II. Nicolo

14 dk

Bamberg'de yeniden doğan Nicolo Melli için sırada Euroleague şampiyonluğu var. Fenerbahçe Doğuş'un İtalyan yıldızıyla kariyerini, hedeflerini ve Bugs Bunny'yi konuştuk.

Nicolo Melli, ilk profesyonel maçına çıktığında 16 yaşındaydı. 'Harika çocuk' manşetleriyle karşılamıştı onu İtalyan ulusal basını. Beklenti büyük, vakit dardı; zira son podyumunu 2004 Atina'da gören milli takımda Bogdan Tanjevic'in altın jenerasyonu miadını doldurmuştu. Gianluca Basile, Giacomo Galanda, Denis Marconato ve Roberto Chiacig gibi oyuncular artık kabuk değişimi için yerlerini başkalarının almasını bekliyordu.

Dağınık sarı saçlarıyla, çoğunlukla yataktan yeni kalkmış gibi gözüken bu çocuk, ülke basketbolunun geleceği olabilir miydi? Ferdinando Minucci'yi alt etmek için aylarca uğraşan Livio Proli, öyle düşündü. Milano'nun, Z kuşağının iki büyük yeteneği Alessandro Gentile ve Nicolo Melli'yi bir yaz arayla Siena'nın elinden kapmasını sağlamıştı. Andrea Bargnani, Danilo Gallinari ve Marco Belinelli üçlüsü zaten NBA'deydi... Milano; bir zamanlar Bologna, ardından Treviso ve Siena'nın taşıdığı bayrağı devralmaya hazırdı.

Ama planlar tutmadı. Milano'da oyuncular dört sezonda beş farklı antrenörle çalışırken Sergio Scariolo'yla dip nokta görüldü. EL'de sadece üç galibiyet alabilen mega bütçeli takım, ligi dördüncü bitirip play-off ilk turunda elendi. Alessandro Gentile antidepresana başladı, Nicolo Melli de ilerleyen yıllarda "Top olmadan basketbol oynamanız zor" diye tarif edeceği zor dönemler atlattı. 2015 yazında rotayı Bamberg'e çeviren Melli, ikinci hayatına vatandaşı Andrea Trinchieri'yle birlikte giriş yaptı. Basketbolu yeniden sevdi ve sadece iki yıl geçtiğinde, NBA'den gelen garanti kontrata "Pardon, şimdilik düşünmüyorum" diyebilecek konumdaydı.

Ataşehir'de salonun bir köşesinde Scariolo'nun Milano sezonunu kontrol ediyordum ki seslendiğini duydum: "Selam. Biraz erken geldim de... Ağırlık ve şut çalışmıştım. Çok terliyim. Fotoğraf çekimi olacak mı? Bana bir havlu uzatır mısınız?_

Sporcu kökenli bir ailede büyümek nasıldı? Katı kuralları, belirli ritüelleri var mıydı evin?

24 saatin 25'inde spor konuşulurdu. Annem ve babam; eğitime takıntılı, yaşanan olaylardan ders çıkarma refleksi olan bireyler. Her ikisi de aktif sporculuk yaşantıları sonrası alanlarında uzmanlaşmayı sürdürdüler. Annem Julie Vollertsen, seksenlerin ortasında ABD'den İtalya'nın kuzeyine gelmiş, Reggio Emilia'nın voleybol takımına transfer olmuş bir smaçör. 1984 Los Angeles'ta gümüş madalya kazanan ABD takımının üyesi. Babam da tıpkı benim gibi Reggio Emilia altyapısında basketbola başlamış. Bir süre oynamış, sonra bırakmış, tekrar dönmüş. Vakıf işleriyle uğraşmış, televizyonculuk, spor gazeteciliği yapmış... Hukuk okurken bile uzaklaşmamış spordan.

Reggio'nun da parçası olduğu Emilia-Romagna bölgesinin voleybolla özdeşleştiğini ve Modena'nın da sadece yarım saatlik uzaklıkta olduğunu düşünürsek... Neden voleybol değil de basketbol?

Kerakoll Modena'ya kombinemiz vardı aslında. Ailecek hep birlikte voleybol maçlarını izlemek için eve yaklaşık yarım saat uzaklıktaki PalaPanini'ye giderdik. O dönemlerde pek çok sporu denedim. Eskrim, yüzme, futbol, plaj voleybolu, basketbol...

Reggiana altyapısına girişin 1996 yılında oluyor ama... Değil mi?

Evet, babamla birlikte ilk kez beş yaşındayken gitmiştim PalaBigi'ye.

Bunu netleştirmek istedim çünkü arşivden 1997-98 sezonuna ait bir maç dikkatimi çekti. Flavio Tranquillo'yla bir röportajında, kahramanının Mike Mitchell olduğundan bahsetmiştin. Bu durumda Reggio altyapısında oynadığın dönemde, aralarında genç Gianluca Basile'nin de yer aldığı takıma tanıklık etmiş olmalısın. Play-off'ta önce Stefanel Milano'yu eleyen Reggio, çeyrek finalde de Zeljko Obradovic'in çalıştırdığı...

Benetton Treviso'yu geçmişti... Yedi yaşındaydım. Mike Mitchell, Gianluca Basile, Chris Jent ve Marcelo Damiao... Elbette teknik anlamda sahada ne olup bittiğine dair fikrim yoktu. Fakat Mitchell, 10 yıldan fazla süre NBA'de kalmış, kariyer ortalaması 20 sayı civarında bir yıldız olduğundan popülerdi ve Avrupa'ya geldikten sonra da 40'lı yaşlarına kadar Reggiana'da oynamıştı. 'Profesör' Mike' denirdi ona. Odama ne Michael Jordan'ın ne de başka bir basketbolcunun posterini asmıştım. Duvarımda sadece "4 - MITCHELL" vardı.

Öte yandan sanıyorum ki senin bu seriyi hatırlatma sebebin, salonda olup olmadığımı öğrenmek. Maalesef, koç Obradovic'in Benetton'ını geçtiğimiz seride ben PalaBigi'de paspas yapmaya başlamamıştım. Parke silmek için yaşım küçüktü, güçsüzdüm. 10 yaşına kadar, yani kollarım daha güçleninceye dek, salonda takip ettiğim maç sayısı çok azdır.

"13 yaşındayken A Takımın maç kadrosuna girdim. Scavolini-Reggio Emilia maçıydı. Şok olmuştum."

"13 yaşındayken A Takımın maç kadrosuna girdim. Scavolini-Reggio Emilia maçıydı. Şok olmuştum."

'Maç kadrosunda yer alan en genç oyuncu' rekorun pek kırılacakmış gibi gözükmüyor. 2004'te henüz 13 yaşındayken koç Fabrizio Frates'in seni altyapıdan çıkarıp Scavolini maç kadrosuna aldığı günü nasıl hatırlıyorsun? "Hey, Nicolo. Kadromuzda sakatlar var, malum. 15-18 yaş grubundan biri yerine seni seçtik çünkü..." gibi bir konuşma yapmış olmalılar...

Açıkçası, koç Frates'ten uzun süre bu konuya dair bir şey öğrenemedim. Daha sonraki bir röportajında, "17-18 yaşındaki vasat oyuncuları maç kadrosuna alıp takımla ödüllendirmek yerine, gelecek vadeden ve çok çalışan 13 yaşındaki bir çocuğun hayat tecrübesi kazanmasını yeğlerim" demiş. Epey geç haberim olmuştu. Olayın zaten şöyle komik bir yanı var; ben o hafta sonunda arkadaşlarımla dağa çıkmayı, kamp yapmayı düşünüyordum. Ekim ayındaydık ve sonbaharın belirli haftalarında böyle planlar yapardık hep. Cuma günü akşam saatlerinde altyapı koçum Max Olivieri'den eve bir telefon geldi.

"Nicolo, eğer hafta sonu bir işin yoksa Pesaro'ya gidiyorsun. Takımda çok eksik var. Frates, Scavolini maç kadrosunda senin olmanı istiyor."

İlk etapta, "Neden?" diyemedim tabii. Dağda kamp yapmak güzel bir plandı ama 13 yaşında profesyonel bir takımın parçası olma ihtimali çok daha çekiciydi. Önce, babamın konuşmasını bekledim. "Max benimle dalga geçiyor baba. A takım kadrosuna giriyormuşum. Scavolini deplasmanına gelmemi istiyorlarmış" diyerek telefonu ona devrettim. Babam onaylayan gözlerle bana bakarak başını salladı. O an çok heyecanlanmıştım ve hemen formamı düşlemeye başladım.

"...VE NICOLO MELLI, MEMLEKETİNİN TAKIMI REGGIO EMILIA ADINA İLK KEZ SAHADA!"

Elbette yüzde 99 ihtimalle süre almayacağımı biliyordum. Buna rağmen, forma mevzusu önemliydi. 13 yaşındaki bir çocuğun ilk formasının arkasında başka birinin isminin yazmasını istememesini anlayışla karşılarsınız... Neyse, ısınmaya çıktım. Gözüm bir yandan kenarda, sırtında isim yazmayan formalara bakıyorum. İki tane ayrılmış kenara. Düşünüyorum... Frates'in rotasyonu en fazla dokuz kişilik. Bu durumda üç kişiden ikisi arkası isimsiz forma alacak; birine de 8 numaralı, Sam Hines'ın forması kalacaktı. En istemediğim senaryo. Takımdaki en genç oyuncudan beş yaş küçük olduğum için tabii ki o forma bana verildi.

Son bir çabayla, 13 yaşındaki bir çocuğun yapması gerekeni yapıp malzemecinin yanına gittim. Bu kez, koç Frates konuşmamı duymuştu.

— Ya, şey, bir bakar mısınız? Şu formanın arkasına bant yapıştırabilir miyiz?

— Nicolo, merak etme. Kimse Sam'le forma değişmek istemeyecektir. Çık ve şut at. Forma işi öyle kaldı. Halledemedik. Maçta da tabii ki süre almadım...

Ulusal basında isminin sıklıkla anılmaya başlandığı dönemlerde üzerinde baskı hissediyor muydun? Örneğin, Ettore Messina'nın 40 yıllık arkadaşı ve sağ kolu Giordano Consolini, senin hakkında hazırladığı raporda, "Basketbolumuzun geleceği" tanımını kullanmış. O periyotta biraz uzaklaşmak için NCAA'i hiç düşünmedin mi mesela?

Ailemin yaklaşımı bana hep yardımcı oldu. Aralarında UCLA'in de bulunduğu birkaç kolejin beni takip ettiğini biliyordum ama teklifler hiçbir zaman resmî mektup seviyesine gelmemişti. Bir kere, ben profesyonel kontratımı 15 yaşında imzalamıştım ve daha liseyi bitirmeme üç yıl kaldığı hâlde para kazanıyorken zaten NCAA'e gidemezdim. Reggio-Emilia'da ailemle birlikte hem basketbol oynayabileceğim hem eğitimime devam edebileceğim bir yapı hâlihazırda oluşmuştu. Bir alternatif yaratma gereği duymadım. Evet, belki o dönem çok erken medya karşısına çıktığım için beklentiler artmıştı ama bunlar benim için hiçbir zaman problem değildi.

"Tomasso Ingrosso'yla birlikte 2006 Milano Jordan Camp'in MVP'si seçilmiştim. Ödülü teslim alış anım çok komikti."

"Tomasso Ingrosso'yla birlikte 2006 Milano Jordan Camp'in MVP'si seçilmiştim. Ödülü teslim alış anım çok komikti."

2006'da Michael Jordan'la tanıştığın Milano kampından bir basın toplantısı var. Orada MJ'e sorduğun Space Jam sorusunu açıklığa kavuşturabilir miyiz?

En az, 13 yaşında kendime ait formam olmasını isteyişim kadar sürükleyici bir hikâyedir. Öncelikle basın toplantısından daha erkene, ödül törenine gitmem gerek. Tommaso Ingrosso (Siena altyapısı çıkışlı. Şu sıralar 2. Lig'de forma giyiyor) ile birlikte 2006 Milano Jordan Camp'in MVP'si seçilmiştim. MJ'yle birlikte fotoğrafçıların karşısına geçtik. Ödülü teslim alış anında bir fırsat yakaladığımı düşündüm ve fısıldayarak "Bay Jordan, siz annemi tanıyor olabilirsiniz. Julie Vollertsen; 1984'te Los Angeles Olimpiyat Oyunları'nda basketbol milli takımıyla aynı kampta hazırlanan voleybol kafilesinin bir parçasıydı" dedim. Yetmedi; o esnada ödül törenini üst kattan izleyen annemi Jordan'a işaret ederek, "İşte kendisi orada. Bakın, üst katta. Tanıyor olabilirsiniz belki" diye seslendiğim anda MJ dönüp baktı.

Anneme el salladı. "Aaa evet, anneni hatırlıyorum" dedi. Ama tabii ki bu beni mutlu etmek için söylenmiş bir beyaz yalandı. Farkına varamamıştım ve o yıllarda Michael Jordan'la arkadaş olan havalı bir annem var diye düşünüyordum. Jordan, tabii ki annemi hatırlamıyordu. Neden hatırlasın ki?

Space Jam?

Ah, pardon. Ödül töreni sonrasında yapılacak basın toplantısında da Jordan'a ikinci sorumu yöneltme şansım oldu. Milano'daki kampa davet almış her genç oyuncunun MJ'e bir soru sorma hakkı vardı. Ben sıranın en sonlarındaydım. Başladılar... "Michael, o şutu nasıl soktun? En özel yüzüğün hangisi? Favori takım arkadaşın kim?" gibi klişe sorular. Yanlış anlamayın, eleştirmiyorum... Ben sadece böyle klasik bir soru yöneltmek istemiyordum, kafam karışıktı. Toplantı salonunda aramızda konuşurken arkadan birinin, "Bugs Bunny'yle alakalı bir şeyler mi sorsak?" dediğini duymuştum. Sıra bana geldi...

"Bay Jordan, merhaba. Ben şunu merak ediyorum... Bugs Bunny ile basketbol oynamak nasıldı? Oyununu nasıl buluyorsunuz?"

Şok olmuştu. "Porky Pig'le oynamak daha kolay. Bugs eğlenceli ama o kadar yetenekli değil. Domuzcuk ise işinde bir usta" gibi bir espri yaparak sıyrıldı işin içinden. Evet, işte bizim ilişkimiz de böyle... Michael'la birlikte vakit geçirdiğimde mutlaka Domuzcuk, Tazmanya Canavarı ve Tweety'nin son durumunu konuşuruz. Hep böyledir.

Milano kampında MVP seçildikten bir yıl sonra Michael Jordan'dan bu sefer Madison Square Garden'a gelmen için davet aldın, değil mi?

Evet. Bu kez Bugs yoktu ama... Daha sakindi.

Andrea Trinchieri Anlatıyor

“Bamberg’de bir konsept yaratmak istedik. Bu neydi? Oyuncularla birlikte büyümek… Kıta genelinde böyle bir şöhretimiz oluştu. Gelişmeyi hedefleyen oyuncular; bize gelmek istediler, biz de onlara sorumluluk verdik. Birbirlerine meydan okumalarını sağladık. Nicolo Melli ve Daniel Theis’ı ele alalım örneğin… Theis, motive olması için üzerine gitmeniz gereken bir karakter. Onu geliştiren faktörlerden biri, Nicolo’nun gerisinde kalışı oldu. Birlikte antrenman yapmaya başladıkları ilk yaz Nicolo; bir elinde sigara tutup diğer eliyle savunma yaparak bile Daniel’i durdurabilirdi. Theis, çok çalıştı ve aslına bakarsanız bir sene sonra yaz kampına geldiğinde, Melli’ye karşı avantaj sağlamıştı. Birbirlerini yukarı çektiler…”

Alessandro Gentile ve Achille Polonara'yla birlikte 1991-92 jenerasyonlarının en gözde oyuncusuyken Milano'da beş sezonu aşkın süre hep sınırlı rollerde kalman, kariyerini ne denli sekteye uğrattı sence? Gentile erkenden bir şans elde etti, kullanamadı. Polonara daha farklı bir yol çizmeyi denedi ama o da bir türlü Euroleague seviyesine çıkamadı...

Bazen merak ediyorum; "Acaba ülke dışına daha erken çıksam ne olurdu?" diye... Burada kimseyi suçlamak niyetinde değilim. Mega bütçelerle sezona giren, büyük hedefleri olan takımlarda ortalama 18-20 dakika sahada kalmak da bir deneyim. Hayatım boyunca buna da devam edebilirdim, Milano'da kalma şansım vardı. Brose ise bana farklı bir olanak sundu. Artık farklı yöne adım atma ihtiyacı hissettiğim noktada, bir Euroleague takımının planlarının merkezinde yer alabilecektim.

Andrea Trinchieri, hem Cantu döneminde hem de UNICS'te forvetten oyun kurmayı önemseyen ve sahada topa yön veren en azından iki ana arterin olmasını isteyen bir koç görüntüsü çizmişti. Chuck Eidson, Kostas Kaimakoglou, Vladimir Micov ve Maarten Leunen'in içinde bulunduğu örnekler çoğaltılabilir... Milano'da beş sezonda toplam 54 asist yaptığın bir düzenden, iki sezonda 130 asist barajını geride bıraktığın yapıya geçişini nasıl anlatırsın?

Andrea ne istediğini biliyordu. 2015 yazında konuştuğumuzda, bana hücumun merkezinde olabileceğimi anlattı. Milano'dan ayrıldığımda 105 kiloydum, ağırlık çalıştım ve 112-113'lere geldim. Koç beni sadece 4 numara değil, kısa beşin pivotu olarak da kullanabildi. Bunda güçlenmemin büyük payı var. Koç Andrea Trinchieri ve genel menajer Daniele Baiesi... İkisiyle de ana dilimi konuşabildiğim için şanslıydım. Temelde çok basit bir mantık var. Topa sahip değilseniz asist yapamazsınız. Brose'de hem yüksek hem de alçak postta topla buluşup oyuna yön verebilen bir konumdaydım. Milano'da maalesef bunu gösterme şansı yakalayamamıştım.

Brose'de geçen yıl, kazananın üç ya da daha az farkla tayin edildiği yedi maçın altısını kaybetmiştiniz. Neden böyle bir süreçten geçmiş olabileceğinize dair teorin var mı?

Endişe verici bir durumdu. Vakit geçtikçe de daha kötüye gitti. Açıkçası nedenini bilmiyorum ama Euroleague'de yaşadığımız o kayıplar, Almanya Ligi playoff'unda başarıya ulaşmamız yolunda çok önemliydi. Edindiğimiz kötü tecrübeleri sezonun son aylarında avantaja çevirdik.

Neyse ki o günler geride kaldı ve şu sıralar hepsini kazanıyor gibisin...

Ah, böyle dememen gerekirdi! Ben İtalyan’ım. Şimdi izninle salonun parkesine, yani tahtaya vurmam gerek

Milano'dan Bamberg'e geçişinde Andrea Trinchieri'nin etkisini anlatmıştın. Peki ya geçen yaz? Atlanta Hawks'ın teklifine rağmen Fenerbahçe Doğuş'u tercih ederken aklında hangi hedefler, hangi öncelikler vardı?

Euroleague şampiyonluğu. Koç Obradovic'in kazanma alışkanlığını biliyorum ve açıkçası yazın teklifleri değerlendirirken Fenerbahçe Doğuş, diğer tüm opsiyonlardan ağır bastı. Barcelona'yla görüştüm, Sito Alonso'ya ve Barcelona organizasyonuna bir kez daha teşekkür ediyorum... Beni kadrolarına katabilmek için çok çaba sarf ettiler.

Avrupa'da kalmayı seçip Atlanta'yı reddedişini biraz Luis Scola'nın kariyer rotasına benzetebilir miyiz? NBA onun için de bir öncelik değildi ve okyanus ötesine gitmek için 27 yaşına kadar beklemişti...

NBA'i bir takıntı hâline getirmiyorum. Olursa olur, olmazsa olmaz... Atlanta'da garanti kontratla çok daha fazla para kazanabilecekken Fenerbahçe Doğuş'u tercih ettim. Kısa vadede bu konuya bakış açımın çok değişeceğini sanmıyorum. Avrupa basketbolunu seviyorum. Buranın bir parçası olmak, kazanma odaklı hareket etmek hoşuma gidiyor.

Hukuk: Babam avukat. Ben de Milano'da basketbol oynarken Universita Cattolica'nın hukuk fakültesinde devam etmeye çalışmıştım ama tabii ki birlikte yürümedi.

Lucio Dalla: Hayatımda yeri çok özel. Aynı büyükannem gibi, 4 Mart 1943 doğumlu. Öldüğü gün çok üzülmüştüm. Dalla haricinde LigaBue'yi, Correnjo'yu severim.

La Vita e Bella: En sevdiğim film. Roberto Benigni hayranıyım.

Gigi: Pero Antic'in saçlarını kesmesine sevindim. "Nihayet" diyebilirim bu gelişme karşısında... Çünkü o at kuyruğu falan... Biraz fazla olmuştu artık. “Şampiyon olursak Datome'nin sakalını keseceğim” demiştim. Bu tabii ki bir şaka, bir erkeğin sakalına asla dokunmam. Ya da dokunabilir miyim? Bilmiyorum...

EuroCamp: Maurizio Gherardini'nin direktörlüğünü yaptığı üç farklı yıl kampa katıldım. 2008, ilk seferimdi. Nicolas Batum, Goran Dragic, Serge Ibaka gibi benden en az üç yaş büyüklerle birlikteydim Treviso'da. Olağanüstü bir deneyimdi. Ronaldo: Inter taraftarıyım ve formasına sahip olduğum tek futbolcu,

Ronaldo: Gerçek, orijinal olan... Bu röportajı okuduğuna ve benim fikrime önem verdiğine eminim; o yüzden Cristiano, senden de özür diliyorum. Kusura bakma. Daima, El Fenomeno...

Zeljko Obradovic'in, "Oyuncuma bağırmıyorsam ondan umudu kesmişimdir" felsefesine adaptasyonun nasıl gidiyor? İlk günler zorlu muydu?

Yetişkin insanlarız, tabii ki bazen hoşunuza gitmiyor. Bu da çok doğal. Bence günün sonunda hepimizin aynı gemide olduğunu anlamak önemli. Hepimiz Euroleague şampiyonu olmak istiyoruz. Bazılarımız bunu ilk kez yaşamak istiyor, bazılarımız da onuncu defa...

Obradovic'in anlayışında değişmez kural, herkesin çaba göstermesi. Antrenmanda eforu görmek istiyor ve bu da benim için hiç problem değil. Hayatım boyunca antrenman temposuna dair asla zorluk çekmedim. Ayrıca, basketbolla günlük yaşamı çok keskin bir bıçakla ayırabilmesi hoşuma gidiyor. Maçtan sonra salondan çıktığımızda, bir de o gün kazanmışsak... Çok komik ve belki de insanların çok bilmediği eğlenceli yüzünü gösteriyor. Koçun akşam yemeğiyle ertesi sabah idmanı arasına mesafe koyup ikisine birbirinden tamamen bağımsız bakabilmesi gerçekten güzel.

Koçun teknik açıdan senden beklentileri neler? Brose'de net bir görev tanımın vardı, burada eşleşmeler ve günlük rotasyonlar daha belirleyici gibi...

Tabii dört numarada benim oynamamla Jan Vesely'nin sahada olması arasında büyük farklar var. Klasik cevap, alan paylaşımı ve saha yerleşimi tabii ki bu durumda daha farklı oluyor... Jason Thompson klasik bir NBA uzunundan farklı, atletizminden ziyade başka özellikleriyle de ön plana çıkabiliyor. Üçümüz de farklı tipte uzunlarız ve koç da rakibe, eşleşmeye göre rotasyon tercihini yapıyor. Ama ne olursa olsun, sahada olduğum her an, bu takımın önemli bir parçasıymış gibi hissediyorum.

"Koçun akşam yemeğiyle ertesi sabah idmanı arasına mesafe koyup ikisine birbirinden tamamen bağımsız bakabilmesi gerçekten güzel."

"Koçun akşam yemeğiyle ertesi sabah idmanı arasına mesafe koyup ikisine birbirinden tamamen bağımsız bakabilmesi gerçekten güzel."

2016 Berlin Final Four'da Viktor Khryapa'nın hücum ribaundu....

Ah, bu konuyla alakalı çok hikâye duydum.

Sahi mi? Ben de CSKA-Fenerbahçe eşleşmelerindeki psikolojik üstünlüğün taraf değişimini ve senin Moskova deplasmanında maçı kazandıran basketini hatırlatacaktım..

O gün telefonum ve sosyal medya hesaplarım kilitlendi, biliyor musun? Görülmemiş bir şey. Moskova'dan dönerken açılmadı telefonum. İki gün boyunca, her saniye bildirim geliyordu sosyal medyadan. Resmen kendi telefonumun fonksiyonlarını kullanamıyordum.

CSKA, Avrupa'nın en komple takımı. 1 numara, onlar. Elbette normal sezonda Moskova'da kazanılmış bir maçın önemi var... Fakat bunun Viktor Khryapa'nın aldığı ribaundla, Fenerbahçe'nin o Final Four'da yaşadığı travmayla hiçbir bağlantısı yok. Bugün, herhangi bir maçta rakibi box-out etmekte yetersiz kaldığımız bir an olsa, Viktor Khryapa'nın ismi hemen telaffuz ediliyor.

Şimdi düşünüyorum da... Hemen değiştirelim iki basketi. O dönemde Fenerbahçe'de değildim ama olsun... Ben, son saniye basketini atmamış olayım. Fenerbahçe'nin müzesine bir kupa fazladan gelir. Kötü mü?

"Melli çık! Hayır, Melih sen çık!"

Her iki maçtan birinde bu krizi yaşıyoruz. En son Beşiktaş maçında yine oldu. Malum, koç Obradovic'in bağırdığı bir anda kaptan Melih Mahmutoğlu'nun ismiyle benim soyadımın karışması çok muhtemel. Beşiktaş maçında, koç, "MELIIIIIIIIIH OUT" diye bağırdığı bir anda Melih'le birlikte sahadaydık. Ben kenara doğru geldim, beni iterek, "Hayır Melli, sen değil. Melih, Melih! Mahmutoğlu, sen gel!" diye bağırdı. Yani aslında bizde de biraz salaklık var. Saha içindeki karışma durumunun yanında, bir de gidip bench’te birbirimize yakın oturuyoruz. Koç, eğer uzak otursak, ikimizden biriyle rahatça göz kontağı kurabilecekken bu şansı tanımıyoruz ona. Bizim de daha akıllı olmamız lazım...

Socrates Dergi