Müzeyyen Pencere

10 dk

Sevecen Tunç'un kaleme aldığı Sana Hikâye Geliyor: Memleket Sporundan Öncü Portreler kitabı, okuyucuyu spor tarihimizde bir yolculuğa çıkarıyor. Bu seyahatin kahramanlarından biri de hem sanatı hem de atletizm pistindeki hünerleriyle Mazhar Nazım Resmor.

Mekteb-i Sultani'nin anı bahçesiydi Grand-Cour. Bir futbol sahasının yarı büyüklüğünde olan bu toprak sahada maçlar yapılır, voltalar atılır, yatılı mektep rüyaları kulaktan kulağa anlatılırdı. Kalabalık fotoğrafların açık hava stüdyosu, futbolistlerin mabediydi, ama atletler için pek uygun olduğu söylenemezdi. Gözleri gibi sakındıkları çivili pabuçlarını kayalı zeminde kullanmaktan çekinirdi atletler. Bu nedenle tercihleri, mektebin yumuşak zeminli arka bahçesi olurdu. Gelin görün ki bu havuzlu, çiçekli bahçe talebelere yasaktı. Vildan Aşir Savaşır anılarında anlatır: Bazı haylaz talebeler, herkesin uyuduğu saatlerde kaçak göçek bahçeye girer, sabahın ilk ışıklarına dek idman yapardı. Peki gündüzleri coğrafya sınıfının penceresinden arka bahçeyi seyrederek 'gece idmanı' hayaline başka kimler dalardı? Vildan Aşir'in "suç ortakları" arasında şampiyon ressam Mazhar Nazım da var.

Mazhar Nazım için spor ansiklopedilerinde, yıllıklarda şu bilgiye yer verilir: "Şampiyon ve rekortmen atlet. 1920'lerin atletizm pistlerindeki ünlü isimlerinden biriydi. Sayısız şampiyonluklar kazanmış ve rekorlar kırmıştı. Bir devre adını yazdıran atletlerdendi."

Mazhar Nazım, lise yıllarında uzun atlama, üç adım ve cirit branşlarıyla uğraştı. 1924 Paris Olimpiyatları'nda Türkiye'yi temsil eden atletlerden oldu. 1925 senesinin İstanbul Atletizm Şampiyonası'nda uzun atlamada 6,41 metre ile Türkiye rekorunu kırdı. Üç adımda Türkiye şampiyonu ve pentatlon galibi oldu. Atletizmi fiilen bıraktıktan sonra birkaç defa yarışlarda hakemlik yaptı, atletizme dair yazılar yayımladı, bir dönem İstanbul atletizm ajanı olarak görev yaptı. Ancak bunların hiçbirisi uzun soluklu olmadı. Neticede Mazhar Nazım atletizm sahasında gerçekleştirdiğinin çok üstünde bir sporculuk yeteneğine sahip olmasına rağmen, pistlerden çekilmeyi ve bir başka büyük kabiliyetinin üstüne giderek adını sanat sahasında büyütmeyi tercih etti.

Güneş Memleketine Dönüş

Mazhar Nazım, birinci dönem millet meclisinin Tokat mebusu olan Nazım Bey ile Lütfiye Hanım'ın oğluydu. 1901 yılında İstanbul'da doğdu. Baba Nazım, Yeşil Ordu yanlısı bir komünistti. Kurtuluş Savaşı yıllarındaki faaliyetleri nedeniyle önce vekilliği düşürülmüş, ardından İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanmış, hapis yatıp çıkmıştı. Öztelli olarak aldığı soyadını kısa bir süre sonra Resmor'la değiştirdi. Rivayet odur ki Nazım Bey'in kökleri Girit'in ünlü şehri Resmo'ya dayanırdı.

Mazhar Nazım, babasını kaybettiğinde 34 yaşında genç bir adamdı. Paris'ten döneli iki sene olmuş, önce Çapa Kız Enstitüsü'nde ve akşam sanat mekteplerinde, ardından bugün Marmara Üniversitesi'ne bağlı olan Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu'nda hocalığa başlamıştı. Bir müddet sonra eşi olacak Hikmet Hanım'la da burada tanıştı. Mazhar'ın gençlik yıllarında tüm gayesi Galatasaray yıllarında iyiden iyiye merak saldığı resimle ilgili iyi bir ihtisas yapmaktı. Önce Sanayi-i Nefise Mektebi'nde okudu. Mezun olduktan sonra Maarif Vekaleti'nin bursuyla Paris'e gitti. Olimpiyatlar'dan dört yıl sonra yeniden Paris... Mazhar Nazım, burada yaşadığı beş yıl boyunca, Dekoratif Sanatlar Yüksek Okulu'nda gördüğü eğitimle yetinmemiş; Fransa'nın en mühim vitray ve mozaik atölyesi Momejan Frer Stüdyoları'nda çalışmıştı.

Hem okudum hem de hariçteki cam tezyinatı ve vitray işleri atelyelerinde çalıştım. Bu esnada Paris'teki meşhur Müstemlekeler Sergisi açılmıştı. Giyan pavyonlarındaki vitrayların resimlerini yaptım ve bu, çalıştığım müesseseye büyük mükâfatı kazandırdı. Hayatımda gördüğüm ilk takdir ve taltif işte budur.

Mazhar Nazım'ın Paris'ten dönüşüyle Türkiye sadece genç bir sanatçı yahut muallim kazanmadı; aynı zamanda yeni bir sanatın icrasıyla tanıştı. Kurşunlu cam vitray tekniği, Mazhar Nazım Resmor'un en büyük alameti farikası olacaktı.

Vitray, camın ışıkla dansıydı. Kesiyor, ekliyor, farklı biçim, renk ve büyüklükteki camları bir kompozisyonda birleştirerek adeta ışıktan bir şiir yaratıyordunuz. Mazhar Nazım'a sorsanız "bir güneş memleketi olan bu diyarda bu sanatın takdir edilmemesi" mümkün değildi; ancak döndükten sonraki ilk senelerde, işleri pek de umduğu gibi gitmedi. Tek tük zengin evlerinde çalıştı. Eserleri Hüseyin Cahit'in Şişli'de, Abdürrahman Nari'nin Caddebostan'da ve Kalkavanların Beşiktaş'taki köşklerini süsledi. Kırklı yıllara kadar İstanbul'da vitray sanatından istifade eden yapıların sayısı son derece azdı.

Vitray zaman içinde yaygınlaşmaya başladı. Beyoğlu'nun varlığı kâh kaybolup kâh beliren, ama hafızalardan silinmeyen ünlü pastanesi Markiz'deki üç büyük vitray kompozisyonu Resmor imzasını taşıyordu. Intercontinental Oteli'nin giriş katındaki büyük pano, Yalova Atatürk Köşkü'ndeki vitray dekorasyonu, Haydarpaşa Numune Hastanesi başhekimlik binasındaki Hasta Adam vitrayı... Ankara'nın anıt yapılarından Devlet Demiryolları Genel Müdürlük binası yapılırken Mazhar Nazım, hol bölümünde vitray kompozisyonu çalışmıştı. Bundan sonra artık Türkiye'nin pek çok yerinde köşklerin, müzelerin, camilerin, kiliselerin göz kamaştıran müzeyyen camlarında, pencerelerinde Resmor'un ve onun yetiştirdiği yüzlerce öğrencinin el izleri olacaktı.

Kırkambar Bir Meslek

Mazhar Nazım Resmor için sanat, kırkambar bir meslekti. 1940 yılında kendisiyle görüşmek için Feneryolu'ndaki evine gelen Yeni Mecmua muhabirine bu memlekette 'her telden çalmayan' sanatçının açlığa mahkûm olduğunu söylüyordu. Sanatçı elbette temel bir alanda "ihtisas yapıyor fakat hayata atılınca yalnız o sahada çalışamıyor, ne bulursa onu yapmağa mecbur oluyor"du. Kendisini örnek gösteriyordu Mazhar Nazım... Ankara'da Sanat Okulları Sergisi'nin bütün dekorasyonunu o yapmıştı. Galatasaray sergisinde inhisarlar pavyonunu, İzmir'de inhisarlar ve milli reasürans pavyonlarını, Ankara'da Devlet Operası temsillerindeki dekorları... Dahası vardı: 1930'ların ortalarında piyasaya sürülen nikel 10 kuruşların üstündeki tasarım ona aitti. 1938'de Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti'nin düzenlediği ulusal kalkınmayı anlatan Ankara'nın ilk sokak sergisini de kendisi hazırlamıştı.

Vitray, mozaik, sergi, dekor... Tüm bu işler yetmezmiş gibi grafik tasarım, illüstrasyon ve karikatürle de uğraşıyordu. Otuzlar ve kırklı yıllarda, İş Bankası'nın bir kumbara afişinde, gazeteyedeki bir şofben reklamında yahut yeni çıkan bir kitabın kapağında Resmor imzasını görmeniz gayet olasıydı. Onun reklamlarında karikatürsel bir tat vardı, diyor karikatür tarihçisi Turgut Çeviker. Çünkü o, aynı zamanda döneminin en seçkin karikatür ustaları arasındaydı.

Oktay Akbal karikatüristlerimizi sınıflandırdığı bir yazısında Mazhar Nazım'a, Cemal Nadir, Zahir Güvemli ve Ramiz ile birlikte birinci sınıf kompartmanda yer veriyordu. Resmor, akademili ve karakter sahibi bir çizgiye sahipti. Çeviker'e göre yirmili ve otuzlu yılların karikatüristleri genelde modanın yarattığı tipleri çizerken Resmor, kendine has çizgi disipliniyle ayırt edilebilir bir görüntü oluşturmasını bilecekti.

Akbaba, Karikatür, Şaka... Mazhar Nazım'ın senelerce çizdiği karikatür dergilerinden... Ama siz ona dönemin spor mecmualarında da tesadüf edebilirdiniz. Resmor aktif sporculuğunda atletizmle uğraşmıştı, ama çizgilerinde çoğu zaman futbolu tercih etti. Bunun elbet bir nedeni olmalı... Futbol her şeyden evvel eleştirilecek pek çok unsura sahipti. Taşkınlık, şiddet, kalabalık... Bu aşırılıklar, futbolun her bir öznesi için 'mübalağa yapmayı' mümkün kılıyordu. Sonuçta karikatür de bir "mübalağa sanatı" değil miydi?

Bir de şu var: Mazhar Nazım, karikatürlerinde Fransız çağdaşı Albert Dubout'un 'kalabalık' üslubundan etkilenmişti. İç içe geçmiş insan yığınlarını bir hareket panayırı, bir cümbüş içinde tasvir etmeyi Dubout da çok severdi. Futbol bu yönüyle müthiş bir malzeme sağlıyordu Mazhar Nazım'a. Atletizm, 'kalabalık fakiri'ydi. Resmor'un karikatür dünyası, arka bahçeye değil; curcunası bol Grand Cour'a aitti.

Birkaç karikatürünü gözümün önüne getiriyorum... Birinde tribünde gol sevinci yaşayan futbol meraklıları var. Oturanlar, ayağa fırlayanlar, sevinçten düşenler... Tokalaşıyor, sarılıyor, öpüşüyorlar... Her biri ortak bir mutluluğun bambaşka çizgilerdeki gülüşünü taşıyor. Diğer karikatürde ne var? Gol yiyen takımın tribünü... Ağlayanlar, haykıranlar, kafasına silah dayayanlar... Her birinin yüzünde öfke, üzüntü, korku.... Bu umumi manzaranın bir de saha kısmı var. İki takımın futbolcuları birbirlerine girmiş. Kramponlar, yumruklar, tekmeler havada uçuşuyor... Bu denli canlı ve kalabalık insan manzaraları, böyle devingen tiplemeler, otuzlu yıllarda sadece Mazhar Nazım Resmor'un karikatürlerinde görülebilirdi.

Geçmişin rekortmen atleti, artık kendini çizgilerle ifade eden bir futbol eleştirmeniydi.

Tekaüt Atlet

Yeni Mecmua dergisinden Kandemir, otuzlu yaşların Mazhar Nazım'ını şöyle tarif ediyorlar: "İstanbullular arasında onu görmemişi pek azdır. Herkül'ün torunu denebilecek kadar -benim gibi tahtaya vurmağı unutmayınız - boylu poslu, güçlü kuvvetli, heybetli, dimdik bir vücut, darmadağın saçlar altındaki zeki bakışlarıyla içi gibi dışı da dolu, etli, kanlı canlı bir baş.. Görenler kendi kendilerine sormuş olabilirler: Bir atlet mi? Yoksa bir pehlivan, belki..."

Yaşı ilerledikçe saçı beyazladı Mazhar Nazım'ın; çizgiler düştü yüzüne ama gücünden, heybetinden katre eksilmedi. Öyle ki 1937 yılının bahar aylarında gazeteler 36 yaşındaki 'tekaüt' atletin yeniden sahalara döndüğünü yazdı. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, eski uzun atlama rekortmeni çekiç atma talimlerine başlamış ve birkaç antrenmandan sonra çekici 34 metreye kadar atmıştı. Sözüm ona Mazhar Nazım, Eylül ayında Bükreş'te düzenlenecek olan sekizinci Balkan Oyunları'na hazırlanıyordu. Bir müddet sonra ise Mazhar Nazım'ın İstanbul atletizm ajansı olduğuyla ilgili haberler yayımlandı. Zaten senelerdir atletizme uzak kalan bir sporcunun idmanlarla boy göstermesi, bir 'yeniden başlangıç'tan ziyade 'meydan okuma'ya benziyordu. Çünkü o tarihlerde atletizm aleminde yaşanan gelişmeler, Mazhar Nazım'ı hiç de memnun etmiyordu. Bu spora gösterilen ilgisizlik Atletizm Federasyonu'nun yanlış politikalarıyla birleşince son senelerde iyi atletler temayüz edemez olmuştu. Artık Türk atletler Olimpiyatlar ve Balkan Oyunları gibi oldukça önemsenen uluslararası yarışlarda başarı gösteremiyordu. Resmor'a göre bu sıkıntılara bir de Amerikalı eski atlet Luis'in milli takım antrenörlüğüne getirilmesi gibi büyük bir hata eklenecekti. Son Posta gazetesinde yazdığı yazıda iyi bir atletin iyi bir antrenörle aynı anlama gelemeyeceğini iddia ediyor, bunu ünlü atlet Jesse Owens üzerinden şu sözlerle açıklıyordu:

Bizde atletizm antrenörü deyince hatırımıza hemen atletizmin şu veya bu şubesinde temayüz etmiş ve birincilikler kazanmış bir insan gelir. Luis'i seçmekliğimize en büyük amil de bu olmuştu. "Ne diyorsun yahu...? Yaman adam vesselam! ... filanı bile 1500 metrede geçmiş" demekliğimiz belki o adamın iyi bir dömifon koşucusu olduğuna delalet edebilir. Fakat hiçbir zaman mükemmel bir antrenör olduğunu ifade etmez. ... [Öyle olsaydı] Dünya kurulalı beri eşine az rastgelinen meşhur arap Ovens beygirlerle yarışacağına, müzikhollerde soytarılık edeceğine Amerikan milli takımını yetiştirmek için angaje edilirdi. Bu da gösteriyor ki bir antrenörde arayacağımız meziyetler yalnız bedeni kabiliyetin temin ettiği muvaffakiyetler olmamalıdır.

Neticede Mazhar Nazım'ın eleştirdiği milli takımın 2,5 yıllık antrenörü Levis, kısa bir süre sonra görevinden ayrıldı. Giderken şunları söyleyecekti: Benim iyi bir antrenör olmadığımı ve varlık gösteremediğimi iddia ettiler. Ben belki iyi bir antrenör değilim. Fakat şurası da muhakkak ki; dünyanın en iyi antrenörü de bu şeraitte bundan fazla bir şey yapamazdı.

Mazhar Nazım'ın İstanbul atletizm ajanlığı görevi de zaten yaklaşık altı ay sürmüştü. İşlerinin sıkışıklığı nedeniyle ne idarecilik görevine ne de idmanlarına devam edebildi. Gerçekten de ellili yıllara kadar yoğun bir çalışma temposunun içindeydi Mazhar Nazım. Bir yandan Güzel Sanatlar Yüksekokulu'nda hocalığa devam ediyor, diğer yandan yurtiçinde ve yurtdışında sergilere katılıyor; dekorasyon ve tasarımlarıyla ödüller alıyordu. Yaşamının önemli bir bölümünü geçireceği Marmara Adası'nı da eşi Hikmet Hanım'la birlikte bu yıllarda keşfettiler. Doğanın içinde, sessiz, modern yaşamın uzağında bir yurt bellediler bu sevimli adayı. Önce 'Kamara Mevkii' olarak bilinen koyda, denize sadece birkaç adım mesafede bir kulübe inşa ettiler. Kafa dinleyecekleri, denize girebilecekleri ve diledikleri zaman bir sandalla açılıp balık tutabilecekleri bir mekân.

Burada geçirdikleri zaman sanatçı çifti her geçen gün daha da fazla mutlu ediyordu. Su yoktu, elektrik yoktu; fakat doğanın, kitapların, sohbetin verdiği haz onlara yetiyordu. Tabiatın içinde buldukları keyif ve huzuru dostlarıyla paylaşmak istiyorlardı. Nihayetinde yıllardır başkalarına ait evler, yapılar için çalışan sanatçı elleri, bu defa kendileri için çalıştı; ahşap ve taştan bir ev inşa ettiler. 'Kıyı' adını verdikleri ev, lüks ve şatafattan uzaktı, yalnızca belirli köşelerde vitray ve mozaik dokunuşları vardı.

Mazhar Nazım eşiyle birlikte artık yılın yarısında İstanbul'da, yarısında Marmara Adası'ndaydı. Adayı öyle sahiplenmişti ki bir müddet sonra aidiyet ve sorumluluk hisleriyle Marmara'yı Kalkındırma ve Güzelleştirme Derneği'ni kurdu. Dekoratör ve ressam Mazhar Nazım, münferit evleri, binaları değil; koca bir adayı güzelleştirmenin derdine düşmüştü. Emekliliğinden sonra zamanının ve enerjisinin önemli bir bölümünü Marmara Adası'na vakfedecekti.

Mazhar Nazım Resmor, 1977 yılının 17 Ağustos günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. O dönemin gazete ve dergilerinde atletizm üzerine yazanlar dahi, bu kaybı ıskalayıp geçti. Türk basınını tanıyanlar için bu normal karşılanabilirdi. Neticede Mazhar Nazım otuzlu yıllardan sonra atletizmden, ellilerden sonra İstanbul'dan -ve basının menzilinden- uzaklaşmış eski bir atletti. Üstelik vefat ettiği günlerde spor gündeminde yine o hummalı telaş vardı: Balkan Oyunları'na sadece üç hafta kalmıştı.

*İmlada orijinal metne sadık kalınmıştır.

Socrates Dergi