Model

10 dk

Kusursuza yakın bir kulüp kariyeri ve milli takımda yaşanan hayal kırıklıkları… Eric Abidal ile Barcelona, 2006 Dünya Kupası ve eski kaptanı Zidane’ı konuştuk.

Geçen ay Socrates’te yayımladığımız ‘Son 30 Yılın En İyi Avrupalı 11’i’ oylamamızda, 50 kişilik jürimiz sol bek pozisyonunda sizi Paolo Maldini ve Andreas Brehme gibi isimlerin hemen arkasına koydu. Bıraktığınız iz hayli derin gibi görünüyor. Ne dersiniz?

Her şeyden önce, beni buna layık görenlere ve kadrosunda bana yer verenlere çok teşekkür ederim. Bahsettiğiniz iki oyuncu da benden çok daha yüksek kaliteye sahip. Sanırım bu algıyı oluşturan, kulüp seviyesinde kazandığım kupalar ve özellikle de Barcelona dönemimde çok iyi bir kadronun içinde kendime yer bulmam. Zira Fransa Milli Takımı’nın en iyi dönemine denk gelemedim ne yazık ki... Dünya Kupası’nda final oynadım ama diğer turnuvalar farklı sebeplerle hayal kırıklığı oldu benim için. Brehme ve Maldini gibi isimlerse milli takımlarıyla da çok özel kariyer yapmış oyuncular. Her şeye rağmen, sol bek gibi zor bir pozisyonda onlarla anılmak benim için onurdur.

2006 Dünya Kupası dediniz... Aslında harika sonlanmaya aday bir hikâyeydi ancak Zinedine Zidane’ın Marco Materazzi’ye attığı kafa ve sizin için hüsranla sonuçlandı... Nasıl hatırlıyorsunuz o deneyimi?

Benim Fransa formasıyla ilk büyük turnuvamdı. Henüz gençtim. Her şeyi iyi yapmaya çalışıyordum. Ülkemi temsil etmenin heyecanını yaşıyordum. Bilhassa 80’ler jenerasyonuyla, girdiği her turnuvada başarı kazanmaya çalışan bir takımın yeni üyesiydim. Özgüvenimiz çok yüksekti. Turnuvaya belki çok iyi başlayamadık ancak ikinci turdaki İspanya maçıyla inancımızı iyice artırdık. Sahada Zizou gibi bir liderimiz vardı ve ne yapacağımızı çok iyi biliyorduk. Franck Ribery, Thierry Henry, Patrick Vieira... Çok iyi oyunculara sahiptik. Final ise ayrı bir hikâye oldu tabii. İtalyanlara karşı oynadığınız her maç daima farklı şeylere gebedir. O sinir harbinde yenik düşen biz olduk. Sonucun tersi olmasını tabii ki arzu ederdim ancak kendi adıma, kariyerimin başlarında yaşadığım çok özel bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.

Zidane’ın o hareketinden sonra hayal kırıklığı yaşadınız mı? Lilian Thuram’ın, özellikle Zidane’ın kahramanlaştırılmasıyla ilgili eleştirileri olmuştu. Siz nasıl bakıyorsunuz?

O olay üzerine aslında çok konuşmak istemiyorum. Ancak o hareketin ve hakemin verdiği o kararın oyunu ‘parçaladığını’ söylemek gerek. Zidane’ınki anlık bir karardı ama maruz kaldığı davranış sonunda aldığı bir karardı. Hakem maalesef olayın bu yönünü görmedi, durumu tek taraflı değerlendirdi. Maçın başında Fabio Cannavaro’nun Henry’ye yaptığı hareketi ve hakemin oradaki yanlış kararını kimse konuşmadı mesela, fark edilmedi hiç. Zidane’a dönersek, bir olayda iki taraf da suçluysa taraflardan sadece birini cezalandıramazsınız. O gün, ne yazık ki öyle oldu.

Euro 2008’de işler iyi gitmemişti. 2010 Dünya Kupası’nda yaşananlar da malum; Nicolas Anelka’nın kadro dışı bırakılması, oyuncuların boykotu vs... O dönemde Fransa Milli Takımı’nda oyuncular arası ilişkilerin sıkıntılı olduğuna dair çok sayıda haber çıktı, hatta devamında bu konuya ilişkin belgeseller bile çekildi. Siz o dönemi nasıl hatırlıyorsunuz?

Euro 2008 önemli bir kırılma noktasıydı. Üç facia maç ve eve dönüş... Bunun tabii ki çeşitli sebepleri vardı; taktik, mental hazırlık ve dönemsel şartlar. Ancak en önemlisi, çok şey kazanmış bir altın jenerasyonun ardından gelen yeni neslin ve oyuncu grubunun rekabetçilikten uzak yapısıydı. Aynı şekilde, beraber oynama keyfine de sahip değildik... Her ülke zaman zaman benzer durumları yaşayabiliyor. Bizdeki fark, bu takımın 10 yıllık çok başarılı bir dönemin devamında gelmesiydi. Çıta çok yukarıdaydı. Kendi adıma, o döneme gelmek bir hayal kırıklığıydı benim için. 2008 ve sonrasına yani... Bu yüzden, milli takımı da erken bıraktım. Bizim dönemimiz kapanmalıydı ve yeni bir oyuncu grubuna yol açılmalıydı. Bunu kabullenmek zor oldu ama yapmam gerekiyordu.

Bugünkü jenerasyon ise daha farklı; mücadeleci ve daha rekabetçi bir yapıdalar. Zaten sahada da bu enerjiyi görebiliyorsunuz, Paul Pogba’dan Antoine Griezmann’a kadar...

Kulüp kariyerinize dönelim... Olympique Lyon’un Fransa’ya hükmettiği dönemin aktörlerinden biriydiniz; Karim Benzema, Juninho Pernambucano, Fred, Hatem Ben Arfa gibi isimler vardı kadroda. O dönemden neler hatırlıyorsunuz?

Üst üste şampiyonluklar kazandığımız o dönem, gerçekten çok görkemliydi. Çok kuvvetli bir takımdık. Oyuncu seçimi ve arama-izleme konusunda da çok iyi bir ekibe sahiptik. Futbol dünyası maddi açıdan bu kadar kopup gitmemişti o sıralar. Kulüpler, sahip oldukları yetenekli oyuncuları nispeten daha uzun süre ellerinde tutabiliyorlardı. Ancak bir noktada bu kırıldı; gidenlerle gelenlerin hızı aynı frekansta olmayınca süreklilik oluşmadı. Paris Saint-Germain’in maddi açıdan diğer kulüplerle yaratmaya başladığı fark, sadece Lyon’u değil, diğer takımları da uzun bir süre zirveden uzak tuttu. Lyon özelinde konuşursak, Başkan Jean Michel Aulas’ın yeni ve daha büyük bir stadyum projesi de maddi açıdan kulübü zorladı tabii. Belli konularda tasarrufa gidildi. Ancak artık o günler aşıldı ve Lyon tekrardan iddialı bir takıma dönüştü. Önümüzdeki süreçte, uzun vadeli yatırımların karşılığını alacaklarını düşünüyorum.

Başkan Aulas ile iletişiminiz nasıldı?

Lyon’da forma giydiğim dönemde çok iyi bir ilişki geliştirdik. Hâlâ da mesajlaşırız arada, fikir alışverişi yaparız. Eski oyuncularını ihmal etmeyen ve onlarla daima ilgilenen bir başkandır ve iyi bir dosttur.

Peki, Olympique Lyon’dan Barcelona’ya geçtiğinizde ne gibi farklılıklar gözlemlediniz? Karşılaştırmanızı istesem...

Karşılaş tırması çok zor. İki bambaşka lig ve kulüp yapısı söz konusu. Çalışma metotlarından tutun, kulüplerin işleyiş yapılarına kadar büyük farklılıklar var. Lyon o dönem Fransa’nın en büyüğüydü ama bunun için çok çabalaması gerekiyordu. Çünkü Fransa Ligi daima değişken olmuştur, farklı zamanlarda farklı takımlar zirveye çıkmıştır hep. Barcelona içinse durum böyle değil; onlar her zaman İspanya’nın en büyük iki takımından biri, hatta Avrupa’nın en büyük takımlarından. Bambaşka bir atmosfer... Barcelona’ya gitmeden önce Lyon’da üst üste üç sene şampiyonluk yaşamış ve her seferinde yılın takımına seçilmiştim. Ancak İspanya’daki beklentiler ve baskı düzeyi, farklı bir canavar gibiydi. En iyi oyunculardan biri olsanız bile her maçta forma şansı bulamayabiliyordunuz. Dünyadaki en iyi oyuncuların bir bölümüyle aynı takımdaydınız çünkü... Rekabet çok büyüktü ve sizden daima bir numara olmanız bekleniyordu. İkincilik ya da üçüncülüğün hiçbir anlamı yoktu. Lyon’da ya da genel olarak Fransa’da bu tip bir baskıya asla tanık olmazsınız. Belki bugünlerde PSG için geçerlidir, o kadar. Bahsettiğim şey de daha çok bir kültür meselesi, kazanma kültürü...

Barcelona’da ilk senenizde Frank Rijkaard ile çalıştınız. Onun sistemine adapte olmakta zorlandınız mı?

Adaptasyon sürecim, Rijkaard’ın sisteminden ziyade sezon içindeki beklentilerle alakalıydı. Zaten kadroda Thuram ve benimle aynı dönemde transferi gerçekleşen Henry gibi arkadaşlarım vardı. O yüzden, mental olarak uyum sağlamakta zorlanmadım. Ancak ilk yılım, maalesef sistemin işlememeye başladığı ve iyi geçmeyen bir döneme denk geldi. Sezonu kupasız kapatmıştık. Ligi Villarreal’in ardında üçüncü sırada tamamladık. Şampiyonlar Ligi’nde yarı finalde Manchester United’a elendik. Kral Kupası’nda da çok dramatik bir şekilde yine yarı finalde Valencia’ya geçildik. Sezon sonunda Rijkaard ile yollar ayrıldı, keza Ronaldinho ve Deco gibi önemli isimlerle de... Kısacası, hedefleri her sezon en tepeye koyan bir kulüpte başarısızlık ayrılıkla cezalandırıldı.

Fransa şu sıralar çok yetenekli bir jenerasyon yakaladı. Ancak başarısız olunan dönemlerde dahi Fransa altyapısı yetenek yetiştirmekte zorlanmıyordu. Bu üretimin sırrı nedir?

Formasyonu, yani altyapı eğitimi konusunu mükemmelleştirmek için uzun yıllardır süregelen çalışmalar var. Fransa’daki yeni nesiller artık daha iyi ve akademik açıdan dolu programlardan, imkânların ekstra iyi olduğu altyapı sistemlerinden yetişiyorlar. Elimizdeki mevcut oyuncu grubu, gerçekten üst düzey yeteneklerden oluşuyor. Üstelik çoğu kendi kulüplerinde oynama şansı bulup küçük yaşlarda Şampiyonlar Ligi ve UEFA Avrupa Ligi gibi ortamlarda tecrübe kazanıyor. Bu da milli takıma yansıyor tabii.

Rijkaard’ın ardından takımın başına Josep Guardiola getirildi. Taktiksel ve felsefi düzlemde nasıl bir deneyimdi?

Guardiola her şeyi bir kademe yukarı taşıdı, geliştirdi. Sonuçlara bakınca da bunu görürsünüz zaten. Tarihi üçlemeyi (La Liga, Kral Kupası, Şampiyonlar Ligi) gerçekleştirdiğimiz bir sezon yaşadık. Taktiksel açıdan farklı bir yaklaşımı vardı. Çok kolektif, belli bir merkeze bağlı olarak birlikte hareket ettiğin, mesafeleri çok iyi ayarlaman gereken bir saha içi yerleşimi talep ediyordu. Antrenmanlarda sayısız kez bunları tekrar ediyorduk. Sistemi en ince detayına kadar kusursuzlaştırabilmek ve taktik anlayışı oturtabilmek için antrenmanlar çok kritikti. Benim pozisyonumdaki en önemli farklılık -hatta zorunluluk- ise hücum ederek savunma anlayışıydı. Her şey topa sürekli sahip olmaktan geçiyordu. Rakibe baskıyı hissettirmeniz ve hücumun sonlandığı noktada hemen savunmaya geçmeniz gerekiyordu. Daha önce Johan Cruyff özelinde bazı varyasyonlarına şahit olsak da Guardiola’nın getirdiği anlayışın o dönemde eşi benzeri yoktu. Kulübün son yıllardaki hanedanlığı kurmasını sağlayan da bu sistemdi zaten.

Bu sistemi biraz daha açabilir misiniz? Javier Mascherano’nun orta sahadan stopere geçtiğini hatırlıyoruz ilerleyen dönemde ve dizilişin zaman zaman üçlüye döndüğünü..

Önemli olan, geride kaç kişi bulunduğu değil, 11 futbolcunun sahadaki alan paylaşımı ve topa yön verme kabiliyetiydi. Sistem de takımın sahada nasıl dizildiğinden öte, toplu hâlde o taktiği uygulama becerisine dayanıyordu. Tabii bunu yapmak için de yetenekli ve kapasiteli bir oyuncu grubu gerekiyordu. Neyse ki Barcelona’da buna sahiptik ve Pep’in taktiğine adapte olabildik. Sonunda da başarılar geldi.

Dizilişlerimiz çok esnek ve değişkendi. Farklı taktik şemalarında herkesin farklı görevleri oluyordu ve her oyuncunun buna uyum sağlaması gerekiyordu. Klasik görev tanımından farklı olarak, kendi mevkinize göre değil, takım arkadaşlarınıza ve rakibe göre pozisyon almanızı gerektiren bir sistemdi bu. Öncelikle topa sahip olmaya ve yön vermeye dayanıyordu, yani bir anlamda çok yönlü oyunculara... Mascherano da bunun en önemli örneklerinden biriydi. Orta saha orijinli olduğu için müthiş bir top tekniği ve pozisyon bilgisi vardı. Böylece, klasik stoper fiziğine sahip olmamasına rağmen savunmanın merkezinde oynayabiliyordu. Onun rolü, kazandığımız başarılardaki en kritik unsurlardan biriydi.

Kariyerinizde birçok kupa kazandınız. Lig şampiyonlukları da özeldir ama 2009’daki ilk Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunuz size ne hissettirmişti?

Şampiyonlar Ligi, dünyanın en önemli kulüp organizasyonu. Bir futbolcunun en çok kazanmak istediği kupa ve kesinlikle de en zoru... Monaco, yetiştiğim ve çıkış yaptığım yerdi. Lille’de kendimi sabit bir değer olarak ispatlamış ve olgunlaşmaya başlamıştım. Lyon’da kazanmaya başladım, hem de istikrarlı bir biçimde. Barcelona’da artık bir üst noktaya geçmem gerekiyordu. Bu yüzden, Şampiyonlar Ligi’ni -hem de iki defa- kazandığım için kendimi hep çok şanslı görürüm. Elbette bunda çok çalışmanın ve hep yükseği hedeflemenin de payı var ama doğru zamanda doğru yer kavramı, burada da geçerli. 2009’da yaşadığım duygular çok yoğundu. 19-20 yaşlarında Monaco’da başlayan yolculuğumun 10. yılında vardığım noktada hissettiklerimi anlatacak kelimeleri bulmak gerçekten çok zor.

Zidane, büyük bir futbolculuk kariyerini dramatik bir sonla tamamlamıştı. Teknik direktörlük kariyerine ise çok görkemli başladı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Futbol dünyasında görülmemiş bir şeyi başardı. Bir buçuk senede iki kez Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Başka bir eşsiz performans sergiledi yani. Tamam, teknik direktörlük kariyerinde henüz çok yeni ve elinde müthiş bir kadro var ama onun bu zamana kadar çok özel teknik adamlarla birlikte çalıştığını da unutmamak lazım. O, çok iyi gözlem yapan bir futbolcuydu. Rakibi çok iyi incelerdi, zayıflıklarına göre işlerdi onları. Bu zekâsını teknik adamlığına da yansıtıyor bence. Daha önce Real Madrid’de oynadığı ve hatta devamında kulüpte farklı görevler aldığı için kredisi de çok yüksek. Elindeki yıldızlarla dolu kadronun dilinden çok iyi anladığını düşünüyorum. Sonuçta o da büyük bir yıldızdı ve böyle takımların parçası, hatta lideriydi. Bu yüzden, onların egolarını nasıl idare edebileceğini çok iyi biliyor. Kolektif yapıyı seven bir karakter olduğu için, öğrencilerini de buna yönlendiriyor. Ronaldo bile oynadığı futboldan daha çok keyif alıyor bence.

Atlatmış olduğunuz kanser hastalığından bahsetmek istemiyor olabilirsiniz ancak tek bir soru yöneltmek istiyorum size... 2011’deki Şampiyonlar Ligi zaferinden sonra takım arkadaşınız ve kaptanınız Carles Puyol, kupa töreninde size bir jest yapmıştı. Kariyerinizin en özel anı bu muydu?

Evet, çok çılgınca bir jestti. Kesinlikle kariyerimin en duygusal anıydı. Şoke olmuştum. Spor tarihinde eşine az rastlanır delilikte ve hoşlukta bir hareketti. Puyol, bana önce kaptanlık pazubendini, sonra da kupayı vermişti. Çok karmaşık duygulardı, gerçekten. Yaşadığım zor günlerin ardından sahada tekrar takım arkadaşlarımla olmak bile ayrı bir mutluluktu benim için. Üstüne bir de Şampiyonlar Ligi kupasını kazanıp bunu kaldırma onuruna eriştim. Farklı bir takımdaşlık örneğiydi bu. Barcelona’da, insani değerlerin daima her şeyin önünde tutulduğunu biliyordum ama kaptanın o gün yaptığı jest çok farklıydı. Karaciğerimdeki tümörü aldırmak için girdiğim ameliyattan yeni dönmüştüm ve daha önümde uzun bir tedavi süreci vardı. O gün, bana ayrı bir güç vermişti.

Sizi skor katkısı yüksek olmayan bir savunma oyuncusu olarak hatırlıyoruz. Ancak tedavi sürecinizin dönüşünde, 2012’deki Kral Kupası çeyrek final eşleşmesinde Real Madrid’e karşı Santiago Bernabeu Stadı’nda attığınız bir gol var. Turu getiren kritik bir goldü bu, hatta devamında da kupayı kazandınız. Neler hissetmiştiniz?

El Clasico’da gol atmak çok özel bir duygudur. Üstelik benim gibi, ulusal liglerde ve Avrupa kupalarında hiç gol atmamış, sadece kupa müsabakalarında skor yapabilmiş bir futbolcuysanız bu daha da özeldir. Evet, kariyerimde çok az gol atabildim. Belki de hep iyi hücumcularla oynadığım içindir, bilemiyorum. Aslında sol beklerin modern futbolda çok daha sık ileri çıkması gerekiyor. Ancak ben, taktik disipline verdiğim önem gereği, gol atmaya odaklanmaktan ziyade görevini yerine getirmeye çalışan bir savunmacı oldum hep. O yüzden, gol atmak için çok da fırsatım olmadı. Bunun yerine, gol attırma kısmına yardımcı olmaya çalıştım. Ama itiraf edeyim; Real Madrid’e attığım gole inanılmaz sevinmiştim. Eşi benzeri yoktu. İşin ilginci, bir önceki sene de Athletic Bilbao’ya, yine Kral Kupası’nda gol atmıştım. İkisi de tur getiren gollerdi. Barcelona kariyerimde başka da gol yok zaten.

Kariyerinizde Henry, Zidane ve Ronaldinho gibi birçok önemli yıldızla birlikte forma giydiniz. Bunların içinde Lionel Messi’yi nereye koyarsınız?

Her büyük yıldızın farklı bir etkileyiciliği olduğuna inanırım ama en çok da kolektif bir yapının parçası olmayı başarabilenlere saygı duyarım. Kariyerim boyunca milli takımda ve birçok farklı kulüpte, çok sayıda özel futbolcu ile birlikte oynadım. Ancak hiçbiri yanındakilerin kolektif çabasından bağımsız olarak bir yere gelemedi. Dünyanın en iyi futbolcusunu, yani Messi’yi kadronuzda bulundurmanız sizin için büyük bir avantajdır ancak bu bir başarı garantisi değildir. Olmadığını da gördük birçok kez. Buna karşın kolektif bir çabanın parçasına dönüştüğünde, Messi daha da büyür ve asıl başarı gelir. Buna da sıklıkla şahit olmuşuzdur. Oyunun kuralı böyle. Son yıllarda Cristiano Ronaldo da benzer bir yoldan gidiyor.

Futbol tarihi, çok büyük oyunculara ev sahipliği yaptı. En tepeye çıkanlar ise bahsettiğim kolektif çabanın içinde kendini var edebilenler oldu. Tıpkı Messi gibi... Zidane ve Ronaldinho ile birlikte, gördüğüm en büyük yetenek.

Kendi dönemininse kesinlikle en büyüğü.

Socrates Dergi