
Modern Futbolun Kurucu Yerlisi
16 dk
Kimilerine göre Türk futbolunun ilk büyük çalım ustası; hatta çalımın bizatihi mucidiydi. Karşınızda sihirbaz Alâeddin'in, yani Alâeddin Baydar'ın hikâyesi...
"Aynı gemide değiliz." Toplumsal ayrımların belirginleştiği kriz anlarında kendini sürekli hatırlatan bir aforizma bu. Bugünlerde sıkça işitiyoruz.
Şimdi, fırtınalı bir deniz. Gelecek, tekinsiz liman. Yaşamın savurduğu dalgaları kimimiz yüzerek, kimimiz küçük filikalarında, kimimizse konforlu teknelerinde aşmaya çalışıyor. Aynı gemide olanlar dahi farklı güvertelerde, farklı açılardan bakıyorlar denize. Elbet değiliz aynı gemide. Üstelik aynı geçmişi de paylaşmıyoruz.
Yine de geçmişe karşı hissettiğimiz o derin tutku ve özlem bizi birbirimize bağlıyor. Mutluluk ve keder gibi evrensel bir duygu bu. Geleceğin yükü 'şimdi'nin omuzlarındayken, hepimizin elinde yalnızca 'geçmiş' kalıyor. Yazar Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği kitabında nostaljiyi yüzyılın tedavi edilemez hastalığı olarak tanımlıyordu. Boym'a göre, 20. yüzyıl ütopyayla başladı, nostaljiyle son buldu. Peki ya 21. yüzyıl? Fütürist senaryoların distopyalara teslim olduğu bu çağın ruh halini bedenleri aynı, karakterleri zıt iki kardeş gibi nostalji ve postmodernizm belirliyor.
Yaşadığımız dünyaya yabancılaştığımız ölçüde, iyilik ve hakikati geçmişte arar olduk. "Nerede o eski…" ile başlayan duygusal zaaf, türbülanslı zamanlarda iyice ayyuka çıkıyor. Futbol da bundan azade değil. Haksız kazanç, şike, doping, teşvik ile kirlenmiş bir hesabı ivedilikle kapatmak için muhabbetlere son bir çizgi çekiyoruz: Nerede o eski…
Spor basınının usta kalemi İslam Çupi de endüstriyel futbol düzeninde varoluş çabasını iflah olmaz bir nostalji içinde sürdürüyordu. Kendi gençliğinin de gerisine uzanan bir mukayeseyle: "Orta yaşlılar ile gençler kuşağı karşı karşıya geldiğinde futbol adına atılan şut değişmez bir yön çizerdi. Onlar Buduri derdi, biz Lefter. Onlar Zeki Rıza, Kemal derdi; biz Metin… Onlar Hasan Polat derdi, biz Naci. Onların rüyalarında Eşfak, Musa, bizim gerçeklerimizde, Selahattin, M. Ali vardı… Onların sihirbazı Alâeddin, bizim Zati Sungur'umuz ise, Kadri ile Suat'ti."
Kolektif Ferdi
Sihirbaz Alâeddin, futboluna tanıklık edenler yahut edenleri en azından birinci ağızdan dinleyenler için geçmiş zaman futbol güzellemesinin asli figürlerindendi. Roman yazarı Tarık Buğra da futbolda profesyonelliğin kabul edildiği 1952 yılında, yaşanan zihniyet dönüşümünü Alâeddin üzerinden tasvir edecekti: "Her şey gibi klas futbolcu anlayışı da değişti: Büyük bir maçı, yani günümüzün stat ilahlarını seyrederken Fenerbahçeli Alâeddin'i düşünmüştüm: Ben onun üç beş metrekare içerisinde topla dakikalarca oynadığını bilirim. Karşısındaki oyuncuların beyni dönerdi ve Taksim'in artık tarihe karışan -kışla avlusundan muhavvel- stadyomunu dolduran seyirciler keyiften bayılırlardı. Alâeddin klas bir futbolcu idi. Fakat şimdi onun bir ikinci nüshası gelse, kaderi ıslıklanmak, yuhalanmak, bir iki denemeden sonra da takımdan atılmak olurdu. (…) Zira futbol anlayışı artık değişti: Şimdi uzun paslar, top tutmamak ve on sekiz yakınlarında kazanılan her pozisyonda şüt. Yani ve kısacası tribünler gol istiyor, gol."
Alâeddin de farkındaydı kendileriyle birlikte bir devrin sona erdiğinin... Bir röportajında "Bizim zamanımızda futbol daha ferdiydi" diyecekti. Kolektif futbolun öncü isimlerinden olmasına rağmen Alâeddin, ferdi meziyetlerin rahatlıkla sergilenebildiği bir imkânın varlığından söz ediyordu. Yeni futbol, birbiri ardına atılan ve atıldıkça tribünleri 'Kıvır Alâ' tezahüratlarıyla şahlandıran şık çalımlara müsaade etmiyordu. Çünkü Alâ, sahayı takım arkadaşı Zeki ile birlikte dantel gibi örerken dakikalar ilerliyor, futbolun efsunu gol gecikiyor, haz erteleniyordu. Oysa tribünlerdeki sureti yıllar içinde değişen seyircilerin artık sabrı yoktu. Alâeddin, kendisiyle yapılan son röportajlardan birinde, eski futbolun güzelliğini 'amatörlük'te arıyordu: "Bizim eski halimiz çok daha iyiydi. Neden diyeceksiniz. Para pul yok. Pür amatördük! FB'ye giden FB'li, GS'ye giden GS'li. Herkes bir kulüpte futbol oynardı. Kulübümüzü çok severdik ve öyle oynardık." Alâeddin Baydar, hemen her eski futbolcu gibi futbol âleminden uzaklaştıkça, oyunun değişen gerçeklerine yabancılaştıkça, kendi dönemini yüceltiyordu. İşin ironisi, geçmişin yalnızca bugünden tahayyülü 'kötülük'lerden arınmış bir saflık sunuyordu. Yoksa Alâ'nın döneminde de gizli profesyoneller, tarafgir hakemler, kulüp kayıranlar memleket futbolunda kol geziyordu.
Spor basını ellili yıllarda amatörlükten profesyonelliğe geçişin sancılarını bir önceki kuşağın forma aşkına referansla aştığı gibi, seksenlerden sonra da endüstriyel futbolun yarattığı gerilimlerin üstesinden Metinli Lefterli bir romantizmle geliyordu. "Bir zamanların amatör ruhla oynanan futbolunu hatırlıyorum. Canlar, Lefterler, Mehmetçik Basriler... O güzelim futbol, futbolcular ve seyirciler nasıl kayboldu? Onlar ilk gençliğimizin su perileri idiler. (…) Kimler kaçırdı su perilerini? (…) Televizyon ve Televole yoktu. Saatler süren futbol üzerine geyik muhabbetleri yoktu. Futbolun bir güzelliği, futbolcunun amatör ruhu vardı. Seyircinin sahaya attığı çiçekler vardı. Düzeyli amigolar vardı."
Sanki futbola dair iyi ve güzel ne varsa zamanla kayboluyor, tüm renkler gibi formalar da hızla kirleniyordu! Yine de memleket futbolunda nostaljik bir esinti dediğimizde 1910'lardan, hatta 1920'lerden geriye gitmek pek de mümkün gözükmüyor. Lakin Türk futbolcuların modern futbolu kural ve kaideleriyle öğrendikleri ve hem kendi aralarında hem de 'yabancı unsur'lara karşı ilk galibiyetleri tattıkları dönemler bunlar. İşte spor basınına sıkça aksettiği üzere, futbol nostaljimizin ilk büyük isimlerinden biri de; Alâeddin Baydar...
Zeki-Ala Kombinezonu
Alâeddin Baydar, İstanbul'un önde gelen tasavvuf ocaklarından biri olan Naziki tekkesinin kurucu ailesine mensuptu.
Cumhuriyet'in ardından ailenin bir kolu Nazikioğulları soyadını benimserken bir kısmı Baydar'ı tercih etmişti. Alâeddin Bey'in babası Nazikizade Esseyit Mehmet Esat Bey, Düyun-u Umumiye İdaresi'nde mektupçuydu. Siyavuş Paşa'nın sülalesinden gelen anne Fehime Hanım ise İlkokul İdaresi'nde müdür olan Hakkı Bey'in kızıydı.
Aslında her şey Mehmet Esat Bey'in erken gelen ölümüyle başladı. Alâ, henüz beş-altı yaşlarındaydı. Fehime Hanım, dört çocuğunu alıp Cağaloğlu'ndan Kadıköy'e taşındı. Yaz günleri her sabah Küçük Moda'daki evlerinden çıkıp deniz banyolarına gidiyorlardı. Alâ, sporla ilk bu güzergâh üzerinde tanışmıştı. Moda'daki İngilizlerin, Rumların tenis ve futbol oyunları karşısında büyülendi. Aile büyüklerinin itirazlarına rağmen komşu çocuklarıyla başladığı futbol oyunu, abisinin elinden tutup Fenerbahçe'nin kapısından beraber girdikleri gün bambaşka bir veçheye bürünecek, eşikten atılan o adım kendisine yaşamı boyunca uğraştığı tüm meslek ve meşgalelerin ötesinde bir unvan bahşedecekti: Fenerbahçeli Alâeddin!
Alâ'nın abisi Nasuhi Baydar, kulübün kurucularından biriydi. Henüz bir lokalin bile olmadığı kuruluş günlerinde gençler Nasuhilerin evinde toplanır, küçük kardeş Alâeddin gelen misafirlere annesinin yaptığı kahveleri ikram ederdi. Kulübe hizmetleri böylelikle beş-altı yaşlarında başlamıştı Alâeddin'in… Yıllar sonra "Fenerbahçe'deki hayatım Fenerbahçe ile başlar" diye boşuna demeyecekti!
Alâeddin, Fenerbahçe Kulübü'nde hokey, atletizm, bisiklet, yüzücülük, bilardo, uzun atlama ve yüksek atlama gibi farklı sporlarla da uğraştı. Fakat spor yaşamının nirengi noktasında dördüncü takımda başlayıp adım adım yükseldiği futbol vardı: "O zaman dört tane dördüncü, beş tane de üçüncü takım vardı. Dördüncü takım deyip geçmeyiniz. Fenerbahçe bir mektep gibiydi. İlk defa birinci takıma 16 yaşında girdim. Anadolu ile maçımız vardı. Beni sağ açığa, Zeki'yi de sol açığa koydular. Takımımızın umumi kaptanı ve antrenörü Elkatip Mustafa Bey'e diğer idareciler, bu çoluk çocuğu nereden bulup takıma koydunuz diye çıkışmışlar. Biz bunun farkında değildik. İkişer gol attık o gün."
İki büyük spor önderi Nasuhi Baydar ve Hasan Kâmil Sporel'in küçük kardeşleri, Alâeddin ve Zeki Rıza, altı sene boyunca Fenerbahçe'nin üçüncü takımında birlikte oynayacak; iki can arkadaşın yıllar içinde yakaladıkları uyum, birinci takıma yükseldikten sonra dillere destan olacaktı. Artık Alâ Fenerbahçe'nin sağ içi, Zeki ise santrforuydu. Bu muazzam futbolistler, A takımdaki ilk maçlarında olduğu gibi, 26 Ekim 1923 günü Taksim Stadı'nda Romanya'ya karşı oynanan ilk A milli maçta da sahaya beraber çıktı. Üstelik Zeki galibiyeti getiren golü, Alâeddin'in ona verdiği güzel pastan istifadeyle atacaktı.
Alâeddin Baydar, hayatı boyunca 16 defa terletti milli formayı. 1924 ve 1928 Olimpiyat Oyunları'na katılmakla kalmadı; 1927'de milli takımın gerçekleştirdiği Avrupa turnesi kadrosunda yer alarak şöhretini yurtdışına taşıdı. Rüştü Dağlaroğlu ellili yılların ortasında kaleme aldığı bir yazıda 8 numara için şunları söylüyordu: "Fenerbahçe ve milli takımın bu meşhur ve namıdar sağ içi, futbolun müşterek bir spor olarak tatbikinin memleketimizdeki ilk örneği olan ve 30-35 yıl önceleri dillerde dolaşan Alâeddin-Zeki kombinezonu ile modern futbolun bizdeki 2 kurucusundan biri olarak tanınırken, hazırladığı mükemmel gol pozisyonlarıyla takım arkadaşı Zeki'nin de şöhretinde müessir olmuş bulunuyor."
Alâeddin, oynadığı dönemin futbolcu tipolojisinin tüm hususiyetlerini bünyesinde barındırıyordu. Kısa bir boya, zayıf yapıya sahipti. Vücudunun üst kısmına nazaran sımsıkı adaleli çarpık bacaklarıyla göze çarpan alt bedeni ise son derece gelişmişti. Süratli bir oyuncuydu ve top hâkimiyeti mükemmeldi. Beklenmedik anlarda verdiği muntazam paslarıyla takım arkadaşlarını da çok defa golle buluştururdu. Bu isimlerden biri olan Bedri Gürsoy'a göre Alâ'nın çalımları "dünya yüzünde yetişen futbolcuların en başında gelecek ve akıllara hayret verecek hususiyette"ydi. Öyle ki önüne dizdiği futbolcuların arasından topu evirir, kıvırır, bir şekilde kurtarır; tam top ayağından gitti zannedip 'Ne yaptın Alâ? Fazla çalımın sonunda kaptırdın topu' diyeceğiniz anda kalabalığın içinden yine ayağında topla çıkıverirdi. Gürsoy'un anımsadığı üzere, mütareke senelerinde İngiliz askerleriyle oynadıkları bir maçta yine yapacağını yapmıştı Kıvır Alâ: "Maçın beraberlikle biteceği aşikârdı. Zira artık düdük çalmasına iki dakika kalmıştı ki, Alâeddin bir aralık ne yaptı yaptı, kaptığı topu evirdi kıvırdı çevirdi, çalım yaptı ve sıkı bir burun şutu çekti. Topu İngiliz kalesinin ağlarına geçirdi. Halk sevinçten coştu. Avaz avaz "yaşa Alâ, var ol Alâ" diye haykırmaya başladı. Bir aralık seyirciler arasından beyaz sarıklı, sakallı bir hoca efendi cübbesini toplaya toplaya sahaya fırladı ve Alâeddin'i kucaklayıp öptü: "Bugünü bana gösterdin ya evlat, Allah senden razı olsun" diye bağırmaya başladı."
Çalım ustası Alâ, 1930'lu yılların başında evlendi. Eşi Nurunisa Hanım üç erkek çocuk dünyaya getirdi: Ergin, Engin ve Ahmet. Bir müddet sonra Alâeddin Bey'in işi nedeniyle Baydar ailesi Ankara'ya taşındı. İpek-İş Fabrikası'nın yeni muhasebe müdürü, Anadolu Ajansı'nın genel müdürlüğünü yapmakta olan bir başka Fenerbahçeli; Muvaffak Menemencioğlu'nun telkin ve tavsiyeleriyle İmalat-ı Harbiye takımına girdi. Dönemin basını aynı yıllarda Galatasaraylı Mithat'ın da Gençlerbirliği'ne geçmesiyle İstanbul'daki ezeli rekabetin Ankara'ya taşındığını muştulayacaktı. 1933 senesinde İmalat-ı Harbiye'nin ismini Ankaragücü olarak değiştiren komisyonda takımın kaptanı Alâeddin de vardı.
Alâ, 1934'ün bir Mayıs günü çok özlediği Fenerbahçe'sinden bir davet aldı. Zeki futbolu bırakıyor ve kulübün kuruluş yıldönümü kapsamında Avusturya'nın FC Wien takımıyla yapılacak bu jübile maçında kendisinden de sahada olması isteniyordu. 1 Haziran günü Fenerbahçe Stadı'nda 10 bin kişinin izlediği bu karşılaşma, Alâeddin'in de son maçı oldu. Futbola bir daha dönmedi. Cem Atabeyoğlu'nun da bahsettiği gibi, Türkiye'de kolektif futbolun ilk mükemmel örneğine imza atan bu iki üstat sahada etle tırnak gibiydi. Alâeddin'siz bir Zeki olamayacağı gibi, Zeki'siz bir Alâeddin düşünmek de mümkün değildi. Alâeddin Baydar, yıllar sonra, "Tekrar futbol oynamaya başlasam Zeki'yi yanımda isterim" diyecekti.
Alâ, Fenerbahçe birinci takımında 18 yıl boyunca 324 maçta forma giymiş, 362 gol kaydetmişti. Seyircilerin coşkun tezahüratlarına şayan bir futbolistti o. Kimilerine göre Türk futbolunun ilk büyük çalım ustası; hatta çalımın bizatihi mucidiydi. Futbolu bıraktıktan sonra 1940'lı yıllara kadar Ankara'da yaşamaya devam etti. Kömür İşletmeleri Muhasebe Müdürlüğü'ne tayini çıktığındaysa İstanbul'a dönerek yeniden Moda'ya yerleşti. 12 Temmuz 1990 günü hayata gözlerini kapayana değin buradaydı. Doksanına merdiven dayamış bir ihtiyar olarak çok sevdiği Fenerbahçe Kulübü'nü düzenli olarak ziyaret edebileceği bir yürüme mesafesinde…
Alâeddin Baydar futbolu bıraktıktan sonra her ne kadar Akşam'da gazetecilik yapmış yahut Fenerbahçe'de birkaç dönem yönetici olarak bulunmuş olsa da ne spor yazarı ne de idarecisi unvanlarıyla anılmak istedi. O, aktif futbolculuğunun ardından arka planda kalmayı ve 'eskinin en büyük futbolisti' olarak nostaljisini yaşatmayı tercih edecekti.
Kariyeri boyunca attığı ve attırdığı yüzlerce golün içinde bir tanesi vardı ki unutması mümkün değildi Alâ'nın. Her sohbette, her röportajda o gol mutlaka hatırına düşecekti. 1932 yılının 27 Mayıs günüydü. Fenerbahçe Taksim Stadı'nda Galatasaray'a karşı oynuyordu. Alâeddin'in maçın 70. dakikasında kalenin sağ üst köşesine gönderdiği şut ağlarla buluşuyor ve galibiyeti getiren bu gol sonrası maçın bitiş düdüğüyle tribünleri dolduran sarı-lacivertliler Alâ'ya koşuyordu. Sahaya doluşan taraftarlar, Alâeddin'i bir iskemlenin üzerine oturtup omuzlarına alarak stat kapısının hemen üstündeki tribünde maçı izleyen Nurunisa Hanım'ın yanına taşımışlardı. Türkspor'a göre Alâeddin, işte bu müthiş golü ile eski performansını kaybettiğini düşünenleri fena halde yanıltmıştı. Golün kendisi kadar dergiye yansıyan tasviri de muazzamdı: "Bu güzel akınlardan birinde Alâeddin, 18 pas çizgisi dışından nefis ve tutulmaz bir şutla topu ağların içine soktu. Bu, öyle bir goldü ki, arka arkaya 28 kale olsa, 28'inden de geçerdi."
Özet Kaynakça
• Bedri Gürsoy'un Alâeddin Baydar Portresi, aktaran Tuncay Yavuz. https://fenerbahcetarihi.org/2020/05/alaaddin-baydar/ Erişim: 16.2.2021
• Cem Atabeyoğlu, "Türk Futbolunun Efsaneleşmiş Yıldızları: 24," Pirelli Dergisi, Mayıs-Haziran 1989.
• Mustafa Alp Dağıstanlı, "Papazın Çayırından İnönü Stadyumuna," Araştırma Dosyası, Start Dergisi, Aralık 1987. Aktaran: Dağıstanlı, https://5ne1kim.wordpress.com/2018/03/07/turkiyenin-ilkkusak-futbolculariyla-roportajlar/ Erişim: 16.1.2021.
• Svetlana Boym, Nostaljinin Geleceği, Metis Yayınları, 2009.
• "Birbirimizi Tanıyalım: Alaeddin Baydar," Yeni Öz Fenerbahçe Dergisi, 1955.
• Vâlâ Somalı. Üç Dev Çınarın Yüzüncü Yılında En İyiler, Boyut Matbaacılık, 2010.