
Milano Mucizesi
18 dk
Milano, savaş sonrası dönemde İtalya'nın yükselişinde başrolü oynayan şehirlerden biriydi. Şehrin iki takımı da ülke futbolu için üzerlerine düşeni yapmıştı…
Luchino Visconti, 1948 yapımı La Terra Trema (Yer Sarsılıyor) filminde, öncüsü olduğu sıradan insanları anlatma misyonunu devam ettirir. Sicilya'ya iner, kamerasını açar ve hiçbiri aktör olmayan gerçek kişilerle, ülkenin güneyindeki balıkçıları anlatır. Açılıştaki cümleleriyle de belirtir bunu. O metin şöyle biter: "İtalyanca, Sicilya'da fakirlerin dili değildir."
"İtalya Cumhuriyeti doğdu!" Corriere della Sera, 6 Haziran 1946'da bu manşetle çıktı. Ayın 2'sinde başlayan referandumun nihai sonucunun başlığıydı bu. Yüzde 54,3'lük oy oranı, yeni İtalya'yı doğurmuş; 2. Dünya Savaşı'ndan büyük hasarla çıkan ülke, cumhuriyet yönetimini seçmişti. İtalya Cumhuriyeti'nin ilk başbakanı ise Demokrat Hristiyan Parti'nin kurucusu Alcide De Gasperi olacaktı.
ABD Dışişleri Bakanı George Marshall'ın ortaya attığı ve kongre tarafından Eylül 1947'de onaylanan Marshall Planı'nın amacı netti: Komünizmle savaşmak. ABD, 2. Dünya Savaşı'nda derin yaralar açılan Avrupa'ya para akıtmaya ve birçok ülkeye maddi yardımlar götürmeye başlamıştı. 1948'de başlayan akış, 1950'lerin başına dek sürecek ve bundan nasiplenen ülkelerden biri de Hristiyan Demokrat başbakanı ile İtalya olacaktı…
'Miracolo Ecconomico' (Ekonomik Mucize)… İtalya, 1958 ile 1963 arasında kıtanın yükselen değerlerindendi. Ülke tarihinin en önemli dönüm noktalarından ekonomik sıçrayış gerçekleştirilmişti. Ekonomisinde ana damarı olan tarımın payı gitgide düşerken, yatırımlar sonunda sanayi en büyük ekmek kapısı durumuna gelmişti. Dönemin simgesi Fiat 500 dolayısıyla da Fiat ve Torino'ydu belki ama 'Endüstri Üçgeni' denklemini tamamlayan iki şehir daha vardı: Cenova ve Milano. Kuzeyin üç şehri ekonomik patlamanın merkeziydi ve referandumda -birçok kuzey şehri gibicumhuriyet ağırlıklı oy çıkan yerlerdi. Bir de güney vardı…
Roma, monarşinin daha çok oy aldığı kentlerden biriydi. Haritada daha da aşağılara inildikçe oy oranı artırıyordu. Napoli, yüzde 78,9 ile zirvedeydi. Lecce, Salerno, Benevento, Katanya, Bari, Palermo… Liste devam ediyordu. Kuzeydeki sanayi hamleleri; yeni, zarif, ihtişamlı İtalya'yı yaratırken, güneydeki birçok şehir savaşın yaralarını sarmaya ve eski usul, yerel dillerini ve adetlerini pek de bırakmayan, ülkenin tepesiyle ayrı dünyaları yaşayan insanlara ev sahipliği yapıyordu. Gasperi'nin Cassa per il Mezzogiorno ve Riforma Agraria (sanayi teşviki ve tarım reformu) hamleleri de işe yaramadı. Göç kaçınılmazdı. O on yıl içerisinde güneyden kuzeye 2 milyon insan göç etti.
Bütün bu değişim, İtalyan futboluna da yansıdı elbette. Henüz 1950'li yıllarda bile dünyanın birçok yerinden büyük yıldızları, büyük meblağlarla transfer etmeye başladılar. Cenova, belki Serie A'nın zirvesinde demirbaş takımlar çıkaramadı ama Torino ve Milano, burada da ülkenin yük katarlarıydı. Torino'nun uçak kazası sonrasındaki krizi belki uzun süre toparlanmalarına mani oldu. Aralarındaki rekabetin dozu hep yükseklerdeydi ama İtalyan ekonomik gururlarından Fiat ve Agnelli destekli Juventus, şehrin başarı simgesiydi. Milano'da ise durum daha farklıydı. Şehrin iki takımı da 1960'larda İtalyanların Avrupa'daki yüzü olmuştu… Futbol mucizesinin merkezi Milano'ydu.

İtalyan vatandaşlar, l'Unita gazetesinden 1946 Referandumu'nun sonuçlarını okuyor.
Derby della Madonnina… Inter Milan ve AC Milan arasındaki rekabetin temeline inildiğinde, ilk zamanlarda burjuvaların takımının Inter, işçilerin çoğunlukla desteklediği takımın Milan olduğunu okuyoruz. Inter destekçilerinin motosikletleriyle San Siro'ya iştirak etmesi nedeniyle 'motoretta', Milan'lıların toplu taşıma alışkanlığı nedeniyle 'tramvee' lakapları da güzel birer detay. Ama bu iki takım arasındaki çekişmenin modern dünyadaki temelleri 1960'larda atıldı ve sınıf çatışmasından çok zirve savaşı vardı. Milan, 1963'te Avrupa Kupası'nı kazanan ilk İtalyan takımı oldu. Sonra Inter sahne aldı; üç finalden iki zafer çıkardılar. Döneme, 1969'da Milan bir Kupa 1 ile daha nokta koydu. Zaferler 'yeni İtalya'ya' yakışır şekilde kazanılmıştı.
Önce Katenaçyo ortaya çıktı. İtalyanların kendine has futbol hamlesi, Nereo Rocco ile sahalarda kabul görmüştü. Rocco, sonra Milan'ın başına geçti ve iki Avrupa zaferinde de kenardaydı. Inter ise bir başka İtalyan usulü evlilik yapmıştı. Yağ tüccarı Angelo Moratti, tıpkı Agnelli'ler gibi takımın önüne geçebilecek bir başkan figürüydü. Bay Moratti, Barcelona ile kendini kanıtlamış, Avrupa futbolunda ismi olan Arjantin asıllı antrenör Helenio Herrera'ya anahtarları teslim etti. Inter, 1960'ları üç Scudetto ve dört lig ikinciliği ile kapattı. İtalya'ya adım attıktan kısa süre sonra "Peki, Katenaçyo mu istiyorsunuz? Alın size!" isyanıyla kendi oyun anlayışını bir kenara bırakan ve ülkedeki 'savunma rüzgârına' kendini kaptıran Herrera, sistemle Rocco'dan daha çok özdeşleşen bir isme dönüşecekti.
Tabii ki masalların gerçek kahramanları da bu mirasın hak sahipleriydi. İtalyan futbolunun 'Altın Çocuğu' Gianni Rivera ile Valentino'nun oğlu Inter'li Sandro Mazzola, 1960'lardan 1970'lere kadar İtalyan futbolunun en afili jönleri olacaktı. Giacinto Facchetti, Roberto Rosato, Mario Corso, Cesare Maldini, Giovanni Trapattoni… Sadece yerliler de değil, dünyanın en pahalı oyuncusu olarak Milano'ya ayak basan Luis Suarez, İngiltere'nin o dönem en büyük golcüsü olsa da Milan'da iş yapmayan Jimmy Greaves, çok iş yapan Jose Altafini, Jair… Yabancı yıldızlar da 1960'larda İtalyan futbolundaki Milano modasının aktörleriydi…
"Milan'a girmek, üniversiteye adım atmak gibidir. Bir futbol üniversitesi olduğu kadar bir hayat üniversitesine…" Gözlemci Mario Malatesta'nın, babasının pek de futbol oynamasını istemediği Giovanni Trapattoni'yi ikna cümleleri böyle bitiyordu. Haksız da çıkmamıştı aslında. Trapattoni, başarılı futbolculuk kariyerinden sonra 1970'lerde saha kenarına çekilecek ve Juventus ile şampiyonluklar yaşayacaktı. Dahası, kendisi gibi Nereo Rocco'nun tedrisatından geçen diğer antrenörler gibi ilerleyen kırk yılda ülke futboluna damga vuracaktı... 1970'ler Trap ve Juventus'un onyılı oldu. Üstelik Torino rekabeti de canlanmış ve şehrin bordo tarafı da nihayet bir şampiyonluk çıkarmıştı. Milan'ın 1978-1979, Inter'in ise yetmişlerin başındaki tek şampiyonluğu anlam olarak büyük olsa da 60'ların hükümranlığından uzaktı. Inter, 1979- 1980 sezonunda bir şampiyonluk daha çıkardı. Sezonun ikonik maçlarından biri de yoğun yağış altında Evaristo Beccalossi'nin golleriyle Milan'ı geçtikleri karşılaşmaydı. Milan, takibini sürdürmüştü ama ligin sonunda olanlar oldu. Milan, Totonero Skandalı nedeniyle küme düşürülecekti…
Milan, uzun süre krizden çıkamadı. Genelde altyapıdan oyuncular ya da son kullanma tarihi geçmiş İtalyan yıldızlar ve kalibresi düşük yabancılarla başarıyı arasalar da kara uzaktaydı. Üstelik 1982'de yine Serie B'yi boyladılar. Buhran döneminin gülücükle hatırlanacak anlarından birinde yine derbi vardı. Mark Hateley'in Flavio Collovati'nin üzerinden attığı kafa golü ile kazanılan o maç…
Inter ise en azından saçtığı para açısından büyük kulüp imajını sürdürüyordu. Walter Zenga gibi gelecek vadeden İtalyanlar ya da Liam Brady, Karl-Heinz Rummenigge gibi uluslararası isimler mavi-siyah formayı giydi. Yine de başarı uzaktı. UEFA Kupası'ndaki iki yarı final dışında...

27 Mayıs 1965'te Benfica'yı 1-0 yenerek Kupa 1'i üst üste ikinci kez kazanan Inter'in başkanı Angelo Moratti (kupayı tutan) ve antrenörü Helenio Herrera.
1986, iki takım için de önemli bir seneydi. Yılın henüz başlarında Silvio Berlusconi, Milan'ı satın alacak, o yaz Juventus ile on yıl boyunca tarih yazan eski Milan'lı Giovanni Trapattoni ise Inter'in başına geçecekti. Bu sefer roller değişmişti. Trap, Inter'i tırnakları ile baştan yaratmaya çalışırken 'gösterişli' başkan Berlusconi, 1987'de Herrera'sını bulmuş ve Arrigo Sacchi'yi takımın başına getirmişti.
Sacchi'nin futbola bakışı, onyılın başından itibaren adım adım şekillenen kadrosu ve muhteşem iki Hollandalı yıldız ile Milan'a özlenen şampiyonluğu kazandırmıştı. Ertesi sezon Hollandalıların sayısı üçe çıktı ve yirmi yıl sonra Kupa 1 zaferi geldi. Scudetto ise Trap'ındı. Gullit ve Van Basten'e karşı Matthaeus ve Brehme hamleleri yapan Inter, Serie A'nın iki puanlı sistem döneminin rekorunu kırmış, 34 maçtan 26 galibiyet çıkararak 58 puanla şampiyon olmuştu.
"Her gün spor gazetelerinde okumak zorunda kaldığım nakarat şuydu: 'Inter kazandı ama izlemesi zulüm.' Sacchi yeniydi, ben eski. O, ışıltılı gelecekti, ben tozlu geçmiş…" Giovanni Trapattoni, otobiyografisinde rekabeti, kendisine yapılan eleştirilerle anlatıyor, haklı olarak rekor şampiyonluğa gönderme yapıyordu. Rekordan da zor olanı ise şöyle anlatmıştı: "Daha önce Boniperti ve Agnelli ile çalışmıştım. Onların kazanma alışkanlığı vardı. Her türlü esnekliğe karşı dik duruşları vardı. Bir başarıdan sonraki gün her şey sıfırdan başlardı. Inter'de bir kazanma alışkanlığı yoktu."
Sacchi'nin de rakibi hakkında söyleyecekleri vardı. The Immortals adlı kitabında Trap'ı ne kadar sevdiğini ve ona ne kadar saygı duyduğunu anlatıyor ama rakibe göre taktik değiştirmenin, hamleler yapmanın zayıflığa işaret olduğunu belirtiyor, bu futbol anlayışının eskide kaldığının altını çiziyordu. Örneği, 1988-1989 sezonundaki maçlarından veren Sacchi, orta sahadaki Milan baskısından dolayı Matthaeus'u geriye çeken ve defanstan uzun toplar attıran Trapattoni'yi eleştiriyordu. Ama öykündüğü bir özelliği de vardı: Islığı. "Kızım hep 'Sen gerçek bir antrenör değilsin baba, ıslık çalamıyorsun!' derdi. Şöyle açıklardım: 'Çalıyorum ama beni duymuyorlar. O yüzden megafon kullanıyorum.'" Savunmacı Trap'ın Inter'i, birçok defa Sacchi'nin Milan'ından daha çok gol atarak sezon noktalayacaktı. 'Eski' Giovanni, ıslıkları ve coşkusuyla yaklaşık yirmi yıl daha büyük işler yapmaya devam edecekti… Sacchi'nin vedasına ise az kalmıştı…
1990'lar nihayet üçgenin parçası Cenova'nın da şampiyon çıkardığı dönemdi. Sampdoria, masalı yazan takımdı. Sacchi ile bir Avrupa zaferi daha yaşayıp yolları ayırsa da Milan, Fabio Capello ile özellikle İtalya'ya damga vurdu. Trapattoni'nin son sezonunda 1991'de UEFA Kupası kazanan Inter, onun ayrılmasından sonra yokuş aşağı gitmeye başladı. 1995'te başkanlık koltuğuna oturan Angelo'nun oğlu Massimo Moratti ile "Hiçbir zaman kazanamayacaksınız" dönemi başlamıştı. Büyük transferler yapan, büyük antrenörleri göreve getiren ve her sezona şatafatlı giren Inter, kahramanları uzaktan izlemekle yetinmişti. 2001-2002'de son maçta Lazio'ya yenilerek Juventus'a hediye ettikleri şampiyonlukla karikatür sayfalarında alay konusuydular.

Milan takımı, 1990 baharında üst üste ikinci Şampiyon Kulüpler Kupası zaferini kutluyor.
"Eğer iyi oynamazsanız Milan'da kalamazsınız. Daha küçük bir takıma gidersiniz. Osasuna, Rufete, Inter…" 2006'da çekilen Eccezzziunale... Veramente 2 serisinin ilk filminde Diego Abatantuono'nun canlandırdığı Milan âşığı Donato Cavallo, Milanlı futbolculara öğütler verdiği rüyasından böyle uyanıyordu. 1989'dan sonra ligde zirveyi göremeyen Inter'in aksine Milan, o dönemde altı lig, üç de Şampiyonlar Ligi kutlamasıyla sezonları bitirmişti. Carlo Ancelotti'nin önderliğinde ikinci Kupa 1 zaferine 2006-2007 sezonunda ulaştılar. Soyunma odasındaki kutlamalardan duyulan tezahürat şöyleydi: "Scudetto'yu g.tünüze sokun!"
Evet, doğru tahmin ettiniz. 2006-2007 sezonunda Inter nihayet sahada şampiyon oldu.* Üstelik en son 1947-1948 sezonunda Torino'nun başarabildiği şekilde, son beş maça girilmeden zaferi ilan ederek. Ama biraz gölgede bir başarıydı. Gölge yapan Milan'ın Kupa 1 zaferi de değil sadece, o sezon başında İtalya'yı sarsan Calciopoli Skandalı sonunda Juventus küme düşürülmüş, Milan puanları silinerek lige başlamıştı. Velhasıl birçoklarına göre soru işaretleriyle dolu bir sezondu.
2004'te görevi bırakan Moratti, 2006'da tekrar koltuğuna oturmuş ve şampiyonlukla açılışı yapmıştı. Bu sezondan itibaren başarı açısından babasını da sollayacaktı. Üstelik Herrera'sını da bulmuştu. Jose Mourinho, 2007-2008'de takımın başına geldi ve birçoklarına göre boş meydanda at koşturup üç sene üst üste şampiyonluklara imza attı. Ama meydanın tarihin en iyilerinden biri tarafından domine edildiği dönemde Şampiyonlar Ligi'nde o Barcelona'yı geçip, Bayern Münih'i yenerek kazandığı zafer hem Mou'nun kariyerinin hem de Inter tarihinin tepe noktalarındandı. Inter, 45 yıl sonra Kupa 1'e kavuşmuştu.
Mourinho'dan sonraki sezonu ikinci bitirdiler. Tepede Milan vardı. Daha sonra da Juventus hanedanlığı başlayacaktı. Calciopoli sonrası hızlı bir değişime uğrayan İtalyan futbolu, Avrupa'daki gücünü yıllar içinde yitirdi. Juventus'un istikrarlı zaferleri ve dönem dönem iddialı kadrolarına rağmen Avrupa'da en büyük kupayı kazanan son İtalyan takımı hâlâ Inter. Yabancı sermayenin girdiği, yıldızlarını elinde tutmakta zorlanan kulüplerin ya da elindekiyle yetinerek başarıya ulaşmaya çalışan antrenörlerin ligine dönüştü. Antonio Conte gibi istisnalar da vardı. O da oyun tarzı ve para harcama yöntemiyle eski İtalya rüzgarları estirse de Avrupa'da kazanan olamadı. Ama kendi başlattığı Juventus fırtınasını da kendi dindirdi. Yaşlı Hanımefendi'nin dokuz yıllık Scudetto zinciri, 2020-2021 sezonunda Conte'nin ve Lukaku'nun Inter'i ile kırıldı. İkinci sırada ise Milan vardı…
2021-2022 sezonu bir kez daha şatafatlı günlerin büyük kaptanı Paolo Maldini'nin futbol aklı ile yavaş yavaş yapılanan Milan ile son birkaç yıldır önemli ve sakin hamleler yapan, oynadığı futbol ile alkış alsa da 'Inter'liğinden' vazgeçmeyen Inter'in şampiyonluk mücadelesine sahne oldu. Uzun süredir koltuğu Torino'ya bırakan Milano, yine o rekabet ve kupalarla dolu günlerine dönecek gibi. Esas soru, bu rekabetin 1960'lardaki Avrupa kupalarını getirecek bir etkileşim yaratıp yaratmayacağı. İtalyan futbolunun belki de en çok ihtiyacı olan şey Şampiyonlar Ligi'nde lokomotif görevini görecek bir büyük takım. Juventus, o treni kaçırdı. Sahne sırası Milano'nun büyüklerinde. Güney mi? İtalyanca hâlâ onların dertlerini anlatmak için tercih ettikleri bir dil değil…
*2005-2006 sezonunun şampiyonu Juventus'tu. Calciopoli nedeniyle o şampiyonluk Inter'e verildi.