"Nasıl anlatsam, nereden başlasam..."

21 dk

Slaven Bilic, Beşiktaş'tan ayrıldıktan sonra Türkiye günleriyle ilgili uzun açıklamalarda bulunmaktan kaçınmıştı. Suskunluğunu, Londra'da Socrates için bozdu.

Dışarıda Londra standartlarına göre bile fena bir hava var. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, rüzgârdan az önce şemsiyem kırılmış, Canary Wharf’teki Four Seasons Oteli’nin lobisinde ısınmaya çalışıyorum. O sırada cep telefonuma son derece kibar bir özür mesajı geliyor. Şehrin İstanbul’u aratmayan trafiğine takılan Slaven Bilic, röportajımıza yarım saat gecikecek. Beşiktaş’ın eski çalıştırıcısı, içeri girdiğinde mahcup gülümsemesiyle ilk iş özür diliyor. Köpekleri için mama alması gerektiğini, o yüzden geciktiğini belirtiyor.

Kibar, açık sözlü, karizmatik, sohbeti keyifli, müzik bilgisi derin teknik adamla röportajımız iki saati buluyor. Yeni takımı West Ham United’la geride bıraktığı beş haftada lige tarihi bir başlangıç yapan çalıştırıcı, belli ki Londra’da çok mutlu. Ancak Türkiye’deki günlerini hasretle anıyor; röportaj boyunca Beşiktaş ve Beşiktaş’a dair hiçbir konu ve kişiyle ilgili ağzından en ufak bir kötü söz çıkmıyor. Sorulara fazla tartmadan samimi cevaplar vermesine rağmen bu konuya özellikle dikkat ettiğini hissediyorum.

Slaven Bilic’i kimileri çok sevdi, kimileri çok eleştirdi. Peki deneyimli teknik adamın Türkiye macerasından geriye neler kaldı? Cevapları burada...

İngiltere’de hayat nasıl, bu 'mükemmel’ havadan memnun musun?

Galiba hava tek şikâyetim olabilir, güzel havaları özlüyorum. Buradaki güzel olmasa da çalışmak için çok uygun bir hava. Bu şartlarda çok tembel olamıyorsunuz. Ülkem Hırvatistan’ın havası İstanbul’a yakındı mesela; Split’te yazları hava 35 derece civarında olurdu, aşırı sıcak yazlar geçirirdik. Turistler bunu 'harika’ buluyordu. 2-3 günlüğüne plajda yatan bir insan için güzel olabilir ama oradaki insanların da çalışması lazım. Sıcak havada buna konsantre olmak çok kolay değil. İstanbul’da geçirdiğim senelerde ise iklimi hep sevdim. Hava 28-29 derece civarında oluyordu ve her açıdan bana çok uygundu. Burası pek iç açıcı değil.

Hava haricinde nasılsın peki?

Evet, çok mutluyum ve dürüst olmak gerekirse istediğim de buydu. Geçmişte zaten West Ham’da oynamıştım. İngiltere’yi, burada oynanan futbolu ve insanların çoğunu seviyorum. Müzik, mizah ve diziler de çok keyifli. Özellikle, espri anlayışlarına bayılıyorum. İnsanlar, buraya gelmenin benim hayâlim olduğunu düşünüyorlar. Tabii öyle ancak bu aynı zamanda bir tutku. Tüm antrenörlerin istediği şey Premier Lig’de çalışmaktır çünkü burası dünyanın en çekici liglerinden biri. Burada Beşiktaş’tan daha mutlu olduğumu söyleyemem çünkü orada da en az şimdiki kadar mutluydum.

West Ham’da olmak tanıdık hissettiriyor mu? Eve dönüş hissi var mı?

Bir açıdan eve dönme hissi var tabii. Kulüp farklı insanlarla dolu olsa da bazıları hâlâ burada. Aynı stadyum, aynı taraftarlar, aynı sokaklar, aynı antrenman tesisleri... Yine de tam anlamıyla geçmişte uzun süre oynadığım kulüple aynı olduğunu söyleyemem. Geçmişte bu kulüp bir aile gibiydi. İşin içinde para ve hırs yoktu. Ama mutluyum ki şu anda da aşırı bir fark yok. Bu bana özel hissettiriyor, güzel bir deja vu gibi.

Stadyumdan bahsettin... West Ham seneye maçlarını Londra’daki Olimpiyat Stadı’nda oynayacak. Bu hava değişimi konusunda beklentilerin nedir?

Kulüp ileriye doğru hareket içerisinde. Futbol 11 adamın sahada birbirine karşı oynadığı bir oyundan çok daha fazlasına dönüşmeye başladı. Bu yeni düzende, böyle stadyum ve arenalara ihtiyacınız var. Türkiye’de kapasitesi ortalama 16-20 bin kişi olan stadyumlar var ama Galatasaray, Fenerbahçe ve Kayserispor’un bu konuda ne kadar avantajlı olduğunu gördük. Beşiktaş da aynısını yapıyor, bu artık bir ihtiyaç. Biz de yeni ve büyük, olimpik bir stadyuma geçeceğiz. Bizim stadyumumuz gibi olacak ama sonuçta kiralık... Upton Park’taki son sezonumuz ve bu durum hepimize özel hisler aşılıyor. Bir açıdan bakınca, West Ham taraftarı buraya gelmeyi özleyecektir. Eski stadyum, çevresindeki eski pub’lar... Çünkü olay sadece maçtan ibaret değil, maç günleri de artık başlı başına bir etkinlik. Ancak dedim ya; kulüp ilerlemek istiyor ve başka seçenek yok. Bazen bu büyük arenalarda o 'ev’ avantajını kaybedebiliyorsunuz çünkü sahibine o hissi veren eski tip stadyumlar gibi olmuyorlar. Bunu Galatasaray da yaşadı. Ali Sami Yen Stadı çok daha 'düşmanca’ bir atmosfere sahipti. Bunu yanlış anlamayın çünkü olumlu bir durum. Schalke ve Arsenal’e de bakın; deplasman takımı Emirates’e çıktığında karşısında kırmızılar içinde 60-70 bin kişi buluyor ama Highbury’deki bambaşka bir kalabalık ve atmosferdi.

Anladığım kadarıyla, Boleyn Ground’a veda ederken alınacak güzel sonuçların ayrı bir önemi var gibi...

Kesinlikle ancak önümüzdeki yıl burada kalacak olsak da beklentiler aynı olacaktı. Başarılı olma baskısı hep var. Seneye doldurmamız gereken 54 bin kişilik bir stadyum olacak. Şu an iyi gidiyoruz ama çok daha fazla kombine satmamız gerekecek. Başarılı olmamız çok önemli ki yeni stadyuma gelecek insanlara daha iyi bir takım olduğumuzu gösterebilelim. Bu tabii bir senede olmaz. Yeni bir stadyum yapmak, sizi bir anda daha iyi bir kulüp haline getirmez. Manchester City veya Chelsea olmak kolay değil. Manchester City bile İngiltere’de büyük olmayı başardı ama görüyorsunuz, Avrupa ölçeğinde sadece para yeterli olmuyor. Para elbette size yardımcı olur, o olmadan şansınız yok. Ama parayla, ihtiyacınız olan zamanı satın alamıyorsunuz.

Türkiye’de oldukça sabırsız ve başarı odaklı bir zihniyet var ve herkes iyi sonuçların kısa sürede gelmesini bekliyor. Burada ise sanki uzun vadeli planlara biraz daha fazla yer var, oyunculara ve antrenörlere daha çok şans veriliyor. İki ligi bu açıdan kıyaslama şansın olur mu?

5-10 yıl önceden bahsediyor olsaydık, haklı olduğunu söyleyebilirdim. Hırvatistan, Türkiye, hatta belki bazı açılardan İtalya gibi güneyli ülkelerin insanları daha sabırsız olabiliyordu. Ama şu günlerde İngiltere’de de durum aynı. İnsanların genel olarak sabrı kalmamış ve kısa vadede başarı görmek istiyorlar. Güzel arabaları hemen sürüp güzel dairelerde hemen oturmak amacındalar. Geçmişte bunun farklı olduğunu hatırlıyorum. Ailemin yazlığımızı inşa etmesi neredeyse 10 yıl almıştı. Her şey yavaş yavaş olurdu... Şimdi ise insanlar her şeyi, hemen istiyor. Bu futbolda da böyle ve işe koyulur koyulmaz baskı altına giriyorsunuz. Bu yeni bir yaşama ve düşünme biçimi. Tabii burada sizin, yani medyanın da payı var.

O yüzden, Türkiye ve İngiltere arasında büyük bir fark görmüyorum. Mesela Liverpool ligdeki ilk üç maçında iyiydi ama dördüncü maçta onları 3-0 yendik ve eleştiriler başladı. Jose Mourinho’ya bakın; futbolunu beğenip beğenmemek bir tercih meselesi ancak kağıt üzerinde dünyanın en iyi teknik direktörü olabilir. Sevin veya sevmeyin, son 10 yılın en başarılı ismi o ve bugünlerde büyük bir baskı altında. iki-üç yıl önce değil, daha geçen sezon şampiyon oldular ama bu kimse için bir şey ifade etmiyor. Aynısı benim için de geçerli. İki büyük galibiyet, son yedi yılın en iyi başlangıcı... Bunlara rağmen, geçenlerde kendi evimizde kaybettiğimiz iki maçtan sonra insanlar beni epey sorguladı.

Yani bu baskı her yerde. Evin büyük çocuğu gibisiniz; insanlar hep sizin hakkınızda konuşuyor ve her gün eleştiriliyorsunuz. Buna karşı gelebilme şansınız yok. Kolay olduğunu söylemiyorum, sonuçta insanız. Ancak baskı, daha imza atıldığı anda başlıyor. Kontrol edilemeyecek şeyleri kafaya o kadar da takmaya gerek yok. Bizim işimiz, takımı geliştirip daha iyi oynayabilecek hâle getirmek. İnsanlar hep bir şeyler söylüyor ama siz sürekli onları dinleyemezsiniz. Bana farkı sordun değil mi? Belki birazcık var. Türkiye’de büyük bir kulüpte belki iki mağlubiyetten sonra sorgulanmaya başlarsınız, burada ise üç-dört maç hakkınız var. Ne yazık ki bu artık her yerde böyle.

Sezona iyi başladığınızı söyledin ki Arsenal ve Liverpool galibiyetleri gerçekten tarihiydi. Beklentilerin neler?

Dediğin gibi; iki 'tarihi’ galibiyet aldık. Arsenal bizi tam yedi yıldır yeniyordu ve bu seriyi gidip sezonun ilk maçında, hatta onlar Chelsea karşısında Community Shield’ı yeni kazanmışken kırmayı başardık. Bizim için çok özeldi. Bazen böyle maçlarda şanslı olursunuz ve kötü oynamanıza rağmen kazanırsınız, sonuçta futbol bu... Ancak o maçta, biz gayet iyi oynayıp kazandık. Anfield’da da sanırım 53 yıl sonra ilk kez bir lig galibiyeti aldık. O da sadece şansımızla aldığımız 1-0’lık bir galibiyet değildi. Liverpool’u kendi evinde 3-0 yendik. Bunlar kulüp tarihine geçebilecek, insanların üzerine konuşabilecekleri, hatta vücutlarına dövmelerini kazıyabilecekleri maçlardı. Ne yazık ki başta iki iç saha maçı kaybettik, bu yüzden evimizde Newcastle karşısında aldığımız galibiyet de en az diğerleri kadar önemli. Deplasmanda maçlar kaybedilebilir ama sizi izlemek için stada gelmiş insanları, evlerine veya pub’lara mutlu göndermeniz gerekir.

Türkiye’de 'derbi maçlarını kazanamama’ ile çok eleştirildin, burada ise iki büyük galibiyet aldın. Tabii farklı durumlar ama yine de bir kıyaslama yapmak mümkün müdür?

Türkiye’de bunun neden olmadığını bilmiyorum, kaybetmekten elbette ki mutlu değildim. Her maç önemlidir ama tüm dünyada derbi maçlar, bir maçtan fazlası oluyor. Gerçekten kazanmak istemiştim ve Beşiktaş’ta geçen iki sezonumda tek bir derbi bile kazanamamış olmak hoşuma gitmiyor. Fenerbahçe ve Galatasaray’a karşı kazanamadığım maçlardan sonra kendimle çok konuştum; "Bu durum sadece şanssızlıkla açıklanamaz, iki-üç değil, tam sekiz maç" diyordum. Aynı zamanda, tek tek baktığımda rakiplerimizin bu maçların herhangi birinde bizden çok da iyi olmadığını görüyordum. O maçlardan bazılarını kazanmayı hak etmiştik. Galatasaray’a karşı ilk maç, 3-3’lük Fenerbahçe maçı ve yine son dakikada gol yiyip kaybettiğimiz diğer bir Fenerbahçe maçı... Uzun dönemli bir şanssızlıktı belki, belki de fazla gergindik. Üç-dört derbi maçında, neredeyse daha ilk yarıda kırmızı kart gördük ve 35. dakikadan sonra 10 kişi oynayarak Fenerbahçe ve Galatasaray’ı yenmek kolay değil.

West Ham’a dönersek, kulübün işçi sınıfına uzanan kökleri var. Bu senin politik görüşüne ne kadar uygun?

Açıkçası politika konuşmak istemiyorum ve bu cevaplamak istediğim bir soru değil. 47 yaşında bir aile babasıyım, siyaset beni çok da fazla ilgilendirmiyor. Herkes politikayı takip eder çünkü dünyayı ve gündelik yaşamlarımızı etkiliyor ancak ben bir politikacı değilim.

Türkiye’deyken takip eder miydin?

Elbette, geldiğim zamanlarda Gezi Parkı’nda yaşanan olayları hatırlıyorum. İnsanlarla konuşuyorsunuz, haberleri takip ediyorsunuz, politikadan bahsediyorsunuz... Türkiye çok büyük ve içinde farklılıklar barındıran bir ülke; siyaset, karşıtlıklar, Tayyip Erdoğan... Ben de bunlar hakkında biraz bilgi sahibi olmak istedim. Sonuçta Türkiye’yi seviyorum ve orada iki yıl yaşadım ama politika açısından hepsi bu.

Beşiktaş taraftarı ve özellikle Çarşı grubu, politik olarak çok aktif. Gezi sonrasında da hükümet karşıtı tavırları arttı. Sen de bu politik duruştan etkilendin mi?

Ne diyebilirim ki? Hırvatistan’daki siyasi durumu bile öyle çok fazla takip etmiyorum. Ben bir spor adamıyım. İyi biri olmayı ve sınıf farkı gözetmeden insanları çevrenizde toplamayı istediğinizde, size politik diyorlar. Eğer ben politiksem her insan öyledir. Yanlış anlamayın; burada kimseyi atlatmaya da çalışmıyorum. Asistanım Nikola benden çok daha işin içinde ve güncel durumları ona soruyorum. Tabii Suriye ve göçmen sorunu gibi konulara genel hatlarıyla hâkimim ancak tüm bilgim, sabah uyanıp haberlerde gördüklerimden ibaret.

Bunları sordum çünkü geçmişte "Takımımızda sosyalist bir sistem var" açıklaman olmuştu...

Bunu soracağınızı biliyordum ancak bu tamamen uydurma. Politika konusu, sanırım Türkiye’de oluşan bir yanılgı. Ben herkes gibi sosyal bir insan olmaya çalışıyorum. İnsanları iyi yaşamaları, çalışmaları veya mutlu olmaları için örgütlemek sizi politik bir insan veya sıkı bir sosyalist yapmaz. Ben de öyle değilim. Çarşı’nın üyeleri de sadece iyi insanlar olmaya çalışıyorlar çünkü ülkede ve dünyada olup bitene karşı oldukça duyarlılar.

West Ham ve Beşiktaş taraftarını nasıl karşılaştırırsın?

Çok benziyorlar, ikisi de çok özel. Tüm taraftarlar takımları ile gurur duyar, iyi futbol izlemek ister ancak hileden de uzak olmayı diler. Bunu kimse sevmez. İki kulübün taraftarları bu açıdan birbirlerine çok yakın.

Beşiktaş’tan ayrılışına dair kötü bir anın var mı?

Hayır, hatta aksine tam zıttı. Kontratım bitmişti ve uzatma opsiyonumuz vardı. Ancak yeni bir anlaşma yapmamaya karar verdik. Bunu ben istedim ama asla negatif bir hissiyatım yok. Mutlu olmadığım tek şey şampiyon olamayışımızdı. Beşiktaş hep en tepeyi hedefleyen bir takım ama o iki yılda stadyum belirsizliği, iç saha maçı oynayamama, finansal sorunlar gibi şeylerle de uğraştık.

O zamanlar Beşiktaş için bir geçiş dönemiydi ve zorlu zamanlardı. Ne gibi fedakârlıklar yaptın?

Kesinlikle öyle olduğunu biliyorum. İlk planlamayı yaparken bu konuda çok iyimserdim. Planım şampiyonluktu. Ya da en azından ligin sonuna kadar şampiyonluk mücadelesi içinde olabilmek... Sonuçta, ligi her yıl sadece bir takım kazanabilir. Ama özellikle ikinci sezonda çok iyi iş çıkardığımızı söyleyebilirim. Yılın çoğunu lider geçirmiştik ve son üç maça gelene kadar da iyi durumdaydık. Akhisar ve Konyaspor maçları çok kritikti. Tabii yıl boyunca sürekli seyahat hâlinde olmamız da performansımıza etki etti. Avrupa’da çok maça çıktık, Ankara’da iç saha maçları oynadık ve sezonun sonuna yaklaşırken bunların bedelini ödedik. Yine de oyuncularım, ben ve teknik heyetle birlikte taraftarlar, herkes elinden geleni yaptı. Bununla gurur duyuyorum. Bu iki sezonu gerçekçi olarak izleyen herhangi birinin performansımızı 'kötü’ olarak değerlendirebileceğini düşünmüyorum. Tabii benden memnun olmayan insanlar da vardır. Teknik adam olarak bunu her yerde yaşamanız mümkün. Ama benim sokaktan aldığım tepkiler, geri dönüşler oldukça pozitifti. Zaten en gerçekçi olanlar bu tepkiler. Ben, ailem, yardımcılarım, hatta köpeklerim bile Türkiye’den pozitif anılarla ayrıldık. Küçük kızım İstanbul’da doğdu. Bundan sonra da fırsat buldukça İstanbul’a küçük kaçamaklar yapmak istiyorum.

Beşiktaş kendini hep Fenerbahçe ve Galatasaray’dan daha farklı konumlandırır. Bunun sebebi ne?

Üçü de oldukça büyük kulüpler ama Beşiktaş konusunda objektif olamayacağım. Artık ömür boyu Beşiktaş taraftarıyım. Burada bile her gün Beşiktaş’tan konuşuyoruz. Sadece iki yıl oradaydık ama bu bir ömür sürecek. Beşiktaş farklı bir kulüp. Bir kulüpten fazlası, daha çok bir yaşam tarzı. Tabii başka böyle örnekler de var. Takımın seviyesinden veya büyüklüğünden bahsetmiyorum. Mesela doğduğum şehrin takımı Hajduk Split de bir kulüpten daha fazlasıdır. Bu tarz takımları desteklemek kimlik edinmek gibidir. Bir Hajduk Split taraftarının 'nasıl’ olduğunu bilirsiniz. Beşiktaş da elbette bir takımdan fazlası; daha çok bir din, bir yaşam biçimi gibi. Özetle; bu üç kulübü kıyaslamak için yanlış adama soru soruyorsunuz. Çünkü ne olursa olsun ben Beşiktaş tarafında olacağım. Fenerbahçe, Galatasaray, Trabzon, Bursaspor, Gençlerbirliği... Hepsi saygı duyduğum büyük kulüpler ama o kadar. Onları Beşiktaş ile kıyaslamam mümkün değil. Benim için sadece Beşiktaş var. Sen hangi takımı tutuyorsun, Fenerbahçe değil mi?

Hayır, Galatasaray.

Peki, Galatasaraylı ol bakalım.

Neden?

Londra’da yaşıyorsun, baştan aşağı siyah giymişsin, saçın kırmızı, giyim tarzın rock’n’roll! Bana göre Beşiktaş taraftarı olmalısın. Galatasaraylılar daha başka oluyor, senin kesin Beşiktaşlı olman lazım!

Beşiktaş taraftarının profiliyle ilgili ilginç tespitlerin var! Peki takıma dair söyleyebileceğin en ilginç şey neydi? Tek bir şey söylemen gerekse bu ne olurdu?

Tek bir şeyi ön plana çıkarmak gerçekten çok zor. Birine veya bir şeye çok fazla bağlandığında böyle oluyor. Bu, insanların bana en sevdiğim müzik grubunu sorması gibi bir şey. En sevdiğim grubu bir anda nasıl söyleyebilirim ki? Veya bir film hastasına en sevdiği filmi sorsan nasıl bir cevap alabilirsin?

Mesela ben bir müzik tutkunuyum. İnsanlar sürekli en sevdiğim şarkıyı soruyor. 'Bugün’ yani 'şu anda’ en sevdiğim şarkı hangisi bilemem. Tek bir tane olamaz.

'En sevdiğim' dediğin bir şarkı yok mu yani?

Bir tane mi? İmkansız! Senin var mı mesela?

Elbette, hatta dövmesini taşıyorum.

Hangisi?

Interpol’den Untitled. New York’lu bir gitar grubu.

New York’lu bir gitar grubu mu? İsmi ne demiştin?

Interpol. İnanılmaz bir gruptur.

Müzikle aram iyi ama futbol hayatımın büyük bir alanını kaplıyor. Söylediğin grubu duymadım.

Aslında eski de bir gruptur... Müzik sorularım da var, röportajın sonuna saklıyorum.

Gitar grubu derken tam olarak neyi kastediyorsun?

Elektronik değil yani, rock grubu.

Neye benziyor?

Joy Division’a benziyor diyebilirim.

Joy Division mı? Saygı duyuyorum ama saykodelik bir müzikleri var. Bu biraz gitarı aşağılamak gibi olur!

Joy Division tarihte yazılan en iyi bas riff’lerine sahip! Hem ayrıca Ian Curtis’in muhteşem vokali var.

Bas gitardan bahsediyorsun ama... Tabii Ian Curtis yaşam tarzı ve diğer yönlerden inanılmaz. Ama kızım bu müzikleri dinliyor olsa "Lütfen, bu olamaz!" diye etrafta dolaşırdım.

(Untitled’ı dinliyor)

Şarkı ne zaman başlayacak?

Yavaş bir girişi var, biraz sabır gösterir misin lütfen?

Sana olan saygımdan ötürü röportajdan sonra tamamen dinleyip yorumumu yapacağım. Ama bana beğendiğim herhangi bir şeyi hatırlatacaksa, bu Radiohead olmalı. Radiohead’in büyük hayranıyım ve bana göre en iyi albümleri The Bends. Asıl gitar işte o albümde çalınandır. OK Computer yine iyiydi ama bana göre 1 numara değil. Ondan sonrası zaten facia.

Müzikten bahsetmişken devam edeyim. Iron Maiden sıklıkla West Ham United ile özdeşleşmiş "Up The Irons" sloganını kullanıyor. Grup üyesi Steve Harris de bir West Ham taraftarı. Iron Maiden ile ilgili neler söylersin?

Sert bir grup. Futbol takımları hakkında konuşurken 'özel’ olma durumundan bahsetmiştim ya, Iron Maiden da gruplar arasında o kategorinin içine girer. Dürüst olmak gerekirse jazz’ı çok fazla sevmiyorum ama insanlar jazz dinlemek için deli olurken, onları azarlayıp tenkit etmiyorum. Müzik tamamen bireysel bir şey. Mesela senin grubun...

(Gökhan Töre’den mesaj geliyor)

Bak, Gökhan Töre! 'Goki’ efsanedir. İyi bir adam, iyi bir oyuncu.

Onu takımında ister miydin?

Elbette, denedim de zaten. Bu sene uygun değildi ama.

Peki Beşiktaş’tan başka bir oyuncuyu takımında görmek ister misin?

Tabii, birçoğunu görmek isterim. Beşiktaş büyük bir kulüp ve hâliyle kuvvetli bir kadroya sahip. Birçok oyuncusu da West Ham’da oynayabilecek kadar iyi. Ama bazılarının pozisyonlarında çok iyi oyucularımız var, bazılarını maliyetlerinden dolayı transfer etmemiz mümkün değil, bazıları ise İngiltere’nin kuralları sebebiyle burada çalışma izni alamıyor. Fakat hepsinin çok iyi oyuncular olduklarını söylemeliyim.

Kaldığımız yerden az önceki soruna döneceğim; müzik bireysel bir şeydir. Iron Maiden da özel bir grup. Onların hayranları diğer grupları herhangi bir şekilde önemsemez. Kendilerini tamamen Iron Maiden’a adamışlardır. Söz konusu onlar olduğunda ben de objektif olamam. Büyürken Iron Maiden dinlerdim ve tamamen heavy metal ile ilgiliydim.

Hem Nirvana hem de Pearl Jam, Soundgarden ya da Alice in Chains gibi grupların konserlerinde pankart açan izleyiciler var. Grunge dinleyicilerinden bahsediyorum. Iron Maiden hayranları ise pankartlarını yalnızca Iron Maiden için açar. AC/DC veya Judas Priest onlar için söz konusu değildir, yalnızca Iron Maiden vardır. Bu yüzden de özeller.

Steve Harris’i de yakından tanıyorum. Futbol oynamış bir adam. West Ham’ın genç takımında forma giyerken bir anda müzik yolunu seçiyor. Aslında gayet iyi bir oyuncu ve futbol için deli oluyor. Zaten grubuyla turdayken her fırsat bulduğunda futbol oynuyor. Yerel takımlara karşı maç yapıyorlar. Onunla West Ham’a oyuncu olarak geldiğimde tanışmıştım. Sanırım 1996 yılıydı. Sonrasında iletişimimiz kopmadı. 2008’de Split’e konsere geldiklerinde birlikte akşam yemeği yemiştik. Hatta birkaç hafta önce bana mesaj attı.

Harris maçlara da geliyor, değil mi?

Evet, zaten tanışmamız oynadığım bir maçtan sonra olmuştu. Elbette dünya çapında bir grubu var ve yılın tamamında Londra’da olmuyor ama buradayken maçlara geliyor.

Futbola geri dönersek...

Az önce müziğe geçelim diyordun, şimdi yeniden futbola mı dönüyoruz?

Sanırım metal müzik favori türüm değil. Biraz fazla sert ve erkeksi geliyor bazen.

Bana göre en iyisi. Heavy metal’de erkek veya kadın yok, yanlış bir bakış açısı bu. Senin grubun, hatta Joy Division ve tekno çocuklar için daha tehlikeli.

Bu büyük bir genelleme değil mi?

Ama haklıyım. Tabii istisnalar dışında. Ortalama insanlar arasından Joy Division hayranlarına baktığında hep garip tipleri, weirdo’ları görürsün. Yüzde 10 hata payım vardır belki. "Joy Division sıkı bir grup" deyip geçenlerden bahsetmiyorum ama; kastettiklerim adanmış hayranlar. Heavy metal öyle değil çünkü fakir insanların müziği.

Farklı ve garip olmak, sıradan bir insan olmaktan daha iyi olabilir belki.

Tabii ama farklı olabilmek için Joy Division dinlemek zorunda olmamalısın. Heavy metal’e de bir şans vermen lazım.

Vereceğim.

Hayır, vermeyeceksin.

Sen Interpol dinliyorsan, ben de heavy metal dinleyebilirim.

O zaman Soundgarden dinlemelisin.

Eskiden dinlerdim. Benim için Iron Maiden’a göre daha dinlenebilir.

Ian Curtis’ın vokallerini nasıl Chris Cornell ile karşılaştırırsın hâlâ aklım almıyor...

Artık futbola dönelim. West Ham ile ilk ne zaman iletişime geçtin? Şubat ayında olduğuna dair haberler vardı.

Bunlar sadece dedikodu. Yaklaşık sekiz yıldır West Ham ne zaman menajer değiştirse adım bu dedikodulara karışıyor. Hırvatistan Milli Takımı’nı çalıştırdıktan sonra ismim onlarla geçmeye başladı. Geçen sene Avrupa Ligi’nde Tottenham’la deplasmanda 1-1 berabere kalmış, Olimpiyat Stadı’nda onları 1-0 yenmiştik. Hâl böyle olunca tabii ki isminiz Premier Lig takımlarıyla anılıyor. Zaten daha önce burada oynamışım, Hırvatistan Milli Takımı ile İngiltere’ye karşı iyi işler yapmışım... Sonrasında da Liverpool’a karşı büyük bir sürprize imza atan bir takımın başındaydım. Elbette dedikodular olacak ama Beşiktaş’ı çalıştırmaya devam ederken West Ham veya herhangi başka bir kulüple görüşmedim. Özellikle de ortada şampiyonluk için savaşan bir takımım varken. Bazı teklifler oldu fakat bunları önemsemedim. Bazıları inanmayacaktır ama arkadaşlarım, ekibim ve gerçekten değer verdiğim insanlar sözlerimin doğru olduğunu biliyor. Takımdan ayrılırken de zaten, "Hepsi bu mu?" diye düşündüm. Gerçekten çok yorulmuştum. Türkiye’de iki, Rusya’da bir yıl... Hepsi de Hırvatistan’la Avrupa Şampiyonası oynadıktan birkaç yıl sonra olmuştu. Artık dinlenmek istiyordum; Eylül’e kadar dinlenip pillerimi şarj edecektim, ailemle vakit geçirmeyi planlıyordum. Tüm bunları gerçekleştirmeden yeni bir takım çalıştırmayacaktım. Sonra kendime "Şimdi 'Hayır’ diyemeyeceğin bir teklif gelirse ne yapacaksın?" diye sordum. Elbette değerlendirecektim. Sonra da zaten West Ham’ın teklifi geldi. "Ben size Eylül’de dahil olayım" diyemezdim, böyle bir ihtimal yoktu. Elinize böyle bir fırsat geçtiğinde değerlendirmek zorundasınız.

Vodafone Arena açılıyor, oraya rakip veya seyirci olarak dönmek neler hissettirir?

Elbette çok iyi hissederim. Rakip olarak oraya dönmek çok güzel olur. Bu zaten Avrupa Ligi veya Şampiyonlar Ligi’nde mücadele etmemiz demek. Tabii ki dönmeyi isterim. Beşiktaş’ı çok seviyorum. Kulüp her zaman kalbimde olacak ama oraya West Ham’la gittiğimde kazanmak istemeyeceğimi söylesem, bu yalan olur. Bazıları, bu tavrımın başkalarının gözünde 'puan kazanmak’ olduğunu söylüyor ama West Ham ile Beşiktaş’ın karşısına çıksam en az rakip teknik direktör kadar motive olurum. Yine de bu Beşiktaş taraftarı olmadığım anlamına gelmiyor. Elbette öyleyim. West Ham’ın yeri de ayrı. Çok özel bağlarım olan iki kulüpten bahsediyoruz.

Peki stada seyirci olarak gitmeyi düşünür müsün?

Elbette, zamanım olursa neden gitmeyeyim. Medya ve bazı taraftarların, ben ve ekibimin yeni stadyumda oynamayı hak ettiğini söylemesi çok duygu doluydu. Hiç normal bir statta oynayamadık, Vodafone Arena’ya çıkamadık. Bu çok üzücü. Bir geçiş dönemine denk geldik. Eğer bu geçiş döneminden daha temiz çıkabilseydim çok daha mutlu olacaktım.

En büyük mücadelen neydi Beşiktaş’ta?

Lig tabii... Birçok kişi, "Rakiplerinin daha iyi maddi kaynakları ve daha iyi statları var ama senin yok" diyordu. Fakat günün sonunda, kimle konuşsam Beşiktaş’ın şampiyon olacağını söylüyordu. Olmam gerekenden biraz fazla optimisttim galiba, bazen realist olmak lazım. Beşiktaşlı yetkililer Split’e görüşmeye geldiklerinde stadyumun bir yıla biteceğini söylediler. Ama çocuk değilim, bunun olmayacağını biliyordum. Kim stat inşaatını bir yılda bitirebilmiş ki? Çocuk değildim ama dedim ya; optimisttim, ne olursa olsun kazanacağımı düşünüyordum. Sonuç olarak fantastik değildik ama gayet iyiydik. Stadyum da yokken işler daha kötü olabilirdi.

Birkaç maçınızda sahaya girenler oldu, ayrıca Fenerbahçe otobüsüne silahlı saldırıda bulunuldu…

Evet büyük şeyler oldu. Manuel Fernandes’e yumruk attı bir taraftar, yine Töre’nin gece kulübünde silahlı bir vukuatı oldu. Burada bir gazeteci, "Bilic Türkiye’de böyle şeyler yaşadı" diye yazmış... Şimdi düşününce bir kitap bile yazılabilir bunlar hakkında. Hepsi inanılmaz şeyler. Bir taraftar benim oyuncuma vurdu, cidden vurdu! Sahaya girmeler, otobüse saldırılar... Bunları görünce Türkiye’den kaçmayı düşünüyorsunuz ama işin aslı öyle değil. Koca bir okyanusta birkaç damla bunlar. İki yılda böyle birkaç olay oldu. Tabii ki çok büyük şeyler ve yaşanmamaları gerekiyor ama bunlar yüzünden Türkiye’nin güvenli olmadığını söylemek yanlış. Türkiye gayet güvenli bir yer.

Bir arkadaşımın kızı geçen hafta İstanbul’a okumaya gitti, Koç Üniversitesi’ne. Ailesinden uzak kalacaktı, gönderip göndermeme konusunda emin değillerdi ama onlara "Kesin gitsin" dedim. İstanbul harika ve güvenli bir yer. Herkese selamlarımı ilet.

Bilic ve Özen

Basına yansıdığı kadarıyla Önder Özen’le bir sorun yaşamıştın. Doğru mu?

Slaven Bilic: Türk basını biraz farklı ama yaşananlardan dolayı sinirli değilim, hatta basından bazı isimlerle hâlâ iletişimdeyim. Yine de basının çok kalabalık olduğunu ve 7/24 durmadan ilerlediğini de söylemek lazım. Televizyon, gazete derken süreç hiç durmuyor. Gazeteleri doldurmak için elbette bir şeyler yazmak zorundasınız. Bunun için bazen hikâyeler uyduruluyor.

Önder Özen’i çok sevdiğimi söylemeliyim. Beni Beşiktaş’a getiren adam... Daha önce bahsetmiştim ya; dinlenecektim hani. Aslında Lokomotiv Moskova’dan sonra da dinlenmeyi planlıyordum. Tam Split’e gittim, yerleştim, Beşiktaş’ın teklifi geldi. 2008’de Beşiktaş’ı reddetmiştim ve bunu bir kez daha yapmayı düşünüyordum. Sonrasında Önder ve yanında Semih Usta Split’e geldi. Başkan Fikret Orman ve yardımcıları Ahmet Nur Çebi ile Ahmet Kavalcı da onların ardından... Önder Özen orada beni isteyen adamdı. Beşiktaş büyük bir kulüp. Önder’e beni istediği için minnettarım. Ama iş sadece bundan ibaret de değil, imzayı attıktan sonra da çok iyi bir ilişkimiz oldu. Önder’le aynı jenerasyondanız. Futbolu iyi biliyor, futbolun tam içinde ve eğlenceli bir adam. Nefis esprileri vardır. Harika da bir yorumcu. İlk sezon sürekli konuşurduk. Taktik konuşmak için açık bir insanım, sonuçta bu fikir alışverişleri benim için faydalı oluyor. Beni ikna edebilirsin; sonuçta Tesla ya da Einstein değilim, sadece bildiğim bazı şeyler var. Futbol, aile ya da müzik hakkında fikir alışverişi yapabilirim ama ekibim pazarlık konusu olamaz. Önder’le yaşadığımız şeye de tartışma diyemem, farklı görüşlerimiz vardı. Sonrasında aramız yine iyi kaldı. Zaten takımdan da benim yüzümden ayrılmadı. Split’e gitmeden önce Beşiktaş’ta iki yıl geçirmiştim ve doğal olarak İstanbul evim olmuştu, birçok dost edinmiştim. Ayrılırken hepsiyle görüşemedim ama Önder’le buluştuk, o ve asistanı Fatih’le öğle yemeği yedik. Direktör ve teknik adam arasında fikir ayrılıkları olur; oyuncu tercihi olsun, başka şeyler olsun... Bunlar katkı sağlar. Ama ekibim bu konulardan biri değil. Kendi sadık ve kaliteli insanlarımla çalışmak isterim. Önder’le de tartıştığımız konu buydu. "Senin fikrin bu ama takımda koç benim" demiştim. Her şeye rağmen onu seviyorum.

Slaven Bilic’le ilgili neler söylersin?

Önder Özen: Kendisinin de dediği gibi; aynı jenerasyonun insanlarıyız, birçok ortak noktamız var. Özel hayatlarımız da birbirine çok yakın. İkimizin de iki çocuğu var, ikimiz de kısa bir süre önce eşlerimizden ayrılmışız. Hayatlarımızda benzer müzikleri dinlemiş, benzer yazarları okumuşuz... Anlayacağınız, konuşacak çok şeyimiz vardı. Futbol dışındaki sohbetlerimiz hep çok eğlenceli geçmiştir. Muhakkak birbirimizin hayatlarına bir şeyler katmışızdır. İş dışında konuştuğumuz anların hepsi kıymetlidir. İşe dönersek de verimli çalıştığımızı düşünüyorum. Bilic esnek bir teknik adamdı. Sizden bir şeyler almaya, sizi dinlemeye çok açıktı. Ben de her şeyi usulünce yaptığımı ve çok doğru bir yaklaşım gösterdiğimi düşünüyorum. Onu gerecek, işine karışılıyormuş gibi hissettirecek davranışlardan hep kaçındım. Onun tepesinde, sürekli hesap soran bir noktada olmamak için elimden geleni yaptım. Bana yapılmasını istemediğim şeyi ona yapmadım. O da çok açık bir yaklaşım gösterdi, teknik-taktik anlamda birçok şeyi paylaştık. Aynı fikirde olmadığımız dönemler veya maçlar da oldu ama çoğunlukla aynı şeyleri düşünürdük. Teknik anlamdaki kararlarına hep saygı duydum ve onu destekledim. Sene sonunda antrenör ekibine katmak istediğim 1-2 kişi oldu. Biraz daha dinamik bir antrenör ekibimiz olmasını istedim. O da doğal olarak kendi ekibiyle devam etmeyi düşündü. Bunu kesinlikle yadırgamadım. Ekibe ilave etmek istediğim yardımcılar Bilic’e çok ciddi katkılarda bulunabilirlerdi. Süreci yönetme ve takıma katkı konusunda önemli roller alabileceklerini düşünüyordum. Ama tabii bu benim düşüncem. Onun düşüncesi farklıydı ve konu üzerinde çok fazla durmadık. Ayrılışımın da bu konuyla kesinlikle alakası yoktu.

Beraber çok zaman geçirmişsiniz. Neler yapıyordunuz, nelerden konuşuyordunuz?

Ö.Ö: Zaman zaman Bilic’le rakı içerdik. Onu İstanbul’da birkaç iyi balıkçıya götürmüştüm. İyi balıkçı dediğim bu meşhur bilindik yerler değil, benim sevdiğim yerler. Çok keyifliydi. Zaten Bilic’in, karşısına geçen herkese keyif verecek bir muhabbeti vardır. Müzik de konuşurduk sık sık. Bazen işler kötü gittiğinde ona plak hediye ederdim. İlk aldığım Jim Morrison’dı galiba. İkincisi de Hendrix; stüdyosu İngiltere’de yapılmış bir 'en iyiler’ derlemesi. Bir de Eric Clapton almıştım ama onu pek sevmemişti, biraz ballad’cı bulmuştu onu. Yazar çizer konusunda da benzer zevklerimiz vardı. İkimiz de Bukowski okurduk, ikimiz de underground edebiyata meraklıydık. Chuck Palahniuk mesela; Tıkanma, Dövüş Kulübü... Onlardan bahsederdik hep. Uzun uzun konuşur, ülkeyi kurtarırdık. Beşiktaş, Türkiye, Balkanlar, dünya... Neticede hiçbirini kurtaramadık ama denedik.

Hırvatistan, 1998 Dünya Kupası sonrasında bazı büyük turnuvalara katılamadı. Türkiye için de 2002 sonrasında benzer bir süreç yaşandı. Bu tür başarılar, sonrasındaki süreçte tembel performanslara mı neden oluyor?

Türkiye ve Hırvatistan farklı. Hırvatistan 1996’dan beri yalnızca iki turnuva kaçırdı. Türkiye ise birçok turnuvayı ıskaladı. Biz hep oralardayız. 2014 Dünya Kupası’nda Rio’da gruptan çıkamadık. Buna kötü bir sonuç diyebilirsiniz ama sonuçta oradaydık. Büyük bir başarı bu. Standardımız 1998 ise tabii ki oralarda olmak için daha çok çalışmalıyız. Dünya Kupası kazanmak için ne gerekiyorsa yapmalıyız ama bütün o turnuvalarda olmak da başarıdır. Türkiye ile karşılaştıramazsınız. Biz çok daha başarılıyız. Milli takımda altı yıl kaldım, yaklaşık 60 maç yaptık ve sadece 8 kez kaybettik. FIFA sıralamasında hep ilk 10’dayız. Bu sıralamaların gerçeği yansıtmadığı söylenir ama nihayetinde bu hesaplar da belli sonuçlara göre yapılıyor. Sanırım sadece bir dönem ilk 10 dışına çıkmıştık. 4.5 milyon nüfuslu bir ülke için çok büyük bir başarı bu. O yüzden, 1998’deki üçüncülükten yola çıkıp devamındaki takımlara başarısız diyemezsiniz. Oslo’da kaybetti diye herkes teknik direktörü eleştiriyor. Oslo’da herkes kaybedebilir. Almanya, İngiltere... Bu takımlar da orada kaybetti. Ama biz hocayı kovduk çünkü Oslo’da kaybetmiştik. Bir gün belki olabiliriz ama henüz Almanya değiliz. İngiltere’yi iki defa yendik ama İngiltere de değiliz. Hep orada olmak için çalışıyor ve iyi gidiyoruz. O yüzden, Türkiye ve Hırvatistan’ı karşılaştırmak haksızlık.

Socrates Dergi