Nadal mı, Federer mi, Djokovic mi?
18 dk
Gönül sevmek için neden aramıyor belki ama bazen aklın sesine de kulak vermek lazım. Tenisin üç büyüğünü Caner Eler, Emre Yazıcıol ve Şevket Furkan Erbay değerlendirdi.
Bu üçlünün rekabeti spora nasıl bir katkı verdi? Niye bu isimleri seviyoruz?
Şevket Furkan Erbay: Nadal’ı sevmemdeki birinci etken, alçakgönüllü karakteri. O seviye sporcularda pek görünmeyen bir efendilik, bir naiflik var adamda. “Kardeşim ne kadar tanıyorsun adamı, belki ukalanın tekidir” demeyin. Bu ayrı bir şey, görüntü itibariyle Nadal, belki dünyadaki tüm süper yıldızlar arasında en alçakgönüllüsü. Mesela LeBron James ters gelirdi bana ama medyaya karşı falan alçakgönüllüymüş diye duydum. Nadal’ı sevmemin ikinci sebebi ise bu sporun yapısında olan direnç ve maçı asla bırakmama özelliği. Onu en ön plana çıkaran özelliklerden biri ve bunu çok seviyorum.
Caner Eler: Djokovic ilk zamanlarında, hani buluşan bir çiftin çevresindeki sap arkadaş gibi vardır ya, onun gibi kalıyordu Federer ve Nadal’ın yanında. Tabii, var olan çok büyük bir rekabetin içine girmek ve o seviyeye çıkmak çok zor. Bunu başardı Djokovic. Hayran kitlesini de oluşturması zor oldu. Büyük hayran kitlesi olan iki adamı yenmeye başlayarak bir kitle yarattı. Burada onları sevmeyenlerin de kalbini kazanmayı başardı. Anti bir kahraman oldu. Bu bende, ona karşı farklı bir bakış açısı yarattı. İkincisi de kariyerinin başında yani 2008-2011 döneminde biraz daha antipatiyle bakılan bir adamdı. O Roddick meselesinde olduğu gibi, rakipleri tarafından sakatlık numarası yapmak ile suçlanan, korttaki hareketleri tartışılan bir adamdı. O da yavaş yavaş ısınmaya ve daha iyi iletişim kurmaya başladı. Örneğin Sharapova ve McEnroe taklitleri düşmeye başladı internete. Sosyal medyayı iyi kullanıp, üstüne 2011’de tarihin en iyi sezonunu geçirip kendine has bir sevgi yarattı bence. O açıdan ayrı bir noktaya koyabilirim. Üçüncüsü de kendini geliştirmesi. Ben kendini zorlayan sporcuları çok seviyorum. Başarı anlamında da değil. Kendini bütünüyle gelişime adamak önemli. Zorlu bir çocukluk döneminin ardından üstelik. Bu açıdan da Djokovic’e çok saygı duyuyor ve onu seviyorum.
Emre Yazıcıol: Federer’i niye seviyorum? Eğer tenisi seviyorsan mutlaka Federer’i seviyorsundur. Aksi çok zor. Eğer basketbolu seviyorsan Michael Jordan’ı da seviyorsundur. Bence onun gibi bir şey bu. Michael Jordan demişken, o düzlem üzerinden gitmek lazım Federer’le ilgili olarak. Tüm büyük sporcuların, sporları ile arasında bir sevgi-nefret ilişkisi görürüz. Zira biraz böyle olmak zorunda. Mesela Serena Williams, Michael Jordan gibi isimler sporlarına o ‘öldürme içgüdüsü’ ile bağlılar. Kazanmayı seviyorlar ve bu kadar büyük olmalarında, bu kazanma aşkının etkisi olduğunu görüyoruz. Schumacher de öyledir mesela. Ama Federer öyle değil. Çok daha sağlıklı bir beyin kimyasına sahip, daha normal bir insan ve yaptığı işi seven bir adam. Tabii kazanmayı da seviyor, yaptığı şeyler ortada. Tenis tarihinin en büyük oyuncusu ama bu noktada hâlâ devam ediyorsa, kazanmaktan ziyade yaptığı işe aşık olmasının çok büyük bir etkisi var. Federer’le ilgili en çok sevdiğim şey bu. Mesela, her ne kadar çok büyük bir oyuncu olsa da Serena Williams tenis izleyen birisi değil. Tenis konusunda ağzından cımbızla lâf alabilirsiniz. Fedex bu yaşında -ki 1998 yılından beri profesyonel- her şeyi kazanmış bir adam ama oturup evinde kadınlar maçı izleyebiliyor. Basel’in futbol maçına gidip Roland Garros finalini cep telefonundan takip edebiliyor. Herhalde başka bir şey söylemeye gerek yok. Estetik olarak daha iyi bir oyuncu gelmedi ve bundan sonra da gelmez diye düşünüyorum.
Ş.F.E: Sizi dinlerken Nadal ile ilgili aklıma bir şey geldi hemen ekleyeyim. Alçakgönüllülüğü ve karakteri hakkında birkaç notum daha var. Birincisi medyada çok dalga geçilen bir karakter. Diğer ikisine oranla üzerine daha çok gelinir. Şortunu düzeltmesinden İngilizce konuşmasına, simetri hastalığına kadar çoğu şeyiyle alay edildi. Nadal onlarla pek yüz göz olmadı, onları pozitif karşıladı. İkincisi de 2009 Avustralya Açık finalinde Federer’le kafa tokuşturduğu sondaki o kare... Klasiklerden biridir. O sırada ağlamakta olan Federer’e, “Bugün yenmiş olabilirim ama en iyisi sensin” mesajı vermeye çalışmıştır adeta. O pozisyonda, milyonlarca insan takip ederken çoğu oyuncunun yapmayacağı bir harekettir. Çünkü bu tırnak içerisinde egoların çarpıştığı bir spor.
Üç oyuncunun karşılıklı istatistiklerine bakınca, en iyi olarak kabul edilen Federer’in rakiplerine bu kadar maç kaybetmesini nasıl değerlendirirsiniz? Normal mi?
E.Y: Bu Federer’in büyüklüğüyle ilgili en çok tartışılan konu. Özellikle Nadal’a karşı olan karnesi... Hep söylenir; bu adam dünyanın en iyisi ama Nadal ile olan karnesi 23’e 10. Tamam belki beş yaş büyük ama en yakın rakibi olan bir oyuncuya karşı nasıl böyle bir karnesi olabilir diye soruluyor. Nadal’a karşı ilk olarak psikolojik bir sıkıntısı var. 2005 Miami’deki ilk maçlarındaki o yenilgiden sonra bir türlü durumu düzeltemedi. Ayrıca Nadal’ın oyunu çok ters geliyor. Teknik faktörler var; Nadal’ın solak olması, Federer’in tek el backhand’ine gelen ağır top spin... Bunları zaten herkes anlatır ama esas konu psikolojik. İş zaten bir noktadan sonra mental blokaj oldu. Bunu da hiçbir zaman düzeltemedi. Toprakta çok maç oynadılar, bunların çoğunu kaybetti. Açıkçası, Nadal onun yumuşak karnı. Ama büyüklük sadece oyuncuların karşılıklı galibiyet sayılarından ibaret değil. Federer’in Nadal karnesi belki de en büyük dezavantajı ama bunun yanında tenise katkısı, kazandıkları ve diğer sayılar hep Federer’i işaret eder.
Ş.F.E: Emre çok üzerinde durmadı ama Federer-Nadal arasındaki beş yaşlık fark, bu karnenin oluşmasında etkili oldu. Federer yaşça 30’a vurduğunda, Nadal’ın kanının en deli aktığı zamanlardı. Fark o zamanlar sekiz maça gelmişti zaten. Sonra Federer için film koptu. Bir de arka arkaya çok fazla toprak kort maçı vardı aralarındaki ilk 10 maçta. Bunlar arasında da Nadal’ın çevirdiği, çevrilmez denen maçlar vardı. Üstelik Federer’in en iyi oynadığı zamanlarda. Sonra şöyle bir mental baskı oluştu: “Üç kere yenildiğim sezonda Nadal’ı yenip Roma’yı kazanamıyorsam, bu adamı ne zaman yeneceğim?” Nihayetinde, Fransa Açık’ta üst üste kaybettiği üç final ipi kopardı zaten.
E.Y: Üzerine Wimbledon’da kaybetti 2008’de.
C.E: Duygusal filmin tam koptuğu an da Avustralya Açık 2009.
Ş.F.E: Ağlamaya kadar varan bir döneme geçtik sonra. Avustralya’da dökülen göz yaşları artık boşalma anı belki de.
E.Y: Federer, Nadal’ı yalnızca Wimbledon’da yenebildi. Nadal ise Avustralya Açık, Wimbledon ve Roland Garros’ta kazandı. Amerika Açık’ta oynamadılar. Bu da Federer için çok ciddi bir handikap.
Ş.F.E: Nadal’ın da şu anda tabii bir dezavantajı ortaya çıktı. Üçlü arasındaki maçlarda en iyi odaklanabilen oydu yakın zamana kadar. Farkı da o şekilde bir hayli açmıştı. Fiziksel yeterliliği de buna el veriyordu. Şimdi, tırnak içinde çökmeye başladığı ve eskisi kadar güçlü olamadığı için istediği direnme gücünü bulamıyor. Çok fiziksel bir oyunu var ve artık vücut iflas etmeye başladı. Skor 5-0’ken seti alıp alamadığınızdan emin olamayacağınız tek adam olarak tanımlarım ben onu. Federer için böyle bir şey söz konusu değil. Djokovic ile Federer oynarken durum 4-0 olsun, büyük oranda “Set gitti” deriz. Herkesin Djokovic’i biraz daha önde gördüğü son Roland Garros maçını hatırlayın; ilk set 4-0, Djokovic’in çok iyi oyununa rağmen hâlâ kimse “Djokovic alır” diyemiyor. Nitekim daha sonra set 4-4’e geldi. Birkaç yıl önce bu dramatik dönüşleri daha fazla yapıyordu. Muhtemelen de tenis tarihinde en fazla maç puanı çevirip maç kazanan oyuncu. Ama bu özelliklerini kaybediyor. Daha doğrusu, daha az yapıyor böyle şeyleri. Bu da özgüvenini yitirmesine sebep oluyor.
C.E: Djokovic için bu verilerde yaş muhabbeti önemli. Nadal’dan bir, Federer’den altı yaş küçük. Bu durumu bir kenara koyarak değerlendirirsek, Djokovic’in en önemli olayı Nadal’a karşı. Onun en iyi olduğu dönemlerde, hele ki 2011’de ona karşı yaptıkları inanılmazdı. Yanlış hatırlamıyorsam o sene altı kez oynadılar, çoğu da finaldi. Hepsini aldı ve üç farklı zeminde kazandı Nadal’a karşı. İlk defa o dönemde Nadal’da bir özgüven tereddüdü hissetmiştim. Tabii yetenek de ortaya çıkıyor ama bu üçlü arasındaki maçlarda önemli olan mantalite diyebiliriz. Djokovic, Nadal gibi zor bir rakibe karşı bu üstünlüğü sağladı. Normalde ilk 5, ilk 10 oyuncusu olacakken kendine yeni zihinsel ve fiziksel çıtalar koydu, rakiplerine karşı olan açığını kapattı. 2011 Amerika Açık yarı finali, Federer-Djokovic rekabetinin kırılma anıdır bence. Setlerde 2-0 gerideyken kazanmıştı. Şevket’in Nadal’da anlattığı seviyeye en çok yaklaşan Djokovic oldu.
E.Y: Federer’in Nadal’ı yalnızca tek Grand Slam’de yendiğinden bahsettik. Djokovic ise Nadal’ı hepsinde yendi. Çok acayip bir şey bu.
C.E: Bugünlerde, sakatlık etkisi olsa da Nadal’ın çok kırılgan gözükmesinde Djokovic’in çok büyük etkisi var.
E.Y: Ayrıca, Roland Garros’ta Nadal’ı mağlup eden iki isimden biri oldu Djokovic. Caner haklıydı. Nadal kafamızda öyle bir imaj bırakmıştı ki bizim için kaskını takmış olan Magneto gibiydi. Kafasına giremiyordun. Djokovic, kaskı çıkartan Profesör X oldu. Bir de 2009 finalini hatırlıyorum ben Federer-Nadal rekabetinde. Federer’in sonunda çöktüğü o finali anlatırken Chris Bradnam,“Federer daha iyi bir oyuncu ama Nadal daha iyi bir rekabetçi” demişti. Bence ikisinin rekabetini en iyi tanımlayan şey budur.
Üçlüyü anlatırken yaşlara değindiniz. Kariyerlerine aynı yaşta başlasalar bu ikili rekabetler değişir miydi?
Ş.F.E: Aynı yaşta olsalardı, Nadal-Federer rekabetindeki fark daha dar olurdu, 23-10 değil. Federer’in oyunu daha sonradan domine etmeye başlaması bunda bir faktör değil. Üçlünün şu anki oyunlarıyla aynı anda başlayıp, aynı anda ilerlemeleri halinde ise en iyi durumda olacak olan bence Djokovic. Ama sadece üçlü rekabete bakarsak, Grand Slam’e değil.
C.E: Şevket ile aynı görüşteyim. 21 yaşında ilk Grand Slam’ini kazandı Djokovic ve bunu komple bir hale gelmeden önce, sorunları varken yaptı. Djokovic diğerlerinden daha büyük oyuncudur diye söylemiyorum. Ama yaş, özellik, fiziksel yapı, mantalite, azim olarak ve oynanan dönemle de alakalı şekilde bence daha önde olurdu.
E.Y: Gerçekten zor bir soru bu. Nadal ile Djokovic arasında çok yaş farkı yok. Djokovic açısından değerlendirirsek durumu, yaşla değil de 2011 sonrasında yaptığı dönüşümle alakalı biraz olay. Avustralya Açık’ta bir maç oynarken bir anda enerjisi bitiyor. Kıbrıs’ta Igor Cetojevic isimli bir doktor izliyor maçı, sonra Djokovic’i buluyor ve durumun besin alerjisi olduğu ortaya çıkıyor. Ondan sonra işler değişiyor. Djokovic bu durumu çok daha erken keşfetse işler daha farklı olacak. Yaşla değil de biraz bu durumla alakalı olay. Bu beslenme programına 20 yaşında başlasa, 13-14 Grand Slam’i olabilirdi. Federer açısından bakalım; bu kadar dominant olabilir miydi, emin değilim. Belki Nadal ile arasındaki makas daha kapalı olurdu ama daha dominant olmayabilirdi. Nadal kompleksi çok daha erken başlamış olsa, o Federer’i biraz kötü etkileyebilirdi. Birkaç Grand Slam’i daha eksik olabilirdi.
C.E: Aynı anda başlasalar, Federer belki çift el backhand deneyecekti! Savunma kısmına daha önem verecekti. Bu yüzden farazi olmak zor.
Federer’i eleştirenlerin çıkış noktalarından biri de ilk dönem rakiplerinin bugüne kıyasla daha kuvvetsiz oluşu. Buna katılıyor musunuz?
E.Y: Bu her zaman söyleniyor. Roddick, Hewitt, Safin, Ferrero o dönemki rakipleri Federer’in. Şimdiki gibi bir Djokovic, Nadal, Murray değillerdi ama çok farazi bir şey bu. Emin değilim bundan.
Ş.F.E: Bu, diğer oyuncuların emeğini hiçe saymak olur. Marat Safin dediğimiz oyuncu, yetenek anlamında diğerlerinden pek farkı olan bir oyuncu değil. Tarihin en yetenekli oyuncularından biri ancak hafif kafadan kontak olduğu için geride kaldı. Sadece iki Grand Slam’i var. Ama benim izlemekten en çok keyif aldığım üç oyuncu arasındadır. Bahsettiğimiz dönemde Federer’in en önemli rakiplerinden biriydi ama sürekli kaybediyordu. Andy Roddick, Grand Slam’i olan, 1 numaraya çıkmış bir oyuncuydu ama Federer ile arasında rekabet diye bir şey yoktu.
C.E: Federer, rakamlar üzerinden değil de izlenirken verdiği hissiyat üzerinden konuşulması gereken bir adam bence. Yarattığı etki size başka türlü ulaşıyor. Safin, Wawrinka, Gasquet... Hepsi özel yetenekler. Ama Federer, o saf yeteneği ile fiziksel bir tenis oynamadan, dikte ettiren özel bir doku yarattı. Kortta farklı bir aura oluşturdu. Edebiyatçılar onun üzerine yazılar yazdı. Edebi bir his yayıyordu çünkü. Daha güçsüz rakiplere karşı oynadığı dönemde ne kazandığı önemli değil. Kimle oynarsa oynasın, müzede sergilenecek bir tenis onunki.
Djokovic ve Nadal 34 yaşında nasıl oynarlar, hangi seviyede yer alır oyunları?
Ş.F.E: Nadal bence şu seviyesinin çok gerisinde olur. Hatta 34’e kalacağını düşünmüyorum. Büyük ihtimalle 32-33’te bırakacak. Gönül daha fazla izlemek ister ama efsaneler turnuvalarında izleyeceğiz gibi artık. Djokovic 34’ü bulur, 34-35 gider ama 1 numarada olmaz. Şimdi 28, altı yıl sonrasından bahsediyoruz. Federer seviyesinde bir yerde, ilk beşte olma olasılığı yüksek. Ama Nadal için aynı şeyi söyleyemem. Zirveden inme dönemi başladı onun için. Her zaman korkulan bir oyuncu olmak ayrı, alıştığımız kendi seviyesini sürdürmek ayrı.
E.Y: Zaten kendi de söyledi kariyerinin en iyi yıllarının geride kaldığını. Fiziksel yapılar tabii biraz daha farklı. Nadal, kariyerinin başında çok ciddi bir ayak sakatlığı yaşadı. O ayak sakatlığının üstesinden gelebilmesi için özel bir ayakkabı üretildi Nike tarafından. Ancak bunun dizi için özellikle daha farklı sonuçlar doğuracağı da söylenmişti ve nitekim öyle oldu. Nadal hep fiziksel sıkıntılar için çok çalışmak zorunda kaldı, kendini aşındırdı. Artık giderek iflasa yaklaşıyor. 34’e kalacağını hiç sanmıyorum. 32-33 bizim için şans olur. Djokovic ise kendine çok iyi bakıyor. Bir android gibi... Yediğine, içtiğine inanılmaz dikkat ediyor. Çok çalışıyor. Dengeli bir hayatı var. Yoga yapıyor. Yeniliğe açık. Kitabında da anlatıyor bir gününü, inanılmaz profesyonel. Nadal öyle bir adam değil. İstediğini yiyor, içiyor. Bir sürü kötü yemek alışkanlığı var. Federer zaten hiç Djokovic gibi değil.
C.E: Federer özel bir adam. 34 yaşında böyle olmak gerçekten çok zor. Kendine çok iyi bakıyor. Dışarıdan çok kaslı gözükmese de kendine çok iyi bakmasa, bu seviyelerde hâlâ oynama şansı olmazdı. Djokovic de onun yolunda gidebilir gibi gözüküyor. Murat Menteş’in Dublörün Dilemması kitabı vardır, Nadal’ın Dilemması diye bir şey yazılır. Neden? Bir kere, fiziksel olarak hükmedici bir oyun oynuyor. Bu onu tabii ki fiziksel olarak yıpratıyor. Onu aslında bu kadar başarılı yapan oyun, aynı zamanda sonunu da getiriyor. İlk sakatlığını yaşadıktan sonra stilini, raketinin yapısını falan değiştirdi. Vuruş anında sol dizine daha az yük vermeye çalıştı. Bir şeyler denedi ama tüm oyunu fizik üzerine kurulu olduğu için olmadı. Bu kısır döngüyü andıran dilemma içinde çok zorlanıyor.
Ş.F.E: Caner’in dediğinin fiziksel olarak karşımıza çıktığı bir an var. Normalde iki oyuncu dip çizgideyken dropshot gönderildiğinde, Nadal dip çizginin dört metre gerisinde de olsa mutlaka denerdi. Top yere dört kere de çarpsa oraya giderdi. Bu seneki Roland Garros’ta dikkatimi çekti, umudunu kestiği toplara gitmiyor Nadal. Artık daha az efor harcıyor. İmkansız topa dahi koşardı ama artık o özelliği yok. Belki içten içe istiyordur ama artık yapamıyor.
Ş.F.E: Araya giriyorum ama sizce Nadal’ın son yıllardaki psikolojik düşüşünde, medyada sıkça yer verilen illegal ilaç kullanımı iddialarının etkisi olabilir mi? Yani, bütün saha içi faktörlerin dışında.
E.Y: Zannetmiyorum. “Benim hiç bilgim yok” dedi bu konular hakkında. Öyle bir şey olduğunu düşünmüyorum.
C.E: Ben de. Mesela anne-babasının boşandığı dönemde mental olarak etkilenmişti. Ama genelde bu tip olayların çok sarstığı bir adam değil Nadal. En azından dışa yansıtmıyor.
E.Y: Federer geçenlerde “Herkes benim 2016’daki olimpiyat sonrasında bırakacağımı söylüyor ama devam edebilirim” diyerek başka sinyaller verdi. Çıtayı çok farklı yere koyabilir. 36, 37, 38 bilemezsiniz... Avantajı tabii farklı oyun tarzı. Hücum oyuncusu olduğu için çok daha fazla güç tasarruf ediyor. Bu stil sayesinde de vücudunda çok daha az aşınma oluyor.
Peki Federer bundan sonrası için standardı korumaya mı oynuyor, yoksa üstüne daha bir şeyler ekler mi?
E.Y: Tabii ki ekleyebilir. Bilhassa da Wimbledon ve Amerika Açık gibi hızlı zeminlerde. Özellikle de Wimbledon. Federer’in ben hâlâ Grand Slam alabileceğini düşünüyorum. Geçen sene o kadar iyi bir Djokovic’e karşı Wimbledon finalini birkaç puan farkla kaybetti. Bu sene de Wimbledon’ı alırsa çok şaşırmayız. Üzerine daha ne koyabilir derseniz, 18 veya 19’a çıkartabilir Grand Slam’leri. Olimpiyatta tekler altını yok, Rio 2016 onun için harika olur. Geçen yıl Davis Kupası’nı da aldı ve tarihe sayfalar eklemeye devam ediyor. Ayrıca böyle bir Djokovic’in olduğu dönemde, eğer bu yaşlarında 1 numaraya geri dönerse ki geçen sezon buna epey yaklaşmıştı, bu da kendi kişisel tarihinde çok acayip bir şey olur. En yaşlı 1 numara Agassi’ydi. 33 yaşında 1 numaraya çıkmıştı. Şu dönemde 34-35’te 1 numaraya çıkmak çok sansasyonel olur.
O zaman son olarak üçlü rekabette, birer tane en sevdiğiniz ve unutamadığınız ânı söyler misiniz?
Ş.F.E: Valla 34 yaşındayım ben. Bugüne kadar izlediğim tüm maçlar arasında, bir 34 yıl daha izlesem unutamayacağım an kesinlikle 2008 Wimbledon Finali'nin sonunda Nadal’ın kendini yere bıraktığı andır. O maç benim için çok özeldi. O sırada ben de Londra’daydım. Hava kararıyordu ve hafiften yağmur başlamıştı. Nadal’ın yere yattığı an, tenis tarihinin değiştiği anlardan biridir. Aklımda kalan en büyük an o.
C.E: Şevket zaten en güzel maçı, yani 2008 Wimbledon Finali'ni seçti. Benim seçeceğim maç ise herhalde 2012 Avustralya Açık Finali olur. altı saate yakın süren Djokovic-Nadal finali. Biz bile yirmi saat koşmuş gibi olmuştuk o maçı izledikten sonra. Yeniden öyle bir şey olur mu o fiziksel seviyede, çok zor. Anca ikisi arasında olabilirdi zaten böyle bir şey. Vuruş kalitesi bu kadar yüksek iki adam çok denk gelmeyecektir benim tahminim.
E.Y: Federer’in 2011 Roland Garros’ta Novak Djokovic’i eleyişi vardır. Federer, inanılmaz gelmekte olan hatta “Nadal’ı finalde yenecek” dediğimiz Djokovic’i yarı finalde saf dışı bırakıp parmağını sallamıştı. Federer-Djokovic rekabetinde bu parmak sallama akıllardan hiç çıkmaz. Nadal-Djokovic’te ise iki tane var. Birincisi 2011 Amerika Açık finalidir. Benim anlattığım herhalde en yüksek kaliteli tenis maçıydı. Dört set sürmesine rağmen bir klasiktir. Rallilerdeki ortalama vuruş oranı 6.9’du. İnanılmaz bir maçtı. Ben normalde sigara içmiyorum ama o maç bitince bir nefes sigara almıştım. Tenis orgazmıydı çünkü. Tabii 2008 Wimbledon Finali'ni söylememek olmaz. Orada Federer’in maç puanı çevirdiği bir backhand passing shot vardı ve gerçekten inanılmazdı. Bir de tabi, artık ışıklar çok azalmış, göz gözü görmüyorken Federer topu fileye taktıktan sonra Nadal’ın tarih değiştiren o yere kapaklanışını söylemek gerek. İşte onu hiç unutamıyorum.