
Evden Uzakta
15 dk
Profesyonel snooker oyuncusu olmak zor iş. Özellikle de bir Avustralyalı için. 2010 dünya şampiyonu Neil Robertson'dan ilham veren hikâyesini dinledik.
Melbourne’da bilardo kulübü işleten bir ailenin çocuğu olarak, snooker için Cambridge’e gittiniz. Bu nasıl oldu?
Britanya’ya ilk adım attığımda, yıl 1998’di. 16 yaşını yeni doldurmuştum, cebimde sadece 500 sterlin vardı ve küçükken maçlarda giydiğim takım elbise artık dar geliyordu. Arkadaşlarımın ceketini, papyonunu, pantolonunu ödünç alarak çıkıyordum maçlara. Dürüst olmak gerekirse beklediğim kadar iyi de değildim. Pek maç kazanamadım, para biriktiremedim. 1999 yazında bavulumu toplayıp eve döndüm.
“Yeterince iyi olmadığım” düşüncesi bana yetmişti. Antrenman sayısını ikiye katlasam da beş sene süreyle Londra’ya tekrar gidemedim. 2003 yazı benim için dönüm noktası olmuştu. Yeni Zelanda’da bir turnuva vardı: 21 yaş altı kategorisinde Dünya Şampiyonası. 1991’de Ronnie O’Sullivan’ın kazandığı şampiyona. 2003 edisyonuna Mark Allen, Pankaj Advani ve 2002 şampiyonu Ding Junhui gibi oyuncular katılıyordu. Şansım yaver gitti, şampiyon oldum. Hemen ardından da Britanya’ya temelli taşındım.
Ve Joe Perry’yle tanıştınız...
Evet. Cambridge’de her gün antrenman yapmaya başladık. Hep yanımdaydı. Kıran kırana maçlarımız, birbirimize bağırıp çağırdığımız antrenmanlar oldu. Tabii, herkes onu ‘Centilmen Joe’ lakabıyla tanıyor ama bana inanın, bazı günler ortada centilmenlik falan kalmazdı. Havada uçuşan tebeşirler mi dersiniz, yoksa Arsenal haberleri çıkınca (Perry Arsenal, Robertson ise Chelsea taraftarı) aniden hiddetle kapanan televizyon mu… Joe, gönül verdiği takım yüzünden kederli günler geçirdi. Arada sırada hâlâ yanına gittiğimde “INVINCIBLES – 2004 ARSENAL” yazılı gazete kupürlerini karıştırırken görüyorum onu. Bu stresli yaşamdan derhal uzaklaşması lazım.
Peki, karar frame’ine giden meşhur Wuxi Classic finali bu arkadaşlığın neresinde? “En zor maçımdı” der misiniz?
Finalde rakibi ben değil de başka herhangi bir oyuncu olsa maçı izlerken yerimde duramazdım. Joe’nun son sıralama turnuvası finalinin üzerinden 10 yılı aşkın süre geçmişti. Kariyerinin ilk şampiyonluğunu yaşaması için önünde ciddi bir fırsat vardı. Bunu engelleyen ben olduğumda, duygularımı kontrol etmekte zorlandım. Aynı yıl içinde Joe tekrar bir finale çıkıp kupa alınca rahatlamıştım. Yine de, “En duygu yüklü maçımdı” diyemem. Paul Hunter’ın ölümünden altı ay önce, Crucible’da oynadığımız maç benim için en zorlusuydu. Paul çok kötü durumdaydı. Nefes almakta bile zorlandığı o günde, vuruşlara eğilirken çektiği acıyı görebiliyordum. O gün, orada Paul’u yenen kişi olmak istemedim. Son maçı benimle olsun istemedim. Ne yazık ki 2006 Dünya Şampiyonası’ndan sonra bir daha geri dönemedi ve beraber oynadığımız maçtan altı ay sonra yaşamını yitirdi. O yüzden, birlikte oynadığımız son seansın yeri bende çok ayrıdır. O seans ve bir de… Martin Gould’a karşı yaptığım geri dönüşün gerçekleştiği seans. Farklı nedenler, benzer duygu yoğunluğu.
Gould, 2010? 11-5’ten…
13-12. Martin o gün Ronnie O’Sullivan gibiydi. Hatta, ilk seanstaki performansını Ronnie’den izlesek, “Bu adam dahi, nasıl böyle oynuyor?” gibi şeyler yazılırdı. Gould’a yaklaşabilecek gibi gözükmüyordum o gün. Seans arasına gittik. Ardından ne etkiledi, acaba “Ben çeyrek finale gidiyorum” diye mi düşündü, bilmiyorum ama… Her şey değişti. Martin bir anda baskı altına girdi.
Zorluk derecesi çok yüksek potlar yaptım. Mesela skor 12-12’yken cebe gönderdiğim uzun mesafeli kırmızı dün gibi aklımda. Orada kazandığım özgüveni, hafta geneline yaydım ve sonra dünya şampiyonu oldum. Stephen Hendry, “Baskı altında gördüğüm en iyi pot performanslarından biri” demişti. Çok mutlu olmuştum.
Hendry, iki yıl sonra BBC’de yine size dair yorum yaparken “Seri esnasında amatörce davranıyor” demişti. Daha sonrasında bir araya geldiniz, bu konuyu konuştunuz ve ertesi sezon oyun tarihine geçen 100 adet 100’lük seri yaptınız…
Kronolojik sıra tam olarak şu şekilde: Hendry’nin böyle bir şey söylediğini duydum, üzüldüm, sonra bir barda bir şeyler içtik ve ardından çalışmaya koyuldum. Bana orada, “Serideyken düşünme sürecin çok amatörce. Birkaç adım sonrasını hiç hesaba katmıyorsun” demişti. Haklıydı da... Bana bazı yeni antrenman rutinleri gösterdi, tavsiyelerine uymaya gayret ettim ve sanırım işe yaradı. Hendry, biraz Michael Jordan gibi; bazen acımasız olabiliyor ama sürekli kazanıyor.

Yüz adet 100’lük seri rekorunuzu tekrarlayabilen biri çıkar mı?
Emin değilim. Yaklaşan çok fazla yok… Belki Judd? Turnuva sayısı artık çok daha fazla ve Judd da neredeyse hepsinde oynuyor. Eminim rekorumu kırmak istiyordur çünkü hatırlarsınız, yüzüncü 100’lük seriyi onunla oynadığımız maçta yapmıştım ve Judd sonrasında kalkıp elimi sıkmamıştı. Hatta tebrik edişi bile zorlama gibiydi. Bence 100’e ulaşması yine de zor ama deneyeceğinden eminim.
Judd’ın sizin oyununuzu tanımlarken ‘sıkıcı’ ve ‘yavaş’ kelimelerini kullanıyor oluşunu nasıl yorumluyorsunuz? Neden bu tarz açıklamalara gerek duyuyor sizce?
Çıkış yaptığı dönemde sürekli “Yeni Jimmy White” olarak lanse edildi, herhâlde o yüzden… Jimmy’ye benzer bir imaj yaratmaya çalıştı. Çevresinde ona çok iyi örnek olmayan bazı arkadaşları da vardı, mutlaka etkileri olmuştur. Artık daha farklı davranıyor. Hem daha iyi bir oyuncu, hem de daha olgun. Rakiplerini öyle direkt yorumlarla hedef almıyor.
Bana, “Sıkıcı ve yavaş bir oyuncu” dediği maç, 2012 Masters yarı finaliydi. Güvenli vuruş oyunum çok iyiydi ve Judd da kaybedince hâliyle bir hayal kırıklığı yaşadı. Ortalama vuruş sürem de gayet normaldi. Trump’ın eleştirisini o dönemde de pek anlamamıştım çünkü ben, 60-70’lik bir seri yapıp frame’i noktalamak yerine 100’lük seriyle masayı temizlemeye gayret eden biri olduğumu düşünüyorum. Neyse… Olur öyle şeyler. Fazla büyütmemek lazım.
Sıradaki solak dünya şampiyonu için hangi isim öne çıkıyor? Jimmy White hiç başaramadı, tabuyu Mark Williams yıktı, ardından siz ve… Judd Trump? Yoksa Mark Allen mı?
Barry Hawkins’i de unutmamak gerek. Olağanüstü bir Crucible oyuncusu. Judd’ın şansı tabii ki çok fazla. Mark Allen, Zhao Xintong… Çok aday var. Umarım bir sonraki solak şampiyon da ben olurum.
Sağ elinizle oynamayı hiç denediniz mi? Tanık olmadığımız için; Ronnie O’Sullivan ya da Matthew Stevens’ın aksine, ters elle oynamak konusunda çok rahat hissetmediğinizi düşünüyoruz…
Aslında bundan 15-20 yıl önce, sağ elimi yüzlük seri yapabilecek seviyede kullanabiliyordum. Problem şu ki benim sağ gözüm çok baskın. O yüzden istekam hep o tarafa hizalı olmalı. El değiştirerek oynadığım zaman, sol omzumda geçmeyen bir ağrı ortaya çıkıyor. Pek iyi hissedemiyorum el değişimlerinde. Tamamen fizyolojik bir sorun. Rest kullanmak işkence gibi hissettirmediği için de çok ihtiyaç duymuyorum. Ronnie gibi değilseniz, yani sağ elinizle sol eliniz arasında bir fark yoksa, bu işe girmek anlamsız. Mesela Shaun Murphy ters eliyle de oynayabiliyor ama çok iyi bir rest oyuncusu olduğundan denemiyor bile. Judd, yine öyle; bir süre sağ eliyle oynamaya çalıştı ama baktı Ronnie gibi değil, reste döndü. Ben de pes edenlerdenim. Ronnie, biraz karanlık tarafta. Farklı yetenekleri var.

Bu göndermeden güç alarak… Tur’u ikiye böldük diyelim; kim aydınlık tarafta kalır, kim karanlık?
Ben kesinlikle aydınlık taraftayım. Ronnie zaten Darth Vader. Masada sürekli sinirli olduğu için Stephen Maguire da karanlık tarafa yakın. Judd da bana genç Anakin Skywalker’ı hatırlatıyor.
R2D2?
Mark Allen. Yeni filmleri çok sevemedim ama.
Son dönemde ne izliyorsunuz?
The Force Awakens, ilk filmin bir kopyası gibiydi. Oğlumun çok sevmesi dışında bana bir artısı olmadı. Orijinal hikâyeyi seven hiçbir insanın tatmin olduğunu düşünmüyorum. Belki de ben biraz geçmişte kaldım, bilmiyorum. Sonuçta hâlâ Seinfeld, Curb Your Enthusiasm ve Larry David’in alışveriş merkezlerinde araba park etme skeçlerini izleyerek kahkaha atan biriyim. Kramer’ı seviyorum. Marvel okuyorum, Silver Surfer hayranıyım. Başka... Belki Venom? Ya da Deadpool. Stephen Hendry’yle dizi, film vb. zevklerimiz uyuşuyor. Belki sorun buradadır.
Online oyun merakınız Stephen Hendry ile biraz ayrışıyor olmalı…
Muhakkak. Stephen klas biri. Ben League of Legends, World of Warcraft, Warhammer oynuyorum. Alienware bilgisayar aldım bir de. Ayrıca konsolum da var. Bir dönem o kadar çok FIFA oynuyordum ki sabahın ilk ışıklarında kuşların sesiyle başından kalkabiliyordum ancak. FIFA’yı sildim bu yüzden. Yasak koydum kendime. Chelsea’yi alıp kariyere başlamak? Bağımlılık yapıyor.

Jose Mourinho’yu çok seven biri olarak, Chelsea’deki ikinci dönemindeki çöküşü neye bağlıyorsunuz?
Jose’nin her yıl büyük transferlere ihtiyacı var. Hatta her yaz ve ara transfer döneminde, ayrı ayrı. Kulüp bu dönemde ondan genç oyuncuları biraz daha fazla kullanmasını talep etti. Akademiyi işletmek, pek Mourinho tarzı değil. Chelsea’nin yeni dönem politikasıyla daha ilk etaptan fikir uyuşmazlığı yaşadı. Yürümedi.
Antonio Conte iyi bir tercih. Ben Carlo Ancelotti gittiğinde de hiç mutlu değildim. Umarım Antonio’nun macerası Carlo gibi kısa sürmez. Bir şampiyonluktan ziyade, sürekliliğe odaklanmanın zamanı geldi de geçiyor. Anlık başarılarla yeterince kupa aldık. Bazı tesadüflere takılmayalım. Durduk yere Joe Perry’ye malzeme vermeyelim.
‘Tesadüf’ demişken… Ronnie O’Sullivan’ın, “Eğer sadece bir dünya şampiyonluğunuz varsa her şey tesadüf olabilir” sözü, sizi motive ediyor mu?
Burada Ronnie’nin hangi oyuncuyu kast ettiğine iyi bakmamız lazım. O sıralar canını sıkmış, mesela onu yarı finalde elemiş bir oyuncu olabilir mi? Sonuçta iki hafta boyunca, uzun formatta oynanan bir turnuvadan bahsediyoruz. Hadi diyelim ki bir maçın 10 oyununda şanslı oldun. Hepsinde, her an tesadüfler olabilir mi? Ronnie’nin kast ettiği, sadece bir dünya şampiyonluğu kazanıp etrafını süsleyemeyen oyuncular diye düşünüyorum. Mesela 1986, Joe Johnson’ın şampiyonluğu öyle olabilir.
Benim hedefim belli. Tarihte bu oyunu oynamış en iyilerden biri olarak kariyerimi tamamlamak. Britanya dışında snooker oynayanlara ilham vermek; başarılı olmak için İngiliz, İskoç ya da İrlandalı olmanın gerekmediğini anlatmak. Evden uzak ama aslında bir o kadar da yakın. Ding gibi...
Rakamlar, benim tarihteki en iyi ‘deniz aşırı’ oyuncu olduğumu söylüyor ama biliyorum ki ülkem Avustralya’da bunun çok fazla bir geçerliliği yok. Ülkemin spor DNA’sı; beyaz, kırmızı ve renkli toplara bir sopa yardımıyla vurularak kazanılan başarıyı içermiyor.
Bizimkiler daha çok şu sporlarla ilgililer: Tenis, golf, ragbi, netbol, yüzme, sörf, Aussie rules, çim hokeyi, futbol, basketbol, at yarışı, köpek yarışı…
Vegan Hayat
“Peter Ebdon, yüksek ihtimalle aramızdaki en zeki insan. Tur’da daha yüksek IQ’lu birinin olduğunu zannetmiyorum. Vegan diyetine de onun sayesinde başladım. Öğünlerim genellikle şu şekilde: Sabahları tost tarzı ufak bir şeyle güne başlıyorum. Kulüpte antrenmana gitmeden önce de farklı tipte smoothie’ler içiyorum; muz, yaban mersini, çikolatalı süt gibi şeyleri karıştırıyorum. Enerjimi, konsantrasyonumu korumama yardımcı oluyor. Eskiden turnuvalarda çok yorulur ve beşaltı fincan kahve içerdim. Peter tüm denklemi değiştirdi. Onun izinde gidiyorum. Yapmayacağım tek şey, kafamı kazıtmak.”
"Terry 1-1'in üstüne yattı..."
Chelsea’yi Jimmy Floyd Hasselbaink, Eidur Gudjohnsen ve Gianfranco Zola’yla sevdim. 2000’lerin başından beri maç kaçırmamaya gayret ediyorum. John Terry’yle de yaklaşık beş yıldır düzenli olarak konuşuyoruz. Artık arada sırada maçlarıma geliyor, buluşuyoruz. Özellikle Çin’deki turnuvalardaki saat farkı, erken kalktığı için John’un işine geliyor. Arkadaşlığımız, benim Stamford Bridge’i ziyaret ettiğim bir gün yaptığımız pool maçıyla başladı. Ben o dönem bilmiyordum; Chelsea’de futbolcular kendi aralarında pool turnuvaları düzenliyormuş ve John hep birinci oluyormuş. Neyse, biz maça başladık. Çok geçmeden ilk oyunu aldı. Ben de kısa bir süre önce dünya şampiyonu olmuşum, içimden “Bak yenileceksin rezalet çıkacak” diye düşünüyorum. Açılış sonrası ikinci oyunu aldım, tam skor 1-1 oldu… John, “Tamam, yeter bu kadar” dedi ve bıraktı. Skorun üstüne yattıktan sonra da bir daha rövanş yapamadık. Şaka bir yana, iyi oynuyor hakikaten. Belki de benim iyiliğime olmuştur 1-1 bitmesi…