1-0 geride de olsak oyun olarak maçın içindeydik. Lafı geçmişken hiç tereddüt etmeden söyleyebilirim, Paul Scholes birlikte oynadığım en iyi futbolcudur. Roy Keane ise kaptanlık ve liderlikte her zaman en iyisidir, bitmek bilmez bir kazanma içgüdüsüne sahiptir. Sahada liderlik özelliklerine sahip bir oyuncu ararsanız Keane'i listenin başına yazmanız gerekir. Zarif, akıllı ve klas bir isim ararsınız o da Paul Scholes. Onlar orta sahadaki iyi ve kötü polislerimizdi. Oynamamaları kâbus gibiydi.

Bu şartlarda Nicky Butt ve Jesper Blomqvist'in 11'e yerleşip sorumluluk alması olağanüstüydü. İkisinin de maçtan önceki gece yaşadıklarını tahmin bile edemiyorum, yerlerinde olsam hayatta uyuyamazdım. Düzenli olarak oynamayıp Şampiyonlar Ligi'nin en zorlu maçına çıkacaklardı. İşte bizim kalitemizi gösteren şeylerden birisi de buydu, oyuna kim girerse girsin rekabetçi kalabiliyorduk. Bir şekilde o maçı kazanmayı başarmıştık. Göze hoş gelen şekilde olduğunu söyleyemeyeceğim ama yine de kazanmıştık. İnsanların şimdi en çok konuştuğu şey maçı çevirdiğimiz o son iki-üç dakika. Basler'in golünü konuşmayacaklar, Münih'in oyunu domine edip direğe takılmasını konuşmayacaklar… Konuşacakları şey yedeklerin oyuna girip son dakikalarda iki gol atması olacak. Ama karşılaşma sırasında muhtemelen herkes Münih'in kazanacağını düşünüyordu. Futbol işte bu yüzden harika bir spor. 90 dakika boyunca sıkıcı giden bir maç bir anda insanların hayat boyu unutamayacakları bir hatıraya dönüşüyor. Teddy ve Ole'nin oyuna girdikleri anları hatırlıyorum, ilk golü bulduktan sonra belki uzatmalara götürebiliriz diye düşünmüştüm. Ama gözünüzü bir açıp kapatıyorsunuz, tarih karşınıza geliyor. Bu normal bir şey değil, bu ancak masallarda olacak bir şey.

Andy Cole ile müthiş bir kimyaya sahiptiniz. Cole bir röportajında aranızdaki uyumu "Bir kadına ilk görüşte aşık olmak gibi" diye anlatmıştı. Bu sizin için de geçerli miydi?

(Gülerek) Evet aramızda özel bir bağ olduğu kesin ama karı kocadan öte kardeş gibiydik. United'a ilk geldiğimde Andy'nin yerini alacağıma dair dedikodular vardı. Onun için bunları duymak eminim ki zor olmuştur fakat o ayakta kaldı. Bana Manchester'da nasıl yaşanılacağını gösterdi, beni evine davet etti. Ailesi ile tanıştırdı, yemekler yedik. Zaten Newcastle'dan beri oyununun hayranıydım. Bana resmen kucak açtı ve her geçen gün daha da sıkı bir bağ kurduk. İlk iki ayımda birlikte oynamadık. Ole ve Teddy ile hatta Giggs ile birlikte oynadım. Andy, o sıralarda yedekte ne yapabileceğini düşünüyordu ama bu sınavı geçebilecek kararlılığı ortaya koydu. Kolay yolu seçip kulüpten ayrılmadı. Benimle oynamaya başladığında bir şeyler hissetmiştik, antrenmanda iyi gözüküyorduk ama sahaya çıkıp tüm dünyaya kendimizi kanıtlamamız gerekiyordu.

Bir gün Ferguson gelip "Andy, bugün Dwight ile başlıyorsun" dedi ve sonrası malum. Telepatik bir ilişkide gibiydik, çok açık bir anlaşmamız vardı. Futbol çok kolay ve eğlenceli bir şey gibi geliyordu. Bir tarafta Beckham, diğer tarafta Giggs, orta sahada Scholes, savunmada Stam, kalede Schmeichel... Müthiş bir iskeletti. Her maça "Bugün kaç gol atacağız?" diye çıkıyorduk ve bu soyunma odasında da hissediliyordu. Şampiyonlar Ligi grubunda altı maçta 20 gol atmıştık. İlk 20-25 dakika zorlu geçiyordu ama kalitemize güvenince her şey ardından geliyordu. O takımla oynamak büyük zevkti.

"Gözünüzü bir açıp kapatıyorsunuz, tarih karşınıza geliyor. Bayern Münih finali ancak masallarda olacak bir şeydi..."

"Gözünüzü bir açıp kapatıyorsunuz, tarih karşınıza geliyor. Bayern Münih finali ancak masallarda olacak bir şeydi..."

Ferguson genel olarak çok da yetenekli gözükmeyen futbolculardan maksimum verim alırdı. Bunun sırrı neydi?

Çok iyi bir insan idarecisiydi. İletişimi doğru bir noktadan kurardı. İyi bir teknik adam olmanın şartlarından birisi de oyunculardan yüzde 20-25 daha fazla performans çıkarmaktır. Daha çok koşarlar, daha çok çalışırlar, son birkaç metreyi daha hızlı koşmaya çalışırlar, daha fazla inanırlar… Teknik adamın size güvenip dünyaca ünlü stadyumlarda dünyaca ünlü takımlara karşı formayı vermesi bunları sağlar. O insan için fazladan birkaç metre daha koşmak istersiniz. Yapabileceğinizi düşünmediğiniz şeyler yaparsınız. Sir Alex Ferguson bunu uzun süreler boyunca yaptı. Sert mizaçlıydı ve antrenmanlarda çok talepkârdı. Çekinirdiniz çünkü onun her şeyin hâkimi olduğunu bilirdiniz. O'Shea, Fletcher ve benzer bazı isimler hiçbir zaman çok yetenekli futbolcular olmadılar ama uzun yıllar Manchester United'da oynayıp en üst düzey oyuncular gibi gözüktüler. Teknik direktör ve etrafındakiler bazen senin tahmin ettiğinden çok daha iyi bir oyuncu olmanı sağlayabiliyor. O kırmızı formayı giyip ya küçülürsün ya da büyürsün. Kulübe girdiğim andan itibaren bu formanın getirdiği zorlukları kucakladım.

7 Numaralar

United tarihinde 7 numarayı giyenler arasında bir karşılaştırma yapmam gerekirse; Cantona ben gelmeden önce oynuyordu. Çok özel bir karakter, bugünlerde bile bir ikon. Ronaldo ise tarihin en iyi futbolcularından biri. Ama bende Beckham'ın yeri ayrı. Giggs ya da Scholes ile olan bağım gibi. Her zaman yetenekleri azımsanmış bir futbolcu oldu ne yazık ki. Kariyerimde payı büyüktür. Öyle servis yapan bir futbolcuyla oynarken gol atmanız daha kolaydır.

Futbolcu ve menajer Roy Keane... Her ikisiyle de çalıştınız, nasıl deneyimlerdi?

Futbolcu Roy Keane tahtaya adı ilk yazılanlardandı, üst düzey kalite. Saha içi ve saha dışında her şeyle ilgilenen fantastik bir kaptandı. Teknik direktörün de işini kolaylaştırırdı. Onunla hiçbir sorun yaşamadım. Teknik direktör olarak Roy Keane ise bana sorarsanız bir menajer olmak için her türlü malzemeye sahipti. İlk zamanlarında elde ettiği başarılardan sonra çok daha üst seviyelere çıkabileceğini düşünmüştüm. Birey olarak inanılmaz bir aurası vardır, soyunma odasına girdiğinde herkes ona saygı gösterirdi. Sorun yaşadığı konu, oyuncularla iyi ilişkiler kuramamaktı.

Bu biraz da artık takım yönetme tarzının değişmesiyle mi alakalı sizce?

Teknik adamlık geçmişine baktığımda Keane'in iyi bir milli takım hocası olabileceğini düşünüyorum. Bunu dememin sebebi ise kulüp teknik direktörü olduğunuzda bir kulübün tüm işleri ile her dakika uğraşmak zorundasınız. İngiltere'de kulüp teknik direktörü olduğunuzda kulübün her departmanı ile ilgilenip yönetim kurulu ile konuşmalısınız. Bence başarısız olmasının sebebi buydu, buna alışmak zorundaydı. İnsanların övülmesi gerekiyorsa övmeliydi, daha sıcak yapıda olmalıydı. O daha ziyade Brian Clough ve Alex Ferguson ekolünden geliyordu ama futbol artık eskisi gibi değil, ilerledi. Artık Klopp veya Guardiola gibi talepkâr olurken bir yandan da iyi ilişkiler kurmanız gerekiyor. Eskiden teknik adamlar gücü elinde tutardı, şimdi futbolcular daha güçlü. Artık oyuncular işler ters gittiğinde teknik direktöre karşı gelebiliyor ama bizim zamanımızda Sir Alex'e, Clough'a veya Ron Atkinson'a karşı gelemezdiniz, aksi takdirde yedek kulübesine giderdiniz. Teknik direktörler artık kovulma listesinde ilk sıradalar. Oyuncularına karşı daha dikkatli olmak zorundalar. Çağ değişti.

Üç sezon sonunda United'dan ayrıldınız. Bu sizin isteğiniz miydi yoksa Ferguson'ın verdiği bir karar mıydı?

Özel hayatımda bazı sorunlar yaşıyordum, sonrasında çocuğumun hastalığına kadar giden zorlu bir süreçti. Alex Ferguson da Ruud van Nistelrooy'u kadroya katmıştı. Ruud'u çok severdim, harika bir insandı ve müthiş bir golcüydü. Ben de tekrardan 11'e girebilmek için çalışıyordum ama belki de bunun için çok geçti. Karar çoktan verilmişti.

Dönüp baktığımda Sir Alex Ferguson ile ilgili idrak ettiğimi konu bu: Zamanınız dolduysa dolmuştur. Zor kararları kısa sürede verip uygulayabilen; benim için değil, kulübü için o kararları veren biri. Elbette hayal kırıklığı yaşıyordum. Blackburn Rovers ile anlaştığımda hocanın ofisine gittim. Bana "Dinle, ayrılacağını biliyorum ve seninle yaşadıklarımızı unutmayacağım. Hepsi çok özeldi. Hayal kırıklığı yaşayacağını biliyorum. Her oyuncu yaşar. Bu kulüpte her zaman büyük bir keyifle karşılanacaksın. Asla unutulmayacaksın, kulübe kattıkların unutulmayacak. Ben de seni her zaman farklı bir yerde hatırlayacağım" dedi.

Onun kişiliğini yansıtan cümlelerdi. Diğer insanlara geçmişte ne dedi, bilmiyorum ama bana dediklerinden yola çıkarak tahmin edebiliyorum. Bunlar harika bir adamın cümleleri. "Kapımız sana her zaman açık, her zaman burada harika karşılanacaksın ve herhangi bir sorunun olduğunda beni her zaman arayabilirsin." Bugün bile Sir Alex Ferguson'dan her sene yeni yıl kartları alıyorum. Onunla çok iyi bir ilişkiye sahibim. Zamanında bana neden sert davrandığını şimdilerde anlayabiliyorum. "Neden beni sevmiyorsun?" diyordum ama aslında davranışlarının ardında benden en iyi performansı çıkarmak vardı. O bende daha da fazlasının olduğunu düşünüyordu. Belki de onu daha çok dinlemeliydim... Ferguson'a her şey için minnettarım. Benim için bir baba figürüydü.

"Blackburn Rovers ile anlaştığımda hocanın ofisine gittim. Elbette hayal kırıklığı yaşıyordum."

"Blackburn Rovers ile anlaştığımda hocanın ofisine gittim. Elbette hayal kırıklığı yaşıyordum."

Hikâyenizin başladığı yere dönelim. Trinidad ve Tobago ile kariyerinizin sonlarına doğru 2006 Dünya Kupası'na gitmeyi başardınız. Katılmak bile mühimdi, öyle değil mi?

Hem de nasıl! Kariyerinizin sonuna gelince, altı tane Dünya Kupası elemesi oynadıktan sonra -1,4 milyon kişilik ülkem için 24 sene boyunca çalışmışım- 2006 Dünya Kupası'na katılıp o takımın kaptanı olabilmek, 35 yaşında bunu başarabilmek pastanın üzerindeki çilektir. Dünya Kupası'nda İngiltere'ye karşı oynayabilmek harikaydı. Kaptanları Beckham'dı. Seremonide karşı karşıya gelmiştik. Tarihi anlardı.

Bakınca futbolcu olmanın kötü bir yanının olduğunu düşünmüyorum. Harika anlar geçirdim ve hepsi için minnettarım. Kariyerimde birçok gurur duyduğum an yaşadım, üç kupalı sene bunlardan birisi ama ülkemi en üst seviyede temsil edebilmek, halk için bunun ne demek olduğunu bilerek bunu gerçekleştirmek. Pastanın üzerindeki çileğin üzerindeki kremanın üzerindeki… (Gülerek) Her şeyin üstündeydi. Dünyada birçok üst düzey oyuncu Dünya Kupası'na katılamamıştır. Takım arkadaşım Ryan Giggs'ten Liam Brady'ye kadar... Küçücük ülkemle kupaya katılmak ve o takımın kaptanı olabilmekten daha iyi bir son düşünemiyorum.

Tugay Kerimoğlu

Müthiş bir futbolcuydu. Blackburn'de biz golcülerin işini çok kolaylaştıran bir orta sahaydı. Ayrıca harika bir karaktere sahiptir. Onu takım arkadaşı olarak çok severdim. Bildiğim kadarıyla şimdilerde yorumculuk yapıyor. Aslında onda büyük teknik adam olacak futbol zekâsı vardı. Onu keyifli anılarla hatırlıyorum. Tıpkı eski takım arkadaşlarım Ronny Johnsen, Brad Friedel gibi...

Kariyerinize kanatta başlayıp orta saha olarak tamamladınız. Nasıl bir dönüşümdü bu?

Kanat olarak başladım, forvete geçtim ve sonrasında defansa yönelik orta saha... Biraz daha oynasam belki kaleye geçerdim. Her pozisyonu oynadığım için çok şanslıyım. Kariyerimin sonlarında eski hızıma sahip değildim ama gerekli oyun görüşüne, top kontrolüne ve deneyime sahiptim. Böylece etrafımdaki gençleri daha çok koşturabilme şansına sahip oldum ve ek olarak üç sene daha forma giydim. Daha ne olsun...

"2006 Dünya Kupası'na katılıp o takımın kaptanı olmak pastanın üzerindeki çilekti. Hele İngiltere'ye karşı oynamak..."

"2006 Dünya Kupası'na katılıp o takımın kaptanı olmak pastanın üzerindeki çilekti. Hele İngiltere'ye karşı oynamak..."

Manchester United, Alex Ferguson döneminde kalan bir kimliği mi arıyor sizce bugünlerde?

United her zaman başarı beklenen bir kulüp, yeni bir kimlik inşa etmek kolay değil. City ve Liverpool gibi ezeli rakiplerin son yıllarda üstünlük kurması da yardımcı olmuyor. Guardiola ve Klopp gibi teknik adamların dışardan geldikleri için bir kredileri var. Üstelik teknik direktör etkisini daha net görebildiğimiz bir dönemdeyiz. Evet, futbolcular birey olarak daha güçlüler ama devamlılık arz eden başarılar elde etmek için bir felsefeye ve oyun kimliğine ihtiyacınız var. Aslında Ferguson zamanına benziyor bu açıdan ama oyuncu iletişiminde daha farklı bir yol izlemek gerekiyor. Bu çağın gereklilikleri 1990'lardan hatta 2000'lerden bile farklı. İstatistik bilimi, teknolojik gelişimler ve fark yaratan detaylar artık futbolun önemli birer parçası. Ana felsefeyi bunlarla beslemek gerekiyor. Elbette tüm bunları sahaya yansıtacak yetenekleri haiz futbolculara sahip olmak gerekiyor. Eğer oyun felsefenize uygun futbolcular yoksa o zaman var olan malzemeden bir şeyler yaratmanız gerekir. Ole bu konuda aslında doğru seçim gibi duruyor. Marcus Rashford, Jesse Lingard ve Scott McTominay gibi alttan gelen yetenekler aslında '92 Sınıfı çizgisinde bir kimlik temeli oluşturabilir. Ama Ole'nin bu tip bir kimliği oluşturması için gereken zamana ne kadar sahip olduğu asıl büyük soru işareti. United kültüründe agresif, üstün gelen bir takım olmanız gerekiyor. Kontratak ya da savunma temelli bir futbol kabul görmez. Kültür meselesi bu. Ben de yakın zamanda teknik direktörlük yolunda ilerleme konusuna kafa yoruyorum. Kimbilir, belki ileride bir gün bir Türk takımını çalıştırırken sohbet ederiz yine.

Socrates Dergi