Meşguliyetle Tedavi
8 dk
Berkun Oya ile Moda'da buluştuk. Yazdığı oyunlardan Samet Aybaba'ya, sıradaki işlerinden Krek'e kadar farklı tellerden çaldık. Çaylar açıktı, günlerden perşembeydi ve Defakto'nun niye bittiği bu söyleşide sorulmadı.
Oyunlarınız hakkında konuşmayı çok sevmediğinizi biliyorum. İsterseniz oyunlarınız hakkında konuşmayı neden sevmediğinizi konuşarak başlayalım.
Ben "Oyun ne hakkında, ne anlatıyor?" gibi sorulara cevap vermeyi sevmiyorum. Zaten oyunu yazmışsın, bir de üzerinde cümleler bularak anlatmaya çalışmak biraz işkence. Yapılmış, bitmiş şeyin üzerine konuşman biraz saçma oluyor. İnsanlar konuşsunlar, bırak, zaten oyunu yapmışsın, yazmışsın, hâlâ daha ne konuşacaksın? Zaten konuştun, söyleyeceğini söyledin, diyeceğini dedin.
Çok sevdiğiniz bir söz var, George Carlin'den: "Always do, whatever's next." Hep sıradaki işten bahsediyorsunuz. Bu tutkunuz nereden geliyor?
O sadece başa çıkabilmek için. 'Meşguliyetle tedavi' Mazhar Osman'ın dediği gibi. Carlin'in lafı da aslında bir hırs, yani böyle bir "Haydi gelsin sıradaki" durumu değil. Daha çok kafa sağlığını yerinde tutabilmek için yapılmış bir şey. Devamlılık halinin insanda yarattığı bir düzen oluyor. O düzen de kafayı sıyırmamaya yarayan bir şey. Akan bir suyu, hem durdurmamak hem de sorgulamamak anlamına geliyor belki de.
Peki rotanızı nasıl belirliyorsunuz? Televizyon, tiyatro, sinema arasında nasıl seçim yapıyorsunuz?
Sıfır. Hiç beceremiyorum o tip şeyleri. Bodoslama dalıyorum. Özeniyorum da buna. Yani böyle planlı bir herif olabilmek istiyorum bir yandan yazarken, işte kendime böyle metotlar falan belirlemek istiyorum. Ama yok yani. 40 yaşıma da geldim, artık alıştım buna. Hep bir kargaşa, böyle akıl gidişleri.
Yazma sürecinde inşaya inanır mısınız? Yoksa akışına mı bırakıyorsunuz?
Her seferinde değişiyor. İşte ne bileyim erken kalkarım, yumurta yerim, yok efendim yazarken önce şunu kurarım, sonra bunu yaparım... Bunların hiçbiri olmuyor bende. Ne zaman yeni bir şey yazsam, sanki daha önce hiçbir şey yazmamış gibi özgüvensiz bir alana giriyorum. Onun paniği, "Ne halt yiyeceğim ben telaşı?" var. Bir yandan yazdığın şeyden aldığın o manyakça zevk, bir yandan "İyi de bunu yazıyorum da niye yazıyorum?" sorusunun cevaplarını arayışlar falan. Koskocaman bir kargaşa hâli yaşıyorum yani. En son İskoçya'dan bu seneki Fringe Festivali için Traverse Tiyatrosu'ndan oyun siparişi geldi. Bu sefer dedim ki: "Hani çok profesyonel bir iş aldın, bir tiyatro sana bir iş verdi, böyle düzenli, tertipli bir adam gibi otur yaz." Yok, yine kaos, yine kargaşa.
Bazı yazarlar o rutinden çok bahseder. Sabah erken kalkma, kalemi hep aynı yere koyma, kahveyi hep aynı saatte içme...
İşte o bende bazen oluyor da bir süreklilik yok. Ruh hali değişebilen bir tipim. Bir de şöyle bir fark var; televizyon için bir şeyler yazarken içinde bulunduğum kafa yapısı farklı oluyor. Çünkü o biraz başka bir dünya. Küçük görmek için söylemiyorum. Değerli bir iş, bana da en azından maddi olarak çok katkıları oldu. Fakat orada o kendin olmak, yazdığını içine sindirmek, sinmese de bunun için gerekli mücadeleyi verebilmek o kadar kolay değil. O biraz da bayram ziyareti gibi. Zoraki, uzak bir akrabanın evindesin. "Siz nasılsınız, iyiyiz" falan filan, böyle oturuyorsunuz. "Baklava gelse, yense de defolup gitsek" diyorsunuz. Oyun yazarken, kendi meşgalenle ilgili bir şey kaleme alırken ya da yazmadan edemediğin bir şeyi yaparken girdiğin ruh haliyle, kirayı ödemek için yazdığın şey arasında fark var elbette.
Televizyon demişken... "Abi Defakto neden bitti?" sorusunun kaçıncı yıldönümü olacak bu sene?
"Abi Defakto neden bitti?"de 12. yıla girdik. Daha dün sordular. Ya esas Paris'te sordular, üç gün önce. Hiç de öyle beklemediğimiz biri gelip "Defakto neden bitti?" diye sordu.
İnternette de bulunmuyor bölümler. Youtube'da sadece sekiz dakikalık bir parça var.
O bölümü kim koyduysa Allah razı olsun. Aslında şöyle bir durum var. Defakto kimsede yok, o yüzden biri koyamaz. CNN Türk'te de yok. Çünkü ben program bitince yayın bantlarını yürütmüştüm. Orijinali bende olsun diye. Niye CNN'de olsun yani?
Sporla ilgim çok yok diyorsunuz ama o bölümde sporla ilgili bir yer var. Şöyle diyorsunuz: "Samet Aybaba sorulsa bütün albümlerini ezbere biliyorum, çünkü kendisi Milan'a transfer olduğunda ilginçtir ben de Çin'deydim, o yüzden çok yakından takip ettim kendisini."
İşte benim sporla ne kadar alakam olduğunu buradan anlayabilirsiniz. Bu arada Samet Aybaba'nın gerçekten ne iş yaptığını bilmiyorum abi. İsmi şahane bence, Samet Aybaba. "Samet Aybaba ra-ra-ra-ra!" gibi bir ritme çok uyuyor. Fonetik olarak güzel. Futbol antrenörü olduğunu biliyorum da nerede, kimi çalıştırıyor, bilmiyorum.
Belki 1980'lerden, çocukluğunuzdan kalmıştır aklınızda. O günlerde futbolu takip ediyorsanız...
Yok ya, sanmıyorum. Yani bir gün lisede yatakhanede Tolga Güldan diye bir abi gelip "Sen Cimbomlu ol" dedi, ben de "Peki abi" dedim. Yani "Neden Galatasaray'ı tutuyorsun?" dersen cevabım Tolga Güldan.
Sonra ilgilenmediniz ama değil mi?
Yani arada böyle arkadaşlarla gaza gelip Neuchatel maçı falan seyrettiğimi hatırlıyorum ama futbolla bir ilgim yok. Zaman zaman oluyor da "Şimdi Barcelona maçlarını kesin seyrederim, Arda var" falan kafası yok yani bende. Daha çok tenis izlerim, aileden de gelen bir etki bu. Babam da oynardı, ben de oynarım. Arada bir böyle Roland Garros, Wimbledon falan takip ediyorum. Bir ara arkadaşlarla çok tenis oynardık; iki saat tenis oynayıp eve gelip Wimbledon izlemek, sonra da kebap yemek gibi ritüellerimiz vardı.
Farklı yazı alanlarından bahsettik. Sinema için yazmak nasıldı?
Çok bildiğimi söyleyemem, yüz tane film yazmadım ama sinemada yönetmen ağırlığı çok fazla. Sinema senaryosu bir mihmandar, bir text gibi. Biraz haritaya benziyor. Roman öyle değil. Yani bir romanı atarsan bir adamın kafasını yarabilirsin ama senaryoyu atarsan boyutu ve şekli itibariyle havada sallanır, düşer. Fiziksel olarak da kafa yarmaz yani. Ama bir filmi izleyip kafa yarabilirsin.
Oyunlarınıza gelenler çok metin takıntılı olabiliyor. Yani sanki bir oyun izlemeye değil de o kelimeleri sayfa üzerinde düşünmeye, dinlemeye gelenler oluyor. Bu baskı yaratıyor mu?
Bu biraz türler meselesi. Yazar tiyatrosu yaptığınızda böyle oluyor. Yani ne bileyim ben hiçbir zaman "Şu Hamlet'i bir de ben sahneye koyayım" gibi bir şeyle ilgilenmedim. Hiç hayatta başkalarının yazdıkları şeyleri yönetmedim, bir tek işte en son Fuat Mete'nin yazdığı Iska'yı yönettim. Yıllarca bizimle çalışmıştı, böyle bir merakı vardı. Onun dışında zaten yazdığım şeyle ilgiliyim. Asıl işim de yazarlık olduğundan, yaptığım işte bunun yazı ağırlığıyla seyirciye geçmesi de normal herhalde. Fakat her şey yazılandan ibaret değil. Özledim bir yandan da tiyatro yapmayı. Epeydir de yapmıyorum...
Nisan 2014'te Tiyatro Krek Santralİstanbul'a veda etmişti. Oradan beri yapmıyorsunuz değil mi?
Yok hayır. Benim için tiyatro yapmak demek, oyun yazmak. Babamın Cesetleri'ni yazalı beş sene oldu neredeyse. Yeni bir oyun yazıp, onu bitirip, sahneleme noktasına gelmeyeli en az üç-dört sene oldu. Ama ben böyle her sezon oyun yazabilen bir adam da olmadım, öyle bir hedefim de yok. Fakat o durumu özlemeye başladım. Bir yandan da tiyatronun bir arşivi yok. Hep 32 yaşında kalan bir insan ırkı da olmadığı için senin yaptığın işleri o mantıkla hatırlayan biri yok. Sinema öyle değil. Mesela biz şimdi oturup Nuri Bilge Ceylan'ın Kasaba'sı ile Kış Uykusu'nu arka arkaya izleyebiliriz aynı odada, aynı insanlarla. Fakat tiyatro öyle değil, uçup gidiyor. O prodüksiyonu hatırlayan insan sayısı da azalıyor, yenisini bilenle eskisini bilen aynı kişi olmuyor. Seyirci değişiyor, zaman değişiyor. Dolayısıyla; ilk zaman yaptığımız oyunlarla şimdikiler arasında çok büyük fark var, yazı, dil, sahneleme açısından. Bunun bir sebebi de benim hep durup, araya zamanlar koyup, beklemem. Kendimce 'dolu geçen boş zamanlar' olarak tanımlıyorum bu anları. Yoksa kendini tekrar etme ihtimali çok kolay. Tiyatro için yeni bir şeyler aramak gerekiyor çünkü tiyatro tabiatıyla demode olmaya çok müsait bir şey.
Krek'in geleceği hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Orası aslında biraz açıklamaya gerek olan bir durum. "Krek kapandı, bitti" algısı biraz sığ bir algı. Ben özetleyeyim durumu: Yaklaşık 20 senedir tiyatro yapıyorum, adı da Krek. Her zaman bir mekânımız yoktu, her zaman Santralİstanbul'da değildik. 20 senedir her sezon "Migros'un altında sizlerleyiz" gibi bir durumumuz da yoktu. Sonuçta Krek dediğimiz şey özünde, benim yazdığım yönettiğim oyunları, beraber gerçekleştirmek istediğim oyuncularla ve ekiple gerçekleştirmem. Bunun 20 senesinin toplam üç senesinde sahnemiz olabildi. Bu sahne meselesine çok da tutulmamak gerekiyor. Sahne bir tarafıyla konformist, sıkıcı bir şey. Ben mesela yine aynı salonda, aynı ölçülerle bir oyun yapmayı ilginç de bulmuyorum. Ben o binanın bekçisine dönüşemem yani. Klasik İtalyan tiyatrosu da yapmıyoruz sonuçta; çakılmış sandalyeler, sofita, perdeler açılır kapanır falan. Öyle bir yerde kafayı yerim. Bizim en idealinde, içinde dönüştürülebilir, dev bir hangara ihtiyacımız var. Hani nerede o hangar?
Belki son yıllarda mekânla çok özdeşleşmesi bu algıya sebep oldu.
Mesela bu da çok acayip. İnsanlar bana şu an böyle diyorlar ama bundan 10 sene önce, biz farklı mekânlarda oynarken ben aynı cümleyi duyuyordum. "Ya Krek işte bu Dulcinea'daki setup'la çok özdeşleşti, başka bir yere nasıl gidecek?" diye soruyorlardı. Bugün Dulcinea diye bir mekân bile yok, hatırlayan da kaç kişidir? Tam olarak başa dönersek, Carlin'in "Always do, whatever's next"iyle bahsettiğim bu işte. Sen sıradaki ne varsa onu yapıyorsun, insanlar da yakalayabildiği yerden yakalıyor. Kimi eskisini de hatırlıyor, kimi sadece yenisini biliyor, kimi hiçbirini tanımıyor ama sen devam ediyorsun. Bütün mesele o devamlılık. Meşguliyetle tedavi.
Özleyerek yapmak dediniz. Köşe yazarlığını özlüyor musunuz?
Özlüyorum ama vakit yok. Ben zaten bıraktığımda da film yazacağım diye bırakmıştım, Radikal'den rica etmiştim. Her perşembe sabahı çok zorlanıyordum. Yazı yetiştirme telaşı, senaryo yazarken benim için fenaydı. O yüzden bıraktım, sonra da gazete kapandı. Şimdi de teklifler var ama biraz işlerimi yoluna koyayım, ondan sonra...
Yazılarınızda ilham aldığınız yazarlardan çok bahsediyordunuz. Melih Cevdet Anday'ın Mikado'nun Çöpleri oyununa hayranlığınızı anlatırken iletişimin gizli katmanlarını nasıl güzel yansıttığını söylemiştiniz. Bu ne demek?
İletişimin gizli katmanları Melih Cevdet'in hep çok güzel yazdığı bir şey. Mesela Mikado'nun Çöpleri'nde şey vardır: "Aç mısınız? Hayır. Evliyim ben... Ben esmer olduğum için acıktım." İşte bahsettiğim iletişim meselesi bu, birbirini anlamamak, anlamamaya rağmen sürdürülen iletişim. Hayat da biraz böyle bir şey. Bir de Melih Cevdet o kadar büyük bir şair ki oyunları geri planda kalabilir; o kadar iyi bir oyun yazarı ki romanları geri planda kalabilir; o kadar iyi bir romancı ki öyküleri geri planda kalabilir... Öyle adamlar koca Cumhuriyet tarihinde bir kez geliyor. Ben de ondan çok etkilendim. Nasıl anlatsam? Tarifin bire bir yolları beni hiçbir zaman cezbetmedi. O tarifin farklı yollarını keşfetmiş dostlar, yazarlar, dost meclislerindeki arkadaşlar bana hep daha gizemli ve hoş geliyor. Melih Cevdet'ten de bu yüzden etkilendim.
Bir de Ferhan Şensoy'dan etkilendiğini söylersiniz...
Ferhan Şensoy benim tiyatroyu seçmeme sebep olan kişi. Ona olan hayranlığımla tiyatro yapmaya karar vermiştim.
Tanıştınız mı peki? "Asla kahramanlarınızla tanışmayın" derler genelde sporda, sinemada...
O sebepten dolayı tanışmadım yıllarca Ferhan Şensoy'la. Mesela Melih Cevdet'le de tanışmadım. Müşfik Kenter Hoca beni Datça'ya çağırmıştı bir keresinde, Melih Bey'le tanıştırmak için. Ben de tam söylediğin nedenden tanışmadım. Bir de o zaman daha genciz, değer bilmek gibi bir mefhumla aramız yok, "Ya giderim şimdi herif abuk sabuk biri çıkar, canım sıkılır" deyip tanışmamıştım. Sonra Melih Bey de öldü, Müşfik Hoca da öldü, keşke zamanında tanışsaymışız. Çünkü sonra Ferhan Şensoy'la tanıştım, şahane oldu, hayatımdaki en özel deneyimlerden biriydi.
Peki eski işlerinize bakışınız nasıl? Mesela 1990'ların başında yazdığınız bir şeyi bugün okumak nasıl hissettiriyor?
Birbirinden farklı işler yapmak çok eğlenceli. Bazen 20 sene önce yazdığım bir şeyi buluyorum, bugün o kadar iyi bir iş yazamam gibi geliyor. Bazen de bir sonraki sayfadaki cümleyi okuyorum, "İyi ki büyümüşüm de bu saçmalıklar geride kalmış be" diye düşünüyorum. Değişiyor yani.
O anlamda yazıp yönettiğiniz İyi Geceler Londra filmine nasıl bakıyorsunuz? Belki de eserleriniz arasında en çok eleştirilen oydu...
İşte adını bile doğru hatırlamıyorsun bak, İyi Seneler Londra. (Gülmüyor) Yanlış anlama, hiç önemli değil de bence kesin kullan bunu. Çünkü neden? Benim soruna cevabım budur. Filmle ilgili ne düşündüğümü, adını bile yanlış hatırlamandan çıkarabilirsin. (Gülmüyor)
Güzel Şeyler Bizim Tarafta'yı sinemaya uyarlayacaktınız. Ne oldu?
Rafa kaldırdık çünkü devlet desteğine başvurduk, çıkmadı. Sinema para işi. Parasız film ben bir kere yaptım işte, bir boka benzemedi. O yüzden proje beklemede.
Şimdi bu söyleşiyi bir yerden spora bağlamamız gerekecek...
Prekazi yaz. Spora dair aklımda kalan Prekazi'dir. Çok uzaktan gol atıyordu filan...
Uzaktan Sevmek
Miles Davis'in Keith Jarrett ile meşhur bir anısı vardır. Bir ara işte böyle hep aynı şeyleri çalmaya başlıyorlar. Aslında doğaçlama çaldıkları şeyleri seyirci o kadar seviyor ki artık hep öyle çalmaya başlıyorlar. Ve hani doğaçlama olmaktan çıkıp "Programda yine sizlerle birlikteyiz" gibi bir duruma dönüşüyor. Miles Davis de bu durumun değişmesi gerektiğini söylüyor. Sürekli kendini değiştiren bir adam ya, bu durumu kibarca nasıl anlatabileceğini düşünüyor arkadaşına. İşte bir gün gidiyor ve şöyle diyor: "Keith ben neden artık ballad çalmıyorum, biliyor musun? Çünkü çok seviyorum."
Hep Aramak
Yani sanatta hep değişmek lazım. Bir balıkçının "Ben balık tutmaktan çok sıkıldım" demesine gerek yok, insan hayatı boyunca olağanüstü bir balıkçı hayatı sürebilir ama sanatsal üretimde hep aramak gerekiyor. Picasso'dan Lucien Freud'a, Melih Cevdet Anday'dan Haneke'ye kadar birçok sanatçı böyle yapıyor. Bir yandan bütün bu değişim içerisinde sana ait olan o temel şeyi korumak gerekiyor. Bu değişimi yaparken de dikkatli olmak lazım. Hani bir yönetmenin bir filmini izlersin, sonra başka filmine geçersin, hiçbir alaka bulamazsın ya, o zaman da arada "Acaba trafik kazası geçirip hafızasını mı kaybetti?" diye düşünürsün. O da değil, öbürü de değil.