
Mutlu Sona Bir Kala
11 dk
Leicester City ve Tottenham, bir mucizeye doğru koşar adım ilerliyorlar. “Nefesleri yetecek mi?” sorusu önemli ama daha da önemlisi, bu noktaya nasıl gelindiği.
Malcolm Gladwell, Davut ve Golyat kitabında binlerce yıllık mitin göründüğü gibi olmadığını anlatır; ona göre Davut, Golyat’a karşı üstün olan özelliklerini kullanarak almıştır destansı galibiyetini. İlk bakışta savaş alanındaki bir deve karşı küçük bir çobanın avantajının görünmediğine, öyküyü bilen herkes katılacaktır. Gladwell, Golyat’ın görme problemlerinden Davut’un kullandığı silaha ya da savaş alanının sağladığı avantajlara kadar bir dizi ipucunu birleştirerek Davut’un galibiyet için avantajlı olan taraf olduğu sonucuna varır. Amerikalı yazar hikâyelerden ne kadar hoşlanıyor bilinmez ancak analitik bir bakış açısına sahip olduğu kesin. Tarihi ve hikâyeleri üçüncü kişilerden dinlemenin kusurlu tarafı, izleyenin istemeden olayın bir parçası olma halinin yarattığı abartılardır.
Futbolda da durum farklı değil. Hayatta olan bitene dair bilinenler sınırlı kaldığında, metafizik öğeler öykülerdeki yerlerini alır ve başarılar destana dönüşür. Saha içindeki hikâyelerin, tarih boyunca anlatılanlardan bir farkı yok. Yarışma alanındaki şartların doğurduğu sonuçlar, birer tesadüfler dizisi gibi görünür. Sanırım hem mutlu olmak hem de hayata devam edebilmek için bu hikâyelere ihtiyaç var.
Premier Lig’de bu sezon yaşananlar şimdiden masala dönüştürülmüş durumda. Birkaç sene önce Liverpool’un yaptığı beklenmeyen çıkış bu kez Leicester City ve Tottenham’dan geldi. Dahası, bu iki takımdan biri, hikâyeyi tamamlamaya Liverpool’dan daha yakın görünüyor. İzleyici yaşanan bu anomaliyi romantize etme işine girişeli çok oldu. İki takımın yaptıkları ise mucizeden ziyade Premier Lig’deki problemlerin bir sonucu gibi görünüyor.
Planlama
Lige akan para her yıl katlanarak büyürken futbol aklının aynı oranda büyüdüğünü söylemek zor. Takımlar yüksek transfer bütçelerine sahipler, yıldız oyuncular lige akın ediyor. Taraftarlar takımlarının sahip olduğu maddi güçten memnunlar. Muhtemelen, dünyadaki tüm futbol taraftarları da kendi kulüpleri için benzer hayalleri kuruyorlardır.
İşin pratiğinde ise durum farklı. Sahadaki dinamikler harita metot defterlerin arkalarına yazılan, bilgisayar oyunlarında oluşturulan ve harikalar yaratan kadrolar ile bir türlü örtüşmüyor. “O çıksın, yerine bu oynasın”, “4-3-3 yerine 4-2-3-1 oynanmalı” gibi önermeler saha içinde olan biteni anlatmaktan çok uzak fakat futbolun hep gündemde kalmasını ve sürekli konuşulabilmesini sağlayan başlıklar. Transfer de bunun bir parçası. Takımın neye ihtiyacı var? Kaç oyuncu gerekli? Transferlerin uyumu ne kadar sürecek? Kaç maç oynanacak?
Çok fazla değişken var ve bunları dikkatli şekilde analiz edip kadrosunu buna göre şekillendiren takım sayısı oldukça az. Hatta Aston Villa’nın geçen yıla kadar oyuncu izleme ekibinin dahi olmadığı ifade ediliyor ki şu an Premier Lig’in son sırasındalar. Markete cebi dolu giren takımlar oyuncularına değer katmakla zaman harcamaktansa yeni birine şans vermeyi uygun görüyorlar. Geçen sezon sonunda 25 milyon pound kâr açıklayan Leicester City’de ise ilk 11’e eklenen transfer sayısı yalnızca üç. Riyad Mahrez’i Fransa alt liglerinden bulan kulüp gözlemcileri, Caen’de çok iyi sezon geçiren N’Golo Kante’yi gözden kaçırmadı. Fuchs, Okazaki ve Gray de yapbozun eksik parçaları gibi uyum sağladılar. Gareth Bale’den kazandığı parayı çok kötü kullandığı için eleştirilen Tottenham da geçmişte yaptığı hatalardan ders çıkardığını gösterdi. Bazı rakiplerin transfer obezliği, bazılarının yanlış durum ya da oyuncu tespiti diğerlerinin işlerini kolaylaştırdı.
Antrenör seçimi de en az takım planı kadar önem taşıyor. Geçen yıl son yedi haftada 19 puan toplayarak ligde kalan Leicester’ın Claudio Ranieri’yi takımın başına getirmesi İngiltere’de ciddi eleştiri konusu olmuştu. Ancak kulüp hedef yükselttiği mesajını verdi. İstikrarını koruyan Tottenham, 31. hafta sonunda geçen yılın 7 puan üstünde ve bekleneni gerçekleştirdikleri söylenebilir. Sezon içinde teknik adam değiştiren ya da sezon sonunda değiştireceğini açıklayan Chelsea, Liverpool ve Manchester City ise bugünden geriye bakınca, daha başlarken kaybetmiş görünüyorlar.
Fikstür
Evinde yenilme. Avrupa’nın beş büyük liginin, hatta Süper Lig’in kilit noktası iç saha maçlarındaki performans. Duruma üstünkörü bir göz atıldığında aslında takımların evlerinde hep kazanan taraf olduğu düşünülür. Oysa Leicester City ve Tottenham iç sahada ligin en fazla puan toplayan takımları.
Önermenin yeter şartı, deplasman performansı. Sıralamaya bakıldığında iç sahada iyi puan toplayan takımların ortalama deplasman performansları ile Avrupa Ligi için yarıştığını görmek mümkün. Şampiyonluk yarışında fark yaratmak içinse ortalamanın üzerine çıkmak gerekiyor. Pek tabii bunu sıradan takımların gerçekleştirmesi mümkün değil. Ancak diğer parametrelerle bir araya geldiğinde ligin zirvesindeki iki takımın performansları şaşırtıcı görünmüyor. Benzer şekilde, diğerlerinin neden yarıştan koptuğu da... Bu iki kriterde belli noktaya gelen takımlar için geriye tek şart kalıyor: Yarıştaki rakibine yenilme! Leicester City, bu sezon yalnızca üç kez kaybetti. Her maçtan puan aldılar, rakiplerine yaklaşma fırsatı tanımadılar. Tottenham’ın durumu ise biraz farklı; onlar şampiyon olmak istiyorlarsa kalan haftalarda Leicester City’nin başardığını gerçekleştirmek zorundalar. City, United, Liverpool ve Chelsea kalan yedi maçta onları bekliyor ve hepsinin hedefi var. Diğerleri? City’yi ve United’ı istikrarsızlık, Liverpool’u iyi derbi performansına rağmen felaket iç saha karnesi, Arsenal’i ise bizzat kendisi sıkıntıya soktu.
İngiltere’yi diğer liglerden ayıran bir başka unsur da yoğun maç trafiği. Leicester City, kupalardan erken elenerek takvimini boşalttı ve haftada bir maç oynamaya başladı. Rakiplerin yoğun dönemlerinde zaman zaman iki gün izin yapan kadronun fiziksel ve zihinsel olarak daha güçlü kalması ligin dinamiklerini değiştirdi; 2013-2014 sezonunda Liverpool da Avrupa’ya gitmemiş ve kupalardan erken elenmenin avantajını kullanmıştı.
Taktik
Ligin son yıllarda Avrupa’da yaşadığı hayal kırıklığının ana sebebi, değişen futbola ayak uyduramamaktı. Pazarlama, tesisleşme, stat, finansal yapı gibi konularda bayrağı taşımalarına karşın başlangıç noktasında takıldılar; İngilizlerin modern futbolu bilmedikleri söylenebilir.
Yunanistan Milli Takımı’nda ciddi başarısızlık yaşayan Claudio Ranieri, bir şeylerin yanlış gittiğini ve kendini yenilemesi gerektiğini fark etti. “Her fırsat bulduğumda Almanya’ya gittim. Jürgen Klopp ve Pep Guardiola’nın antrenmanlarını, maçlarını yakından takip ettim. Futbol ve hayat böyledir; açık fikirliyseniz, hep daha fazlasını öğrenebilirsiniz” diyor İtalyan teknik adam ve ligin en az isabetli pas yapan takımının yıldırım gibi hücumlarının fikrini nereden aldığını açıklıyor. Leicester, birbirini tamamlayan oyunculardan kurulu, kendi ceza sahasına yakın, bitişik bloklarla agresif savunma yapan ve üç-dört pasta gole giden bir takım. İtalyanların savunma disiplini ile Almanların geçiş oyunlarının mükemmel bir birlikteliği... Henüz onlara çözüm üretebilen olmaması ise ligin problemini işaret ediyor.
Mauricio Pochettino, pedigrisi iyi bir teknik adam; mentoru Marcelo ‘El Loco’ Bielsa kadar deli değil ve futbol anlayışı çok daha makul. Espanyol ve Southampton’dan sonra Tottenham’da da alan paylaşımı ve topa sahip olma odaklı oyun anlayışını sürdüren Arjantinli teknik adamın Premier Lig’deki menajerler arasında modern futbola en yakın isimlerden biri olduğunu söylemek mümkün. İngilizceyi geç de olsa öğrenmesinin Tottenham’ın bu sezon kaydettiği aşamada etkisi olabilir. Dünya futbolunda yenilikçi (inovatif) antrenörler trend olmuş durumda. Gittikleri takımların durumlarına, oyuncu kalitelerine ve ekonomik güçlerine göre kadrolarını oluşturup en uygun metodu bularak yarışmacı hale getiriyorlar. Oyuncularına değer katıyorlar, rakiplerini taktik açıdan mat ediyorlar ve beklentilerin üstüne çıkmayı başarıyorlar. İspanya, futbol kültürünü öne çıkararak; Almanya da futbolu herkese açarak antrenörlerin sayısını ve aralarındaki rekabeti, kaliteyi artırdı. İngiltere ise metodolojisi ve gelenekçi yapısı ile çok geride kaldı. Ada’nın son yenilikçi teknik adamı Alex Ferguson’dan sonra uluslararası yarışmalarda yaşanan hayal kırıklığı da bunu doğruluyor.
Yerli Oyuncu
Ligde en fazla Adalı oyuncu kullanan iki takım ligin zirvesine yerleşmiş durumda. Bunun başarı için gerekli kriterlerden biri olduğuna futbol izleyicisini ikna etmek zor. Hem ulusal hem de uluslararası şampiyonalarda yerli oyuncu kalitesi başarıda belirleyici rol oynuyor. Sadece sezonluk değil, belli bir dönemi domine etmenin yolu çekirdek kadrodaki yerli kalitesinden geçiyor.
Juventus’un İtalya’da, Barcelona’nın İspanya’da kurduğu hakimiyetin altında sahip oldukları kaliteli yerli oyuncu grubu yatıyor. Bayern Münih, üstünlüğünü Dortmund’a kaptırdığında karşı hamle yaptı ve sadece ligde değil, Avrupa’da da eski konumuna dönmeyi başardı. Sir Alex Ferguson, United’ı zirvede tuttuğu 20 yıllık süreçte istikrarını takımın omurgasındaki yerli kalitesini yüksek tutmasına borçluydu. Bu tip oyuncuların çimento vazifesi görerek grubu bir arada tuttuğunu, birçok ünlü teknik adamın otobiyografisinde okumak mümkün.
İngiltere futbolcu yetiştirmekte ciddi sıkıntılar yaşıyor. Finansal imkanlar kulüpleri tüketime yöneltti. Oyuncuların önemli bölümü takımlarında şans bulamadan alt liglere gidiyorlar. Ferguson, United’a sık sık alt liglerden oyuncu transfer etti. Wenger de bunun öneminin farkındaydı ve pek çok yerli oyuncuyu alt liglerden, daha çok küçük yaşlarda Arsenal’e getirdi. Lambert, Vardy, Austin, Dele Alli gibi öykülerin sayısı her yıl artıyor. Kulüpler istemsiz bir şekilde, trendi takip edip alt ligleri taramaya başladılar; artık herkes kendi hikâyesini arıyor.
Psikoloji
Psikoloji, sporda tüm hikâyelerin başlangıç noktası. Taraftarlar ve yorumcular her maçın 0-0 başladığını iddia eder ancak yalnızca sezonun ilk haftasında oynanan maç 0-0 başlar. İlk hafta yenilmişseniz, bir sonraki maça kaybetmiş takım olarak çıkarsınız. 10. haftada sadece 4 puan toplayabilmiş bir takım sahaya çıktığında skor 0-0 değildir. Yükü çok ağırdır. Verilecek yanlış bir pasın, atılacak yanlış bir adımın sonuçları çok büyük olabilir. Chelsea’nin süper yıldızlarla kurulu kadrosu ile teknik direktör Jose Mourinho arasında yaşanan zıtlaşmanın doğurduğu sonuçlar iyi bir örnek. Kazanma alışkanlığına sahip oyuncuların sürekli kayıplar sonrası yaşadığı psikolojik çöküntü, bir dönem takımı düşme hattına kadar götürmüştü.
Aynısını kazanan takımlar için de söylemek mümkün. Leicester City sezona iyi bir başlangıç yaptı ve ilk 10 haftadaki karneleri normal. Bu dönemde oynadıkları iki kırılma maçında, deplasmanda 2-0’dan dönerek beraberliği kurtardılar. West Bromwich Albion maçını geriden gelip kazanarak ilk serilerine başladılar. “Kazandık, yine kazanabiliriz” dönemine girdiler.
“Manchester City’yi yenmeyi başardık, neden Chelsea’yi yenemeyelim” düşüncesi bunu takip etti. Sahada yaptıkları her şeyin doğru olduğuna inandılar ve birbirlerine yardımcı oldular. Fakat en önemlisi maç onlar için 0-0 başlamıyordu artık; kazanacaklarını düşünüyorlardı ve bu neredeyse 1-0’dan bile fazlası demek. Tribüne gelen taraftar, takımın kazanacağından emindi, korkularından kurtulmayı başardılar.
Leicester City, geçen yıl 31. haftayı ligin son sırasında kapatmıştı. Aynı oyuncu grubu bu sezonun 31. haftasında zirvede yalnız. Premier Lig’de oynadıkları son 38 maçta sadece üç kez yenildiler. Onlarla oynayan hiçbir rakip maça 0-0 başlamıyor.
Premier Lig’de şartlar, bir zamanlar Blackburn Rovers’ı futbolseverlerin seveceği hikâyeyi yazmaya itmişti ancak o dönem geride kaldı ve artık pek kimsenin hatırında değil. Şüphesiz Leicester City ya da kalan haftalardan sağ çıkıp şampiyon olabilirse Tottenham, bugün itibarıyla önemli bir işe imza atıyorlar; hikayelerinin peri masalı olabilmesi içinse gelecek sezon en azından bu sezona yakın bir performans sergileyerek, herkesi onları başarılı kılanın ‘dönemsel şartlar’ olmadığına ikna etmek zorundalar. Aksi halde, savaş alanında avantajlarını kullanarak zafere ulaşan küçük çobandan fazlası olmaları imkansız görünüyor.