
Mavi-Beyaz Film Gibi Biraz
12 dk
Arjantin, Manu Ginobili’nin önderliğindeki ‘altın kuşak’ sayesinde, 2000'li yıllarda dünya basketbol sahnesinin başrollerinden biri oldu. Bu masalın devamını Rio’da da izledik.
Dan Franck, unutulmaz romanı Ayrılmak’ta “Sadece gerçek bir kopuş, bir insanı olgunlaştırabilir” diyordu. Manu Ginobili’nin takviminde o ‘kopuş’, 8 Eylül 2002 akşamına denk geliyor: Indianapolis’te bir otel odası… Arjantin Milli Takımı, birkaç saat önce Dünya Basketbol Şampiyonası’nın finalinde, Yugoslavya’ya uzatmada boyun eğmiş… Ayak bileği davul gibi şiş Ginobili, maçta sadece on dakika sahada kalabilmiş ama elinden hiçbir şey gelmemiş… İçini kemiren, göğsünü çelik bir mengeneyle sıkıştıran da bu zaten; finalde arkadaşlarını sahada yalnız bırakmış olması…
Bir şey daha var; normal sürenin son saniyeleri gitmiyor gözünün önünden… Skor 75-75’ken, bitime 6 saniye kala Scola’nın orta sahada topu Divac’tan çalıp bomboş turnikeye gitmesi… Faul çizgisine geldiği anda duyulan düdük… Yunan hakem Pitsilkas’ın faul demesi… O faulden doğan iki serbest atışı kaçıran Divac’ın kireç kesilen yüzü… Son topta insanüstü bir hızla rakip çember altına dalan Sconochini’nin, tam topu elinden çıkartırken bir UFO gibi üzerine gelen Jaric’in darbesiyle kendini yerde bulması… Daha 6 saniye önce “Skoru belirleyecek düdük çalmayalım” prensibini çiğneyen hakemlerin, bu defa hiçbir şey olmamış gibi “Maç bitti” demesi…
Hepsi, hepsi onu karanlık bir girdabın içine çekiyor. Kopuşunu hızlandırıyor. Takım arkadaşlarından, sevdiklerinden, basketboldan, inançlarından, her şeyden kopuyor Manu Ginobili, o otel odasının hüznünde... Henüz 25 yaşında ve Kinder Bologna ile Euroleague şampiyonluğu yaşamış, Arjantin’i Dünya Şampiyonası finaline taşımış olmasına karşın, basketbolun anavatanı Amerika’da onun adını doğru telaffuz edebilen bir tek kişi yok.
Birkaç yüz metre ileride, şehir merkezinin afili et lokantalarından Ruth’s Chris, gümüş madalyayı kutlayan Arjantinli oyuncuların şen kahkahalarıyla çınlıyor. Bileğindeki dayanılmaz ağrı, ayağının üzerine basamadığı için orada olamayan, odasında üzerine çullanan hayaletleri kovmaya çalışan Ginobili’nin kopuşuna yardımcı oluyor…
Ruth’s Chris’teki eğlenceli havaya tanıklık eden diğer müşteriler biraz şaşkın. Tesadüfen orada bulunan San Antonio Genel Menejeri RC Buford, “Daha önce hiç böyle bir oyuncu grubu görmemiştim” diyor ve devam ediyor: “Sonuç olarak, favori çıktıkları finali kaybetmiş bir takımdı. Ama birbirlerini teselli etmek ve o gecenin tadını çıkarmak için her şeyi yaptılar.”
Turnuvayı bizlere ulaştıran NTV ekibi de mavi-beyazlı ekibin kurban gittiği haksızlığa içerlemiş ve çok üzülmüş. Murat Kosova’nın kaptanlığında, koç Ruben Magnano’nun yanına gidip duygularını paylaşıyor ve “Siz bizim gönlümüzün şampiyonusunuz” diyorlar. Magnano mahcup, hayatında ilk kez elini sıktığı insanların bu kadar üzülmesine “Olur böyle şeyler” cevabını veriyor, hayretle karışık…
Ayak sesleri ilk olarak 1997’de, Melbourne’deki 22 Yaş Altı Dünya Şampiyonası’nda duyulan bir takım bu… Orada yarı final oynuyor, şampiyonluğa ulaşan Avustralya’yı yenen iki takımdan biri oluyorlar. (Bilin bakalım, diğeri kim? Doğru cevap: Türkiye!) Sonra 1999 Amerika Kıta Şampiyonası geliyor. 90’ların başından beri milli takımı sürüklemeye çalışan Juan Espil, Marcelo Nicola ve Ruben Wolkowysky üçlüsü artık biraz yorgun düşmüş ama taze bir kan, müthiş bir heyecan var kampta…
Luis Scola o günleri “Toplandık ve kendi kendimize söz verdik. Biz bu takımı olimpiyata götüreceğiz diye… O güne kadar ülkemizin basketbolda hiçbir başarısı yoktu” sözleriyle anımsıyor. Scola haklı – küçük bir yanılma payıyla… Onun doğumundan tam 30 sene önce, 1950’de Arjantin, Dünya Şampiyonası’nda altın madalya kazanmıştı! Savaştan yeni çıkmış bir dünyada, Avrupa ülkeleri on sağlam oyuncuyu bir araya getiremezken kazanılan bu şampiyonluğun ve 1952 Helsinki Olimpiyatı’ndaki dördüncülüğün arkası gelmeyince, o günler siyahbeyaz fotoğraflarla birlikte soldu gitti.
Arjantin, daha çok politik bataklığıyla, rüşvet ve skandal haberleriyle, binlerce insanı canından eden, daha fazlasını sakat bırakıp hapishanelere tıkan askeri darbeleri ile dünyanın gündemine giren bir ülke olarak tanındı.
Indianapolis’teki o geceden sonra Manu Ginobili, bambaşka bir adam oldu. Bileği iyileşir iyileşmez, kendisini 1999’da ikinci tur 57. sıradan draft eden (ve aslında bu tercihi yaparken fazla beklentisi olmayan) San Antonio Spurs ile antrenmanlara başladı. Önünde uzun bir NBA kariyeri olduğunu düşünüyordu ama onunla aynı fikri paylaşan insanların sayısı bir elin parmaklarını bulmazdı. En büyük şansı, ona en çok inanan kişinin Gregg Popovich olmasıydı.
Ginobili, Buenos Aires’in güneyindeki Bahia Blanca’da, basketbolcu bir ailenin oğlu olarak büyümüştü. Babası antrenör, ağabeyi profesyonel oyuncuydu. Küçük Manu öyle zayıftı ki lise yıllarına kadar kimse onun oyuncu olmasını ummuyordu. Sürekli rakiplerin sertliklerine maruz kalan, her maçta en az on kez yere yapışan, her seferinde kalkıp üstünü başını silkeledikten sonra büyük bir serinkanlılıkla faul atışlarını kullanan tuhaf bir çocuk…
O sıska çocuk, önce İtalya’da Reggio Calabria’nın birinci lige çıkmasına yardım etti, ardından Kinder Bologna Avrupa’nın en büyüğü olurken MVP seçildi. Sonra da Arjantinli arkadaşlarını peşine takıp dünyayı ayağa kaldırdı.
1999’da milli takım kampında söz verenler ve sonraki yıllarda o kadroya katılanlar; Luis Scola, Fabricio Oberto, Pepe Sanchez, Walter Hermann, Carlos Delfino, Pablo Prigioni, Hugo Sconochini, Alejandro Montecchia ve Andres Nocioni’ydi… Özetle bugün ‘Altın Kuşak’ olarak bildiklerimiz, Eylül 2002’de gümüş madalyayı kutlarken sonraki yıllarda dünya basketbolunu nasıl domine edeceklerinden habersizdi. Onlar yalnızca bir sonraki büyük organizasyon olan olimpiyatta, Atina’da parkeye çıkabilmenin hayalini kuruyorlardı.
2002-2003 NBA sezonu başlayıp, Ginobili de şampiyonluğa koşan San Antonio takımının durdurulması en zor isimlerinden biri olduğunu ortaya koyunca, işler değişti. Yıldız adayı olarak gittiği Amerika’dan ‘lider’ olarak döndü milli takıma… 2004 yazında Atina’nın meşhur OAKA Salonu’nu dolduran binler, sadece Manu’nun baş döndüren hareketlerini izlemekle kalmadılar; olimpiyat tarihinin önemli bir sayfasına da tanıklık ettiler. Sahada basketbol oynayan bir Maradona vardı sanki… Bu oyunu yıllardır izleyenlere “Yok artık!” dedirten tuhaf bir harekete kalkışıyor, sonra da herkese ilk cümlesini yutturacak şekilde bitiriyordu. Açıklanması zor, garip bir fundamental’ı vardı. Yanlış yapıyormuş gibi görünüyor ama ne yapıp edip en doğruya ulaşıyordu.
Mağlubiyet nedir aklına getirmeyen, vurunca yıkılmayan, düşünce hemen kalkan, en zor hareketleri çocuk oyuncağıymış gibi gösteren ve etrafındaki tüm arkadaşlarını daha iyiye doğru iten Ginobili sayesinde Arjantin, iki yıl ertelemek zorunda kaldığı zafer çığlığını dünyaya duyurdu. Hem de olimpiyat kürsüsünün tepesinden! Benzersiz mavi-beyaz formasıyla futbolun kupalarını kucaklamasına aşina olduğumuz o ‘uzak ve güzel ülke’ sokaklara döküldü, sabaha kadar dans etti. 1992 yılında NBA oyuncularının olimpiyatlara kabulünden beri ilk kez ABD dışında bir takım olimpiyat şampiyonu unvanını alıyordu – bir daha da bunu yapabilen çıkmadı zaten.

Dört yıl sonra Beijing’den bronz madalya ile döndüler. 2012 Londra, sonun başlangıcı oldu bir bakıma… ‘Altın Kuşak’ artık hayli yaşlı ve yorgun, liderleri ise NBA’de aldığı darbeler yüzünden bir türlü tam iyileşmeyen çeşitli sakatlıklarla maluldü. Yine de yarı final oynadılar, bronzu kıl payıyla Rusya’ya kaptırdılar. O gece yine adet olduğu üzere hep birlikte yemeğe gitti takım... Beraber sevindikleri, çılgınca eğlendikleri gibi birbirlerinin omzuna yaslanıp ağlamayı da biliyorlardı. Ginobili ayağa kalktı, “Bunca yıl sizinle beraber oynadığım için çok şanslıyım. Başka oyuncularla kazanmak yerine, sizinle birlikte mücadele edip kaybetmeyi tercih ederim. Bizi sonsuza kadar birbirimize bağlayacak olan galibiyetlerimize ve yenilgilerimize…” diyerek kadehini kaldırdı.
2016 Rio, aslında dört yıl önce yaşanmış olan ama kimsenin göremediği bu veda sahnesinin, kameralar önüne taşınmış olanıydı. Çeyrek finalde Arjantin, ABD ile eşleşti. Güçleri ancak bir çeyrek başa baş oynamaya yetti. Maçı farklı kazanan ve yoluna devam eden, Mike Krzyzewski’nin öğrencileriydi. Amerikalılar tek tek gelip Ginobili’ye sarıldı. Hakemler maçın topunu ona hediye etti. Maç, turnuva, hayır, hayır… Koskoca bir dönem bitmişti.
Mavi-beyaz bayraklarla donanmış tribünler, kadınlı-erkekli binlerce insan yerlerinden kıpırdamadan, gözyaşları içinde dakikalarca şarkı söylemeyi sürdürdüler. Ginobili ve arkadaşlarını uğurluyorlardı. Bu büyük kopuşun, umutlu bir geleceğin habercisi olabileceğine inanmaktan başka bir şey kalmamıştı ellerinde…