
Mucizevi Yıl: 2000
10 dk
Fatih Terim, 2000 baharında kariyerinin zirvesine tırmandı. Yaz aylarında ise yeni bir macera onu bekliyordu. UEFA Kupası ve Fiorentina maceralarından bir kesit...
Geçtiğimiz yıl Atahan Altınordu ile birlikte Fatih Terim’in evine misafir olduğumuzda Atahan, Ali Sami Yen Stadı hakkında bir dosya peşindeydi, bense o dönem app okyanusundaki yeni maceramız için UEFA Kupası yıldönümü içeriğinin… Fatih Terim; anekdotları, gözlemleri ve tarzıyla kısa sürede iki içerik için de istediklerimizi vermişti. Fakat sohbet bunlarla sınırlı kalmadı. Hayata, kariyerine dair çok patikalara da saptık. Bunlardan biri de –hatta sıklıkla– İtalya, bilhassa da Floransa günleriydi. Oradan ayrılırken “Bir gün bu İtalya malzemelerini de kullanmak lazım” demiştim Atahan’a. 2000’ler sayısı tam zamanı oldu. Nitekim Fatih Terim, 2000’de UEFA Kupası’nı kazanamış ve yine o yıl içinde Floransa’nın ‘grande’si mertebesine yükselmişti. Fazla uzatmadan Fatih Terim ile 2000 senesine gidiyoruz…
UEFA serüveninde stratejik farklılıklar var mıydı? Ya da kazanılan bir alışkanlık?
Türkiye Ligi’nde o zaman yaptığımız bir hata vardı; 90 dakikanın tamamında pres yapmaya çalışıyorduk. 1-0 galibiz, dokuz kişiyle hücumdayız, gol yiyoruz, puan kaybediyoruz. Nadiren de olsa... (Gülerek)
UEFA serüveninde daha Avrupaiydik. “Bunu böyle oynayacağız, şunu da şöyle oynayacağız” deyip yapar olduk. Bir de artık “Onu da eledim, bunu da geçtim” derken biraz daha inanıyorsunuz.
Dortmund da –iyi dönemi olsa da– Mallorca da Galatasaray için ‘dişe göre rakipti’ ama Leeds, İngiltere’nin yükselen takımlarından biriydi. Üstelik eşleşme daha sonra futbol tarihine geçecek bir kaos halini aldı...
Bana göre Leeds başlı başına herkesin tekrar incelemesi gereken bir olay. Hakikaten çok yetenekli bir gruptu. Onu bir kenara koyalım, ölümler oldu. Onu yönettik, takımı yönettik. 2-0 galibiyetin rövanşında deplasmanda üç forvetle başladık. Tribünler 41 bine karşı sıfır! Düşündüğümüz oldu. Neydi o düşünce? “Gol atmazsak biz buradan çıkamayız.” Bunun farkında olarak hareket ettik.
O atmosfere hazırlanmak mümkün mü?
Altyapıya sinema salonu yaptırmıştım, orada Leeds maçını seyrettik. Hoparlörlerde Elland Road’daki gerçek seslerle... Öyle geçecekti, biliyorduk. Adamlar çünkü bir “Oooo!” diyor, rakibin dizleri titriyor. Belki maç boyu şarkılar söylemiyorlar ama bir “Oooo!” yetiyor. İngiltere öyle bir deplasmandır ki iki dakikada 4-0 olur, farkına varmazsınız, iki de kaburga kemiğiniz kırılır. Faul olmadan. Nitekim golün bir tanesinde Taffarel’i topla birlikte içeri attılar ama golü verdi hakem.
Arsenal da o sezon ilginçtir, Fiorentina’ya elenip gelmişti UEFA Kupası’na. Leeds umut vadeden takımsa Arsenal, Manchester United’la birlikte Premier Lig’in en iyi iki takımından biriydi.
Leeds’i de geçtikten sonra kırk günümüz vardı final için. Benim de bir maç seyretme hakkım vardı. Fulya’yla gittik hatta analizi de orada yaptım, teybim vardı, ona kaydettim. Chelsea’yle oynadılar, onları da yendiler felaket bir şekilde... Fulya bana dedi ki, “Fatih, ben anlamam ama nasıl yapacaksın, hangi birini tutacaksın?” “Hiç kimseyi tutmayacağım” dedim. Çünkü bunlarda birini tutmak, öbürünü tutmamak olmaz. O zaman da biz oynayamayız. Bizi de buraya getiren bu oyunumuz. “Oyunumuzu oynayacağız” dedim. Geliştireceğiz, bazı tedbirlerimizi tabii ki alacağız ama bu oyunumuzdan vazgeçmeyeceğiz.
Başlarken presle... Kontrollü ama. Birkaç dakika. Ondan sonra santranın yayının önüne çekilip enerjimizi ekonomik kullanmak adına... Sadece kaptırdığımız yerde pres değişmezdi, o bizim özelliğimiz. Topun olduğu yerde sayısal üstünlüğü sağladığımız an baskı yapardık.
Bizim en önemli özelliklerimizden bir tanesi, dört sene ezberlediğimiz sistemi oynarken esnekliğe de sahip olmamızdı. Çünkü bizde Bülent (Korkmaz) ve Hakan (Şükür) dışında mevkisi belli oyuncu yoktu. Hepsi iki-üç mevkide oynamıştı.
Haliyle sahanın içindeki bilinmezlik bizde çok önemli bir faktördü. Oyun içinde kâğıtla liste göndermezdik ama gözümüzle hallederdik! Herkes alışmıştı zaten. Oyunumuzu da ezberlemiştik, refleksimizi de. Dolayısıyla bu değişkenlik, rakipler için bilinmezlikler taşıyor ve çoğu zaman onlara sürpriz oluyordu.
Finalden önce hava nasıldı?
Bir gece önce dört-beş kişi biz deniz kenarına gittik, beni zorla aldılar analizden, “Bir hava al” diye deniz kenarına getirdiler. Döndüm, “Şu oda meyve istiyor” dediler. Saat 3. Küçük Hakan, Emre, Okan, Hakan, Arif... Hepsi!
Futbolculuğumuzda “Nasıl uyumazsınız?” derlerdi bize. Uyuyamıyor işte oyuncu, ilk defa böyle bir final oynayacak. Dedim ki “Bize de verin, ben de geliyorum!” Ekiple biz de oturduk. Sabah 05.30, “Uykunuz geldi mi?” dedim, “Geldi” dediler. “Tamam, şimdi yatın, programı değiştiriyorum; geç kahvaltı. Öğlen yemek 14.00’te, sonra da takımı açıklayacağım.” Akşam maça kadar istirahat etmeye de zaman kalsın istiyorum.
Maç günü bir yer buldum. Beş yüz metre uzaklıkta bir saha... Yemeği yedik, yemek sonrası o sahaya yürüdük. Oturdular hepsi. ‘Shadow Game’ yapıyoruz. Ben de devamlı konuşuyorum. Murat Beyazıt, Henry; Müfit Hoca, Overmars; öteki başka biri… Böyle anlatıyoruz, göstermeli. Üç lisana çevriliyor. Fakat hâlâ aklımda bir soru var. Hagi-Hakan-Arif mi, Hasan Şaş mı? 4-4-2 gibi mi yoksa 4-3-3 gibi mi? Bir de bizde Hagi-Hakan-Arif olmadı mı sanki defans oynuyoruz, öyle diyorlar. Aslında o takımın zaten her yanı hücum!
Leeds ve Arsenal oyun tarzı olarak iki ayrı İngiliz takımıydı aslında. Planınızda farklılıklar oldu mu?
Leeds, Arsenal’dan daha baskıcı bir takım. Oyun stilleri de öyleydi, sahip oldukları oyuncu tipleri de... İki lafımdan biridir, “Oynayacağız, oynadığınızdan zevk alın.” Hele Avrupa’da top tuttuğunuz zaman çok hoşunuza gider. Onların da hiç hoşuna gitmez. Biz yıllarca topa vurduk, hep geri geldi biliyorsunuz. Bir çıkış yolu varsa oynanmışların, denenmişlerin üzerindeki tecrübedir.
Bir: 4-4-2 oynayan her takımın orta ikilisini üçe iki bıraktım. Oraya hep hâkim olduk. İki: çok çabuk ters oynadık. Biliyorsunuz; özellikle İngilizlerde 4-4-2’nin son adamı çok içeri girer, görmeden atar olduk oraya topu. Beki veya kenarı gönderdik ya da kenar içeri, bek dışarı... Bunu çok yaptık, çok yorduk ve topun sahibi olmayı çok istedik. Hem orada hem burada. Hem de İngilizlere karşı...
Ters tarafları iyi kullanırken kompakt oynadık, blokları çok açmadık. Mesafe cetvelle ölçmüş gibi eşit oldu çoğu zaman. Oyundan düştüğümüz anlar oldu, birkaç dakika savrulduğumuz veya rakibin bizi yasladığı zamanlar oldu. Doğal bunlar. Onları da iyi atlattık. Çünkü topu tutup bizi rahatlatacak oyuncularımız vardı. Her maç bize yeni bir şey ekledi. Eksiğimizi giderdik. Fazlamızı tavana vurdurduk. Ama bana göre hiçbir zaman “Ya ama...” bırakmadık arkamızda. Velhasıl evet, belki de en tehlikelisi Leeds’ti.
O yaz Fiorentina’ya gittiğinizde bu “Oynadığınızdan zevk alın” zihniyeti size çok şey kazandırdı…
Çünkü takımımızın kapasitesi şöyleydi; onlar aldı, onlar oynadı; biz aldık, biz oynadık… Olmaz, yapamayız! Zaten iyi de başlamadık. Bir şey yapmamız lazım. Bir gün dedim ki “Kusura bakmayın çocuklar, biz böyle Avrupa’da kupa kazandık. Benim stilim de bu. Bu topu oynatmasaydım zaten burada işim yoktu ki!”
Bu kafamdaki oyunu yazdım, “Böyle oynayacağız!” dedim, bir döndüm herkesin surat kıpkırmızı. Bitti toplantı, herkes çıkıyor odadan. “Bir dakikanız var mı?” diye bir ses; (Angelo) Di Livio ve (Moreno) Torricelli. “Mister” dediler, “Merak etmeyin. Bir ay sonra bu futbolu oynayacağız. Ne demek istediğini biz anladık.” Sonra öğrendim ki Juventus, İtalya’nın okuluymuş. “Oradan gelenlerin hepsi büyük profesyoneldir” derlerdi. Çok kilit oyuncuydu ikisi de. Sonra… Cidden tozunu attırdılar ortalığın.
Kasım ve aralık ayları Inter, Milan, Juventus maçları derken bir anda ligin renk katan takımına dönüşmeye başladınız…
Alışkanlık yaptı oynamak… İki ay sonra herkese her yerde baskı yapmaya başladık. O arada çok iyi maçlar da oynadık. Milan’ı 4-0, Inter’i 2-0 yendik. Juventus’la 3-3 biten harika maç bir maç oynamıştık. Bir geldik, kral gibi karşılandık! Orada muazzam bir başarı hikâyesi olabilirdi. Oldu oldu… Ama kalabilsek büyük bir başarı hikâyesi yazabilirdik.
Belki finalde takımın başında sahaya çıkamadınız ama o sene İtalya Kupası’ndaki serüven de taraftara büyük keyif vermişti.
İlk turda Salernitana’yı 5-0 yendik, dönüyoruz, saat 22.05… Bir gürültü var uçağın önünde. Ben de kitap okuyorum. “N’oluyor?” dedim. İndirmiyorlar uçağı. 22.00’de kapanıyor. Pisa’ya indirdiler bizi, oradan otobüsle geldik Floransa’ya. Di Gennaro uçakta dedi ki “Mister, Galatasaray kupada 5-0 kazansa ne yaparsın?” “Uçağı yola indiririm” dedim.
Brescia ile ikinci turda oynuyoruz. 10 dakikada 3-0 oldu, ikinci yarıda bir anda altı oldu. Antrenörleri meşhur (Carlo) Mazzone’ydi hatta. Herkesin çekindiği bir adam. (Joe) Barrone aradı maçtan sonra “Sana artık kimse dokunamaz!” Anlamadım. “Mazzone sana methiyeler dizdi.” Ne demiş olabilir? Adamı tanımıyorum. “Bir tane adam geldi, İtalyan futbolunu kurtaracak. Bari ona sahip çıkın. Yoksa bu kafayla bir yere gidemezsiniz.” demiş. Bana sallıyorlar çünkü “Defans yok mu? Hep hücum mu plan? Santrfor alacağına defansı güçlendirmeliydi…”
(Mauro) Bressan, (Fabio) Rossitto ve (Christian) Amoroso oynuyoruz orta üçlüde. Bazen de (Manuel) Rui Costa’yı ikili orta saha önüne atıyordum çok atak istediğimde. Di Livio desen... Çok yönlü olduğu için oyuncu çıkarmadan oyuna müdahale etme şansı veriyordu. Önde de (Enrico) Chiesa, Leandro, Nuno Gomes. (Predrag) Mijatovic’i de say sen oraya… Zannedersin ki biz Inter’iz, Milan’ız…
Halbuki o günkü İtalya’yı hatırlayalım… Ya santrforu çıkarıp orta saha alır ya orta sahayı çıkarıp defans alırlar. Ama biz, o takımla sekiz kişi hücumdayız. Hâlâ o topu hatırlıyor oradakiler. Zaten risk bizim göbek adımız. Riskin babasını da alıyorduk.
Şimdi anlatıyorlar Francesco Farioli veya Maurizio Sarri oyununu mesela. Bizde etkili ve doğru oyun varken rakibe de tehditlerimiz değişkendi. 7 numara içeri girer, 2 numara oraya koşar… Yerleşimden ziyade çeşitlilik vardı bizde.
Ama tam bir yokluk takımıyız aslında. Giancarlo (Antognoni) diyor ki orta sahadaki iki adam için bana “Mister, bu ikisini Salernitana istiyordu, biz de veririz diye düşündük” Korkuyorum: “Aman Giancarlo, yok adam yok!” Tam bir yokluk ya! Başkan, “Zenden’i alacağız” diyor ama ne gelen var ne giden. (Paolo) Vanoli grip olsa yerine sol bek yok!
Sezon başı Batistuta ayrılmış…
Basın toplantısından bir hata yapmışım: “Merak etmeyin. Size (Gabriel) Batistuta’yı aratmayacağız!” dedim. Bütün çöp tenekelerini ters çevirmişlerdi gittiğinde. Ben oraya gittiğimde de yaktılar.
Yeniden doğan Enrico Chiesa da Bati’yi pek aratmadı o sezon...
İngiltere’ye gittik hazırlık maçları oynamaya… “Enrico!” dedim Chiesa’ya… 20 dakika var bitime, oyuna sokacağım. Baktım yavaş yavaş hazırlanıyor. “Otur” dedim. Marco Rossi vardı kadroda, genç. Onu soktum oyuna.
Salı günü antrenmanda santrada konuşacağım… Sahaya girdi, yavaş yavaş geliyor. Saate baktım, başladım konuşmaya… Belli ki kapris yapıyor. Derken geldi, “Çık dışarı!” dedim. “Anlamadım?” deyince yardımcım (Antonio) Di Genaro’ya “Al, öbür sahaya. Out, out!” dedim. Şimdi gelecek ayakkabı bağlayacak bir saat bir de… İdman bitti “Tık tık tık” Kapı… Baktım, Enrico. Uzattı kafayı: “Mister, gelebilir miyim?”
— Özür dilerim, bunu yapmak istememiştim. — Bitti mi? — Bitti.
“Bak Enrico” dedim, “Geldiğim gün bir kişiyi anlattım, o da sen. Ne dedim? ‘Enrico buradan milli takıma gidecek’ dedim. Ama en arkada koşarsan, son saniye soyunma odasına gelirsen, çalışmaz, oyuna girerken sekiz saat kapris yaparsan… Ben buna müsaade edemem!” Sonra çok iyi oynadı, ortalığı kasıp kavurdu ve milli takıma tekrar seçildi. Büyük şöhret, çok iyi oyuncuydu. 80. yıl kutlamalarında karşılaştık, “Mister, ben mi bu mu?” dedi, yanında da oğlu var. “Enrico, oğlun kusura bakmasın ama üç kere sen” dedim.
Ocak sonuna doğru bir krize girdiniz. En çok da başkan Cecchi Gori ile aranızda yaşanan gerginlik gündeme gelmişti.
O Reggina maçındaki tutumumda ben haksızım. (Gülüyor.) Örnek olacak şekilde hem de. Ya, adam takımın sahibi! Bizim memlekette sahiplik yok ki. (Gülüyor.) “Bayım, ben sizi böyle alayım” dedim, dışarıyı gösterdim. “Maçtan sonra görüşürüz” dedim. Bütün herkes şok oldu. Meğer o soyunma odasına girer, “Niye bunu değiştirmiyorsun?” diye hesap sorarmış her maçta. Ben basit yaklaşımların, işini yaşamak kaidesiyle büyük problemleri çözdüğünü düşünüyorum. Şaka bir yana futbol da hayat da böyledir. Beklemediğiniz şeyler karşınıza çıkar.
İtalyanlar kendilerine uyum sağlayan, İtalyanca konuşmaya, onlar gibi yaşamaya gayret eden kişilere karşı daha ılımlı oluyorlar sanki. Bir de başarı gelince...
Yabancıya çok kapalı bir yerdi ama ben orada bir İtalyan gibi yaşadım. İmzaya gittiğimde, “Sezon başında ilk basın toplantımı İtalyanca yapacağım” deyip, yaz boyunca İtalyanca dersi aldım ve ilk basın toplantımı İtalyanca yaptım. Şöyle başladım: “Ben bir İtalyan gibi konuşamam ama gayret edeceğim.” Ne yapardım, biliyor musun? Direkt garaja giriyorsun Artemio Franchi’de, oradaki ihtiyar takımının takıldığı bir restoran vardı. Girerdim oraya, “Oooo Grande, hoş geldin!” derler, hemen bir şeyler ısmarlarlar. O alışkanlıklarımı çok sevdiler. Soyunma odasında vermişim takıma her şeyi zaten, çıkıyorum oraya, beni görünce şaşırıyorlar! “Mister mi o?” diyor biri, öbürü “Yok ya, olamaz!” diyor. “O ya o işte” diyor öbürü. İki dakika sonra 500 kişi orada…
Antrenörlük hayatınızdaki en büyük keşke Floransa gibi? Hâlâ o günlerin heyecanını yaşıyor gibisiniz…
Herkesin keşkesi vardır ama ben pek sevmiyorum “Keşke” demeyi. O anları yaşamak daha önemli. O anlarda karar veriyorsunuz. Ama orada çok mutlu olduk, çok mutlu ettik. Bir İtalyan gibi yaşadık orada. Milano’da da çok mutluydum. Hâlâ orada saygı görürüm ama Floransa… Başka bir şehirdi.
