Meşakkat

14 dk

Ersun Yanal, Süper Lig'de şampiyonluk yaşarken de Türkiye A Milli Takımı'nı çalıştırırken de büyük bir camianın figürü olarak yedek kulübesinde bulunmadı. Herkesten farklı bir şekilde onu buralara getiren, yürüdüğü meşakkatli yoldu.

Kariyerinde son olarak Antalyaspor'u çalıştıran Ersun Yanal, şu sıralar gelen teklifleri değerlendirmekten ziyade doğru bir planlamanın peşinden gitmeyi bekliyor. Bu planlamalara yalnızca antrenörlük çerçevesinden bakmayan Yanal ile bol güneşli bir Zoom seansında buluştuk, hem geçmişi yâd ettik hem de Türk futbolunun geleceğine odaklandık.

Futbolu çok erken bırakıyorsunuz ve futbolculuk yıllarında antrenör olma isteğinizden bahsediyorsunuz. Evet, belki şu sıralar genç antrenörlere fazlasıyla alışkınız fakat o dönem o yaşlarda antrenör olmak isteyen insan sayısı azdı. Ne tetiklemişti bu isteğinizi?

O dönemi anlamak için geriye gitmek lazım. Ben ikinci ve üçüncü liglerde futbol oynadım ama futbolla alakalı yaşanan belirsizlikler her zaman kafamı kurcalıyordu. Sakatlanır mıyım, okulu bırakmak zorunda kalır mıyım, profesyonel olamazsam ne olur... Bu gibi detaylardan kendimi sıyırdım ve tercihimi okuldan yana kullanarak ülkedeki sayılı spor akademilerinden birinde, Manisa Spor Akademisi'ndeki antrenörlük bölümlerinde eğitim aldım. Akademiye başladığımda tanıştığım Tevfik Eroğlu, Köln Spor Akademisi'nden gelmişti. O dönem akademideki diğer hocalar da aşmış vizyonlara sahiptiler. Onlar bizi çok etkiledi.

O vizyon ışığında başlayarak Nazilli Belediyespor ve Sarayköyspor gibi üçüncü lig takımlarında hem futbol oynadım hem de antrenör yardımcılığı yaptım. Bu antrenör yardımcılığı, 1988-89 yılları arasında Denizli Belediyespor'un antrenörlüğünü yapma şerefi ile taçlandı. Sonra da sırayla Sarayköyspor ile Denizlispor altyapılarında baya meşakkatli yollardan geçtim. Ancak esas meşakkat, söz konusu bilim olduğunda devreye giriyordu. Örneğin o dönem Bilim Teknik dergisi yayımlanırdı ve dergide Caner Açıkada ile Emin Ergen'in spor köşesi olurdu. Her spor için o köşeyi inceler, kendime notlar alırdım. Aldığım notları da antrenör seminerlerinde gündeme getirmeye çalışırdım. Ne zaman bunları gündeme getirsem, bize hep aynı damgayı vururlardı: "Siz kondisyonersiniz!"

Tabii ki kondisyonerlik kötü bir şey değil ancak bu yaftalarda bulunan kişiler bizim diğer departmanlar için ne kadar çalıştığımızı hiçbir zaman bilmedi, daha doğrusu bilmek istemedi. Zaten bizim derinleştiğimiz yer esas orasıydı ve biz bu derinleşmeyi bilerek, düşünerek yaptık.

Derinleştiğiniz bir diğer departman da analiz seanslarıydı...

İlk analiz maceramızı anlatayım... Bir tane 256 MB, büyük masaüstü bilgisayarımız vardı. Hard diskleri içine yüklediğimiz o bilgisayarlarla noktalama, işaretleme, çizme, yön belirleme, geriye dönüştürme ve benzer işaretler bularak analiz yapmaya çalışırdık. Güçlüğe bakar mısınız?

Ardından Simi ile analiz süreçleri dahil oldu galiba, değil mi?

1999 yılı. Simi'nin enteresan bir hikâyesi vardır, hatırladığınız için teşekkür ederim. Orada tek bir maç analizi yapabilirsiniz ve o maçları üst üste bindiremezsiniz. Bu analizleri yapabilmek için mühendislerin kullandığı aydınger kâğıtlarını kullanırdık. Aydınger kâğıdını alır, fotokopisini çeker, diğer kâğıdın üzerine koyarak onları tekrar noktalardık. Tüm bu noktalamalar üst üste bindiğinde de oyuncuların aksiyon bölgelerini takip ederdik. Bugün belki bu kadar meşakkatli yol tercih etmek sağlıklı olmayabilir ancak o gün için böyle bir vizyon ve teknolojiyi oyuna sürme gibi bir düşünce yoktu ülkede. Dünyada bile yoktu belki de. Ben bunları her zaman hayal ederek yaptım. Tabii bu hayallerim hep esprilere konu oldu... "Bilgisayarın fişini çıkarırsam her şey biter", "Ben baktım mı anlarım, monitöre ne gerek var" vesaire... Ama hayır, artık baktığınız zaman anlamıyorsunuz.

Az önce size gelen eleştirileri söylediniz ama sizle alakalı akla gelen ilk eleştiri, "Ersun Yanal'ın takımı iyi başlar, sonra da düşer" olurdu genelde.

"Ersun'un takımı sonradan oyundan düşüyor..." Ben buna gülüyorum. Şimdi de güleceğim. (Gülüyor.) Nasıl düşüyor kardeşim, bana bir anlat. Salihlispor'da çalışıyorum, Salihlispor'da o dönem 11 oyuncu Süper Lig'e transfer yaptı, 11 oyuncu. Denizlispor'a geliyorum, o dönemin 16 milyon lira nakit parasıyla Yusuf (Şimşek), Bülent (Akın), Ümit (Bozkurt) transfer oluyor büyük takımlara. Arkasından Ali Tandoğan, Veysel (Cihan), El Saka gibi bir sürü isim gidiyor. Ankaragücü'ne gidiyorum, Ramazan'ından (Özalp), Adem Koçak'ına yine transfer yapıyor. Gençlerbirliği aynı şekilde...

Hangi takımım süreç içinde oyundan düşmüş, hangi oyuncularımın gelişimi yavaşlamış? Bunu iyi analiz etmek lazım. Böyle durumlarda siz ne kadar iyi giderseniz gidin, takımı tek bir hedefe kitlemek de elbette işleri zorlaştırıyor.

Gençlerbirliği ile ilk sezonunuzdaki Altay maçı sonrası takımı tutmakta zorlanmıştınız. "Kazansak şampiyon olabilirdik" diye hiç düşündünüz mü?

Tabii ki. Ben düşünmüyorum. Oyuncum düşünüyor ve hatta söylüyor. Zaten bana sorarsanız oyuncum o maçta gerekli tepkiyi gösterdi... Ardından dediğin gibi Adana'ya mağlup olduk ve ister istemez bıraktık.

Hem Ankaragücü hem de Gençlerbirliği ile başarması çok zor işlere imza attınız. Bu başarılarda az önce konuştuğumuz bilimi merkeze almanın, analizlere önem vermenin, kısaca farklı bir yol izlemenin ne kadar payı vardı?

Farklı bir yol denemek demeyelim buna. Sizin dünyanızda kullandığınız iletişim tekniklerinin çok daha üst versiyonlarını kullanmak, sizin için bir değişiklik midir? Bugün uzay teleskobu için bir adım atıldı. Bu bir farklı yol izleme midir? O gün futbolun ihtiyacı olan neydi? O gün futbolun ihtiyacı olan şey bilimsel yaklaşımlardı. Bugün veya o gün kullanılan bilimsel araçları farklı yollar olarak görmeyelim. Bunu, bilimsel olarak izlenen yolun doğruluğu olarak görelim. "Farklı bir yol denedik ve başardık" meselesi değildir bu yaşananlar. Benden önce de deneyen oldu ama ya yanlış yaptılar ya da gidilmesi gereken yolda talep edilen meşakkati veya dayanıklılığı gösteremediler. Biz o dayanıklılığı gösterdik.

O dönemlerde sakatlıkları daha iyi anlamak için makaleler okumam, sağlık personelleriyle sıkı ilişkilere girmem, 30'un üzerinde ameliyat seyretmem ve olayları daha iyi anlamaya çalışmam farklı bir yol denemek değil. Olması gereken yolu doğru bir şekilde yürümek. Oyuncu geliyor, bir kan alınıyor, kandan bakılan bir enzim oyuncunun sakatlanıp sakatlanmayacağını bana söylüyor. Ve ben bunu yapınca bana "Farklı bir yol izliyorsun" deniliyor. Hayır, farklı bir yol değil bu; olması gereken yol. Bilim böyle söylüyor. Size düşen şey, bilimin böyle yorumlanmasını anlayacak aklı kullanmak. Bunu kullandığınızda ise "Futbol, futboldur" diye eleştiri alıyorsunuz. Hayır kardeşim. Futbol, futbol değildir.

2002-2003 Gençlerbirliği

2002-2003 Gençlerbirliği

Gençlerbirliği'nde gelen unutulmaz Avrupa başarısına bakınca; Deniz Barış, Serkan Balcı, Ali Tandoğan, Erkan Özbey, Mustafa Özkan ve Baki Mercimek gibi kadroda çok fazla yerli isim göze çarpıyor. Şimdilerde ise "Yabancı sınırından dolayı Avrupa'da başarı gelmiyor" düşüncesi hâkim. Nasıl okumak gerekir bu kontrastı?

Güzel bir tespit bu ama bence orada dikkat edilmesi gereken konulardan biri de takımın yaş ortalamasıdır. Biz o dönemde takımın yaş ortalamasını 24-25'lere düşürerek başarılı olduk. Gençlerbirliği'nden milli takıma gittikten sonra da ilk işim benzer bir şey yapmaktı. Pamukkale'de spor yazarları toplantısı gerçekleştirildi, ben o dönemin genç oyuncuları ile ilgili aktarımda bulundum, sunum yaptım. O oyuncularımızın kendi takımlarında oynamadığını, oynamamaya başladığını; milli, ümit ve genç takım süreçlerine geldiklerinde kendi takımlarında yer almadan, kendi takımlarının PAF takımları gibi altyapılarda yer alarak geldiklerini anlatmaya çalışmıştım. Peki bana ne dediler? "Sen onu bunu boşver. Almanya'ya nasıl gideceğiz, onu anlat." Dedim ki "Almanya'ya gideriz ama Almanya'ya gidemezsek birçok şeyi de ıskalarız." Bence birçok şeyi ıskalıyorduk, ıskaladık ve hâlâ da ıskalıyoruz.

Hazır futbolun bu kısmına geçmişken soralım... Şu sıralar bağlı tweet'lerle Türk futboluna sesleniyorsunuz. Son olarak kurduğunuz cümlelerden biri de Süper Lig'in bir misyonunun olmayışıydı. Ne olmalıdır bu ligin misyonu?

Sen Süper Lig'in misyonunu bir yerde okudun mu?

Hayır.

Bu bir sorun işte. Okuman ve bilmen gerekirdi ama ne okudun ne de biliyorsun çünkü ortada öyle bir misyon yok. Biz neden bu oyunu oynuyoruz, belirsiz. Şampiyonlar Ligi'ne gitmek için mi? Hani, gidebiliyor muyuz artık Şampiyonlar Ligi'ne? Yoksa iki milyon euro'luk şampiyonluk primini kazanmak için mi? Ne için oynanıyor arkadaşlar bu oyun? Biz, misyonumuzu ve vizyonumuzu yazmalıyız. Misyonumuzu, vizyonumuzu yazıp ona karşı olan sorumluluklarımızı bilip içerideki hedeflerle oraya koşmalıyız. Biz hangi ligiz? Biz Avrupa'nın en büyük ekonomisine sahip beş ligden bir tanesiydik. Peki bugün neredeyiz? Kaçıncı ligdeyiz? Kaçıncı ekonomiyiz? Sorarım size: Buraya batarak mı geldik yoksa sadece ülke ekonomisi mi bize buraya getirdi?

Batarak geldik.

Savrulmuş ve misyonsuz bir şekilde gittiğin bu cenahta suçlu antrenör mü, futbolcu mu? Herkes kendine çalışıyor. Görmüyoruz. Oradaki kötülükleri görmüyoruz. Bir sene transfer yapmıyor, bir sene transfer yapıyor. Nasıl oluyor? Nereden buluyor? Nasıl açılıyor birdenbire? Bir bakıyorsun transfer yasağı var, sonra sürüyle geliyor. Ne oldu ya? Birisi sihirbazlık yapıyor, biz hallediyoruz.

Saha içine Fenerbahçe ile bir geri dönüş yapalım. Elinizde kaliteli bir kadro ve önceki sene ikinci olmuş bir Fenerbahçe vardı. Takıma ilk geldiğinizde kafanızda hâkim oyunu nasıl kurgulamıştınız?

Bu takımın bence önemli özelliklerinden bir tanesi, içeride kazanma arzusu çok yüksek ve profesyonelliği içselleştirmiş önemli oyuncuların olmasıydı. Bunlardan biri (Dirk) Kuyt, biri Bruno Alves, biri de Raul Meireles idi. Kanatlarda Caner (Erkin) ve Gökhan (Gönül), en iyi dönemlerindeydi. Korkunç derecede gol pası ve gol aksiyonu yaratabiliyorlardı. Tabii, orta sahada Emre'nin dinamikliğine ek olarak Mehmet Topal'ın özellikle geçiş oyunundaki akıllı duruşları, sahayı paylaşması, atakları engellemesi, arkaya atılacak boş alanlara toplarda sürati bizim rakip yarı sahaya daha rahat yerleşmemize yardımcı oluyordu. Raul Meireles'ten de istediğimiz sertliği alınca, orta sahada hem geçişi yönetebilecek hem de savunabilecek bir orta saha oluşmuştu.

Raul Meireles

Raul Meireles

Ki Meireles bir dönem 11'de süre alamıyordu. Ne değiştirmişti fikrinizi?

Evet, Antalya maçından sonra düzgün bir şekilde oynamaya başlamıştı. Oynamadığı ve kadroya alınmadığı için bizimle konuşabileceğini tahmin ediyorduk, bu nedenle dersimize iyi çalışıp Chelsea ve Fenerbahçe'deki performansları arasındaki farkları gösteren bir klip hazırlamıştık. "Bu iki klip arasında bir fark görüyor musun?" diye sorduk. "Görüyorum" dedi. Biz de "O zaman aradaki farkı kapatırsan, yeniden oynamaman için hiçbir sebep yok" dedik. Antalya maçından sonra da inanılmaz bir form seviyesine kavuştu.

Aynı Antalya maçında yaptığınız soyunma odası konuşması ve takımın son dakika golü ile galip gelmesi, o sezon gelecek şampiyonluğun belki de habercisiydi. Benzer geri dönüşlerin yaşandığı soyunma odası konuşmaları hatırlıyor musunuz?

Kayseri maçı, Bursa maçı, Kasımpaşa maçı... Biz o sezonda kırılma anlarının hepsini çok doğru yaşadık. Bunun birkaç nedeni vardı. Biz, dersine iyi çalışan bir takımdık. Takım içerisinde takımın bütünlüğünü korumaya gayret eden, oynamadığında bile pozitif hava veren ve bu havasıyla takıma pozitif katkıda bulunan Selçuk Şahin ve Mehmet Topuz gibi oyuncular vardı. O takım, negatif hiçbir sonucu kabul etmemeyi refleks haline getirmişti. Olabilir, her maç mükemmel oynayamazsınız. Her sabah kalktığınızda günü aynı şekilde yaşıyor musunuz? Peki kötü gidişatları nasıl iyiye çeviriyorsunuz? Daha önce yaşadığınız tecrübedeki dinamikliğinizle, ısrarınızla o gücünüzü hatırlayarak çeviriyorsunuz. Ve bu tekrar, bir karakter meselesine dönüşüyor. O günkü takım, sahip olduğu karakterlerle en az yirmi puan fark yapabilirdi.

Sezonun en flaş cümlesi, ilk haftaki Konyaspor mağlubiyetinden sonra gelen "Biz şampiyon olacağız, diğerleri sıralamayı belirlesin" cümlesiydi. Ne inandırmıştı size bunu?

Konya maçından sonra iki tane kırılma yeri var. "Eyvah! Bittik, ne yapacağız?" diye koşup sağa sola bakmayacaktık. Bir lider, güvendiği işin içindekilere destek olup sahaya çıkar. İkinci kırılma ise Aziz Yıldırım'ın konuşması oldu. O dönemde Sayın Yıldırım 3 Temmuz davaları ile uğraşıyordu. Takım toplantısına geldi, "Ben giderim, hoca kalır. Hoca ne diyorsa onu yapacaksınız. Hiç kimse kıvırmasın, herkes işine baksın" dedi ve gitti. Sonra da karışmadı. Ertesi maç... Bir Konya maçına bakın, bir de sonraki maça çıkan kadroya bakın. O kadronun içindeki bazı oyuncuların oynayıp oynamamasına bakın. Kriterleri ortaya koymuştum ve her şey çok netti. Herkes uyguladı, herkes uygulamaya çok gayret etti. O kriterler gelince zaten otomatik olarak sonuçlar geldi.

Fenerbahçe'nin 2013-14 şampiyonluk kutlamasından...

Fenerbahçe'nin 2013-14 şampiyonluk kutlamasından...

Fenerbahçe'de işin saha dışı tarafını da yönetmek zorunda kaldığınızı hissettiniz mi?

Ben size bir soru sorayım: Neden son 15 senede yabancı antrenörler şampiyon olamıyor da hep yerli antrenörler şampiyon oluyor?

Çünkü saha dışı baskısı, yabancı antrenörlere çok daha rahat şekilde uygulanabiliyor.

Katılıyorum. Peki Avrupa'da böyle bir sorun var mı?

Yok.

Yok, değil mi? Onların sorunları sadece saha içinde. Zaten ne zaman büyük antrenörler saha dışına taşmaya başlar, hemen rahatsızlıklarını belirtirler. Arkadaşlar, saha içinde o kadar dikkat edilmesi ve uğraşılması gereken detay var ki siz saha dışındaki detaylarla uğraşmaya başlarsanız, saha içinde yenilmeye başlarsınız. Bu, antrenörün uğraşmaması gereken bir alandır ama biz düzensizliğin düzenini yönetmeyi çok iyi öğrendik. Düzensizliğin düzenini yönetebildiğimiz için ancak başarıyı bu şekilde yakalayanların başardığı bir lige döndü burası.

Tweet'lerinizde üzerinde durduğunuz noktalardan biri de "Coğrafya, kader değildir" cümlesi. Coğrafya gerçekten kader değil midir?

Coğrafya tabii ki kaderdir ama kadere teslim olmak başka bir şeydir. Biz eğitimi ve vizyonuyla öyle bir organizasyon olmalıyız ki yaşananları kader haline getirmeyelim, her şeyi kadere bağlamayalım. Eğer her şeye "Kader böyle" dersek, bir şeyleri başarmamız mümkün değil ki! Bugün bir Türk, gidip Milan'ı çalıştırıyorsa, yarın gidip Almanya Milli Takımı'nı da çalıştırabilir. Bu bir kader değil ama biz bunu kader haline getirdik. Neden? Çünkü her şeyi bir mucizeye, bir tesadüfe, bir doğaüstü olaya bağlamak işimize geliyor da ondan. Doğru çalışmayarak, doğru planlama yapmayarak, doğru üretim yapmayarak bunu başardık maalesef. Bunları yapmamaya devam ettiğimiz sürece her şeye "Kader" deyip başımızı eğeceğiz. Rica ediyorum, buradan sizin aracılığınız ile bir kez daha sesleniyorum:

"Kader" diye dikmeyelim toprağın ortasına kuru sopayı. Ne kadar güzel bir sürü fidanımız var, o fidanları sürekli yetiştirip bu topraklardan çok daha iyi mahsuller çıkaralım, yapalım bunu. Biliyoruz ki "Kader" demeyip çıkanlar var dışarıda. Aziz Sancar var, "Kader" deyip bırakmamış. Onun branşı, onun sistemi, onun yaşadığı topraklardaki okulu, onun hayali "Kader" demedi ama maalesef bizim insanımız diyor. Biz de bunun acısını çekiyoruz.

Elinde sihirli bir değneği olan Ersun Yanal, Türk futbolunda ilk olarak neyi değiştirir?

En hızlı şekilde Türk futbolu ihtiyaç hiyerarşisini tespit ederdim. Düşünüyorum; geçenlerde yine gündemdeydi, başkanlar konuşuyordu ve ortak açıklama "Bütün kulüpler batar" şeklindeydi. Tamam da biz bunu biliyoruz zaten, siz bunu düzeltmek için ne yapıyorsunuz? Batar diyoruz, hâlâ tonla oyuncu getiriyoruz. Batar diyoruz, ertesi gün üç tane daha getiriyoruz. Hem ağlıyoruz hem de bağırıyoruz. Gözümüzün içine baka baka birbirimize yalan söylüyoruz. Allah rahmet eylesin, İlhan Cavcav'ın dediği gibi "Bunlar bizi kontrol etse içeri atarlar" demişti. Yahu biz neden bizi içeri attıracak hareketler yapıyoruz? Bizi içeri atacaklarsa o zaman yapmayalım.

Birileri bu düzensizlikten faydalanıyor ki bu düzen aynen devam ediyor sanki...

Ne demiştim? Türk futbolu, düzensizliğin düzenini yönetebilecek kişiler yarattı kendine. Peki, düzensizliği kimler yönetir? Kurnazlar yönetir. Kurnazlar kimdir? Bataklığı her türlü kirliliğe rağmen geçebilenlerdir.

Socrates Dergi