No. 9

16 dk

Davor Suker, muazzam yeteneği ve gol kabiliyetiyle birkaç nesli büyülemişti. Federasyon başkanlığı görevinden sonra ikinci emekliliğinin tadını çıkarma turlarında olan efsane 9 numarayı ABD'ye uçmadan birkaç saat önce yakaladık.

Sabah 07.30 suları… Caner Eler ve benim gibi ancak geç saatlerde uyumayı becerebilenler için fazla erken bir saat. Bizi bu saatte İstanbul'da yollara düşüren de bir başka ortak noktamız. İspanya'da Sevilla ve Real Madrid formasıyla yaptıklarının üzerine bir de 1996 ve 1998'de damalı Hırvatistan formasıyla gözümüzün pasını defalarca silen Davor Suker. Son olarak Hırvatistan Futbol Federasyonu Başkanı sıfatıyla, 2018'deki başarıda bir kez daha sahneye çıkan efsanenin, yeni havalimanında kaldığı otele ufak bir rötarla ulaşıyoruz. Röportaj pek de hoş bir cümleyle başlamıyor: "Yirmi dakikamız var!"

O zaman 1998'le başlayalım…

Balkanlardaki savaştan sonraki en önemli spor olayıydı. Savaştan sonra oynama fırsatı bulduğumuz ilk Dünya Kupası'ydı aynı zamanda. Euro 96'yı iyi oynamıştık ama savaş nedeniyle hayal kırıklığı vardı. Boban, Prosinecki, Asanovic, Boksic, Jarni… Bu jenerasyon 1992, 1993 ve 1994'ü kaçırdı. Sevilla'da oynarken ne ülkemi ne de milli takım arkadaşlarımı ziyaret edebiliyordum. Bu, o zamanlar için çok zordu, moral bozucuydu ama bence sonrası için bizi daha güçlü yaptı. Tabii bütün bunlardan sonra Avrupa Şampiyonası veya Dünya Kupası'na gittiğinizde büyük beklentiler oluyor. Teknik direktörümüz 'Ciro' Blazevic'in "1998 Dünya Kupası'nı kazanan siz olacaksınız" dediğini hatırlıyorum, "Ne diyor bu adam!" demiştik. O dönem en iyi maçlarımızı da büyük ülkelere karşı oynamıştık: Almanya, İspanya, İtalya, İngiltere… Hiç korkmadık. "Ne kaybedebiliriz ki? Ama kazanma şansımız var!" Bu mantaliteyle sahaya çıktık. Küçük ama bir şeyler vadeden her ülkeye de aynı yoldan gitmelerini tavsiye ederim. Futbolda 11'e 11'sin, her şey sahada belli olur!

Biraz Şili'deki 1987 Gençler Dünya Şampiyonası ile ilgili konuşmak istiyorum. Zvonimir Boban, bir söyleşide "Her takımla mücadele edebileceğimizi orada gösterdik" demişti...

Biraz kibirli olacağım… Eğer okulda sınıflar arası maçlarda dahi kazanan olursanız en büyük siz olursunuz. Sokakta oynarken kazanırsanız da aynısı geçerli. Bence büyük turnuvaları oynarken de düşünce bu olmalı.

Ben henüz Osijek'te oynuyordum o yıllarda, Şili'ye gittiğimizde elli bin seyirci önünde oynamaya başlamıştık. Vuvuzelalar… Onları hatırlıyorum, stadyumların önemli bir parçasıydı ve ilk orada duymuştuk. Soyunma odasındasınız ve o gürültüyü duyuyorsunuz. İnanılmazdı. Ama bence o deneyimin bize en büyük katkısı, büyük sahneye adım atmamızı sağlaması oldu. Birçok oyuncu önemli Avrupa kulüplerine gitti. Harikaydı. Başka ülkeye, başka bir kıtaya seyahat etmek, dünya şampiyonası deneyimi kazanmak çok mühimdi ama eski Yugoslavya'daki okul sisteminin ve yetiştirme stilinin başarıyı getirdiğini unutmamak lazım. İyi antrenman yaptık, inancımız hep yüksekti. Ondan sonra A, B, C sınıflarına karşı oynamakla Şili'de oynamanın farkı yoktu. Başarının nedeni buydu.

Maradona'yla aynı sahada olmak nasıl bir şeydi? Sevilla'daki maçlarınızı izlerken aynı dili konuştuğunuzu fark ediyor insan…

Sanırım 1993'tü… Burada, Galatasaray'a karşı da oynadık. Harika bir insandı ve onunla oynamış tek Hırvat futbolcu olmaktan da gurur duyuyorum. Oyununu izlemek, onunla antrenman yapmak, aynı sahaya çıkmak, otobüse gitmek, şakalaşmak… Hepsi bana keyif verirdi. Vücudunun herhangi bir yeriyle topu istop ettiren ve onunla istediğini yapabilen bir insandı. Bir gün bana şunu demişti: "Davor, sağı solu izleme, koş! Ben topu senin önüne atacağım." Cidden -sanırım Valencia maçıydı- sadece topu bana doğru itti… Aramızdaki büyünün en güzel örneği; ben diğer partnerlerimle oynarken biraz egoist bir oyuncuydum ama Maradona'yla oynarken öyle olmadım. Pele'yi de izledim, birçok büyük oyuncu gördüm ama benim için bir numara Maradona'dır.

Sizin gollerinizi sadece yetenekle tanımlayamayız bence, hayal gücü de çok önemli. Golden önce golü düşünme ya da ona göre pozisyon alma durumu var…

Evet, topu hissetmek. Bakın çok önemli bir şey var, antrenmanda ne yaptıysam sahada da onu uyguladım. Aynı şekilde çocukluğumda okulumun bahçesinde de… Oynamaya çıktığımda neresi olduğu önemli değildi. Saint-Denis, Bernabeu, Camp Nou, Vodafone Arena… Benim mantalitem şuydu: "Her gün yaptığın şeyi bir kez daha yap." Tabii Old Trafford'da biraz daha iyisini yapmak fena olmaz. Milli takım arkadaşlarımı da hep rahatlatırdım, maçtan birkaç gün önce golleri atmaya başlardım ve bir gece önce "Yarın kazanacağız" derdim. Milli takım rekoru 45 golle bende hâlâ. Bu da müthiş bir şey.

Çok farklı golleriniz var. Peter Schmeichel'a attığınız gol, tek vuruş, korner, frikik… Dikkat çekici bir çeşitlilik.

Bugünkü çocuklar çalışmalı, kendilerini geliştirmeli ve kendilerine yatırım yapmalılar. Elbette Tanrı sağ olsun, yetenek veriyor. Sol ayağım 'joystick' gibiydi. İstediğimi yapabilirdim. Ama bunun için de zaman harcaman lazım. Futbol McDonald's değil! Burgerin üç dakikada önüne gelmez! Futbol bir okul ve devamlı kendini geliştirmen, arkadaşlarını, çevreni dahi kontrol etmen gereken zor bir iş.

Türkiye'de birçok eski futbolcu, eskisi gibi yeteneklerin çıkmadığını söyler futbolda. Katılır mısınız?

Her on yılda bir futbol değişir. Kaliteyi öğretemezsin ya da bir dükkâna gidip satın alamazsın. Ama elbette futbol bir takım oyunudur ve antrenörler başarı için doğru kararlar vermelidir. Ama o zamanlar büyük yerlere gelmek daha zordu. Şimdi bir çocuk iyi bir maç oynadığı anda 'Yeni Maradona' demeye başlıyorlar! Yapma dostum! Evet futbol değişti, bu doğru. Yıldızlar da…

Birkaç gün önce Dino Zoff'un bir röportajını izledim. Juventus'a transfer olduğunda "Juventus kalecileri yer" yorumunu defalarca duyduğunu söylüyordu. Benzerini Real Madrid ve santrforlar üzerinden de kurabilir, hatta "Real Madrid, santrforları öldürür" diyebiliriz. O baskı nasıl bir şey?

Baskıyı hissetmedim diyemem, baskı vardı. Eğer 9 numaraysan istatistik yapmalısın. Ben her zaman rakamlarla kendimi savundum. Birisi beni beğenmiyor mu? "Onun sağ ayağı kötü, sadece sol ayağını kullanabilir…" Tamam, rakamları getirelim! Her yıl kaç gol atmışım? Eğer 9 numaraysan İncil'in budur: "Bir yılda kaç gol attın?" Yoksa elbette baskı vardı. Bernabeu'da herkes ilk yirmi dakikada maçın 2-0, 3-0 olmasını istiyordu. Ama bu Fenerbahçe'de de Beşiktaş'ta da Galatasaray'da da böyledir. Herkes ilk saniyeden golü istemeye başlar. Dediğim gibi ben çocukluğumda baskıyla baş etmeyi; kendime, vücuduma güvenmeyi öğrenmiştim. Kendini tanıman önemli. Şu an mesela… Kabiliyet açısından oynayabilirim ama fiziksel açıdan oynayamam. Belki bir penaltı atarım…

Penaltı demişken… Türkiye'de sizi 2000 UEFA Finali'nde kaçırdığınız penaltıyla hatırlayanların sayısı da az değildir.

Türk insanının beni çok sevme nedeni de bu sanırım. Patrick Vieira ve ben penaltıyı kaçırdık. Olabilir, oyunun bir parçası. Size soruyorum, hangi oyuncu penaltı kaçırmaz? Soyunma odasında antrenör "Kim penaltı atmak istiyor?" diye sorduğunda "Ben değil!" diyerek saklanacak yer arayan. Hiç kaçırmaz hem de. Kaçırdığımdan daha çok atmışımdır ama kaçırmak da oyunun bir parçası. Her şey oyuna ait; 0-0 hariç. 0-0'dan nefret ediyorum, futbola ait sevmediğim tek şey!

"Size soruyorum, hangi oyuncu penaltı kaçırmaz? Soyunma odasında antrenör 'Kim penaltı atmak istiyor?' diye sorduğunda 'Ben değil!' diyerek saklanacak yer arayan."

"Size soruyorum, hangi oyuncu penaltı kaçırmaz? Soyunma odasında antrenör 'Kim penaltı atmak istiyor?' diye sorduğunda 'Ben değil!' diyerek saklanacak yer arayan."

Çok iyi oyuncularla oynadınız. Real Madrid'deki partnerleriniz de büyüleyiciydi: Mijatovic ve Raul.

En uçta üç oyuncuyla oynuyorduk. O dönem önemli olan neydi, biliyor musun? Yine istatistiklere bakalım: Barcelona gol kralı Ronaldo'ya sahipti. Sanırım 32 gol atmıştı (34). Ben 24 gol atmıştım ama biz şampiyon olduk. Çünkü Barcelona'nın hücumları Ronaldo'ya bağlıydı. Bizde Raul da yirmi golden fazla (21) atmıştı, Peja da çok gol (14) kaydetmişti.

Real Madrid'de Şampiyonlar Ligi kazandınız. Kulübün de otuz küsur yıl sonra kazandığı ilk Kupa 1'di aynı zamanda. Grup aşamasında iyi başlasanız da eleme maçlarıyla birlikte, finalde de pek şans bulamamıştınız. Bu, kötü bir anı olarak mı kaldı sizde?

Evet, final maçında oynamadım. O zaman antrenör, Morientes'ten yana kullandı tercihini. Ama takımın parçasıydım, önemli olan bu. Tabii ki sahada olup kupayı getiren golü atmak en güzeli. Mesela Hollanda maçında durumu 2-1 yapan golüm, hayatımın en güzel ânı. Turnuvadaki altı golüm aynı şekilde. Ama futbolun içinde kenarda oturmak da var. İlk 11'de oynamasan da hiçbir şey bitmez, yine de katkı vermek zorundasın. O sene de yeterince katkı vermiştim gollerimle. Finalin son dakikalarında oyuna girdim, yapacak bir şey yok, hayat bu! Ama Peja'nın golü, sonra ayağa kalkıp etrafa bakınması… O gece çok mutlu olmuştuk.

1998, hayatımın en güzel yılıdır. Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, Tokyo'da Intercontinental Cup zaferi, Dünya Kupası'nda üçüncülük, altı gol ve Altın Ayakkabı… Eğer biri bana 1998'in Ocak ayının ilk gününde, "Bunları bunları kazanacaksın" deseydi inanmazdım.

"1998, hayatımın en güzel yılıdır. Eğer biri bana 1998'in Ocak ayının ilk gününde, 'Bunları bunları kazanacaksın' deseydi inanmazdım."

"1998, hayatımın en güzel yılıdır. Eğer biri bana 1998'in Ocak ayının ilk gününde, 'Bunları bunları kazanacaksın' deseydi inanmazdım."

Ballon d'Or'da da ikinci olmuştunuz…

Evet evet!

Hırvatistan, 1996'da da iyiydi ama kimse "Kazanmalılardı" demedi. Ama iki yıl sonra -ki ben de bunu dedim- "Kazanmalılardı" diyen birçok kişi vardı. O iki senede ne değişti?

Başta da dediğim gibi, tam dört yıl uluslararası sahneden uzaktık. 1994 elemelerini oynayıp ABD'ye gittiğimizi düşünün… Euro 96'da çok daha güçlü sahaya çıkabilirdik. Ben "Şampiyon olurduk" diyenlerden değilim, sık milli maç oynamanın önemini anlatmak istiyorum. Milli takımda zamana ihtiyacınız vardır. Yanlış anlamayın, bu milli takım antrenörleri için de geçerlidir. Almanlara bakın! Siz, biz biraz daha agresifiz; bir maçta dünya şampiyonu oluyoruz, öbür maçta dünyanın sonu geliyor. Bunu değiştirmeliyiz. Ben federasyon başkanıyken üç antrenör değiştirdim. Üçü de arkadaşımdı ve çok zordu bu kararları vermek. Kovac'ı, Stimac'ı görevden almak zorunda kaldım. Baksana; aynı soyunma odasını, gözyaşını, hayatı paylaştığım, birlikte kavgaya gittiğim adamlar! Ama karar alındığında uygulamak zorundasın.

Tekrar 1998'e dönecek olursak; 1996 katılımı ve sonra da 1998'deki üçüncülükle evi temelinden inşa etmeye başladık, 15. kattan değil. Yirmi sene sonra ikinci olduk, yine Fransa'ya karşı kaybettik. 'İnşallah' 2038'de dünya şampiyonu olacağız…

Bunun için başkan olduğunuz dönemde projeler ürettiniz mi?

Aynı yatırımları yaptık. Aynı seviyelerde. Kilit nokta şu Hırvatistan'da; 15 ve 17 yaş altını tamamladıysak 12 yaş altını, okul turnuvalarını, yerel turnuvaları araştırmaya başlarız. Matematik kesindir ve istatistik size her şeyi gösterir. Hırvatistan formasıyla Avrupa şampiyonası veya dünya kupası oynayan oyuncuların yüzde 95'i 12, 15, 17, 19, 21 yaş altı milli takımlarda oynamıştır. Bu da harika çalıştığımızı gösteriyor. "Bir antrenör getirelim ve her şeyi bir günde değiştirsin" inancı bizde yok. Federasyon bir plan yapar ve bir tek insan da o planı değiştiremez. Benim başkanlığımda da bu işledi. Daha fazla yatırım, daha fazla gözetim ve daha fazla maç oynamak kilit noktaydı.

2018 Dünya Kupası takımı iyi bir ekipti. Federasyon başkanlığınızda final oynadılar. Ama 1998'de üçüncü olan takım bizim için biraz daha özeldi. Siz nasıl mukayese edersiniz?

Mukayese edemezsin. Ayakkabıdan tutun da antrenman imkânlarına kadar her şey değişti. Bizde telefon yoktu ama şimdi herkes PlayStation oynuyor. Şimdi insanlar otele gittiğinde ilk sorusu "Yemekler nasıl?" değil, "Wi-Fi yüksek mi, düşük mü?" oluyor.

O takımla ilişkileriniz bugün de iyi mi?

Aynı gemideysen, on yıl birlikte yaşamışsan… 1990'larda Boban'la kaç günümüz otellerde, aynı odada geçti, kimbilir… Her şeyimizi paylaşmışızdır; federasyonla, futbolla ya da hayatla ilgili her şeyi. Ama şunu da düşünüyoruz, yıllar geçtikçe 1996 ve 1998'de yapılanları daha minnetle hatırlar olduk. Belki 1999'da daha az takdir ediyorduk ama bugünlerde YouTube'dan golleri, maçları tekrar tekrar izleyince daha takdir edilir bir hal aldı.

Fransa '98'deki belirleyici an neydi?

Altı golüm… Harika oynamıştık. Blazevic, bizi fiziksel olarak çok iyi hazırlamıştı. Turnuvada art arda maç oynamak hiç kolay değildir. Arjantin ve Fransa'ya kaybettik ama kalan maçlarda fiziksel olarak harikaydık. Teknik olarak zaten kusursuzduk. Bazı maçlar hatırlıyorum ki; Boban, Asanovic ve Prosinecki topu alıyordu ve sonra kimse bizden topu alamıyordu! Ne kadar güçlü olduğumuzu göstermiştik. Bu açıdan o jenerasyon biraz farklıydı. Yine de mukayese yapamazsınız. Neden? Arabanın bile ancak rengini, içini, dışını karşılaştırırsın. Birinin motorunun gücü, diğerinin rengi olmaz… Futbol performansa bağlı bir şey ve hakkını vermemiz gereken büyük isimlere sahibiz. Bence de Luka Modric, Hırvat futbol tarihinin en büyük oyuncusu, açık ara! Dinamo, Tottenham, Real Madrid… Hepsinde de bunu gösterdi. Ona hayranım. Hem kaptan olarak hem de insan olarak onunla yaklaşık on senelik başkanlığım boyunca harika bir ilişkim oldu. Ama karşılaştırma yapamayız.

Abartmıyorum, tamamen içimden gelenler… Sizin tarzınız işin sanat tarafına yakındı. Çok zarifti.

Teşekkürler, müzelik müzelik.

Bu açıdan bakarsak en sevdiğiniz beş golü seçebilir misiniz?

Seçemem. Nedenini söyleyeyim. Bana genelde "Birlikte oynadığın en iyi 10 oyuncu kim?" diye sorarlar. Bam bam bam diye sayamam çünkü çok fazla harika oyuncuyla oynadım. Mijatovic, Maradona, Raul, Bergkamp… Beş gol de öyle. Ama bende yeri ayrı olanları söyleyebilirim. Osijek'te oynarken attığım ilk gol, yolun en başında, benim için çok önemli gol… Schmeichel'a attığım gol, Köpke'ye Euro 96'da attığım gol ve Hollanda'ya 1998'de attığım gol. Hangisi benim için en iyi olanı? Hakem santrayı gösterdiyse ben mutlu olurum. Benim için en iyi gol bu!

2018'de final oynayacağınıza hangi noktada inanmaya başladınız?

Ben 'inanan' adamlardan değilim. Adım adım gitmek gerektiğini düşünürüm. Böyle gidersen hata yapmazsın. Yoksa bir hata sana çok pahalıya patlar. O Dünya Kupası'nda Danimarka ile eşleştik. "Kim daha pahalı?" tarzı karşılaştırmalar yapar medya, ben de bundan hep nefret etmişimdir. "Real Madrid oyuncularının maliyeti şu kadar, Getafe'nin kadro maliyeti bu kadar…" Nefret ederim bu kıyaslamadan. Hırvat medyası işi büyüttü ve "Danimarka da neymiş, kim ki onlar?" durumuna kadar geldi, küçümsediler yani. Bundan hiç hoşlanmadım ve maçın başında 1-0 geriye düştük. Golden sonra "E ne oldu şimdi! Hani güçsüzdü Danimarka!" diye etrafımdakilere döndüm. Penaltılarla kazandık ve ne kadar zor olduğunu gördüler. Bizim için kritik bir maçtı. Sonra Rusya'yı, ev sahibini geçmemiz önemliydi. Yarı finalde de bence İngiltere bizi biraz küçümsedi, bu sefer de "Futbol evine dönüyor, kupayı kazanmak istiyoruz!" muhabbeti vardı. Bunu sahada göstermen lazım. Ne kadar sterlinin olduğuyla kimse ilgilenmez orada, 11'e 11'sin. Kazanması gereken takımın biz olduğunu sahada gösterdik. Çok da rahattık, maçtan önce verdiğim bir röportajda da 2-1 alacağımızı söylemiştim. Soyunma odası, saha içi ve yöneticilik tecrübemle söyledim bunu. Maçtan önce teknik ekibe ve futbolculara moral vermek için soyunma odasına gittiğimde bunu onların gözlerinde de görmüştüm çünkü. Soyunma odasında, otobüste, otelde… Takımın havası hep çok iyiydi, bunu görmüştüm.

Hangi Fransa maçının tekrar oynanmasını istersiniz? 1998 mi 2018 mi?

İkisi de. Birinde sahadaydım, öbüründe başkan ama 'Bajgan is bajgan' o kadar! Diğerinde finalde olmalıydık. 1-0 öndeydik üstelik… Ama işte bütün bu anılar, hayatımızın en güzel günleri dediğimiz şeyler, "2038'de bir şeyler yapabiliriz" dememize sebep oluyor. Şaka yapmıyorum, inancım tam.

"İşte bütün bu anılar, hayatımızın en güzel günleri dediğimiz şeyler, '2038'de bir şeyler yapabiliriz' dememize sebep oluyor."

"İşte bütün bu anılar, hayatımızın en güzel günleri dediğimiz şeyler, '2038'de bir şeyler yapabiliriz' dememize sebep oluyor."

Euro 2000 elemelerinde Yugoslavya ile Hırvatistan ilk kez karşılaşmıştı. Özellikle maç öncesi gerginlikle ilgili neler hatırlarsınız?

Ben şahsen o maçlarda oynamayı hiç sevmezdim. Neden mi? Sırp medyasına da Hırvat medyasına da demeç vermek zorundasın. Eğer Sırp medyasına söylediğin bir şey yanlış anlaşılırsa Hırvat medyası seni topa tutar, Hırvat medyasına Sırplarla ilgili bir şey desen onlar da aynısını yapar… Bu yüzden hiç sevmedim o maçlarda olmayı. Ama iki takımda da inanılmaz yetenekler sahadaydı o maçlarda. Mijatovic, Mihajlovic, Milosevic, Boksic…

En ihtişamlı 'Rüya takım' da hiçbir zaman bir araya gelemeyen o Yugoslavya olabilir mi?

Bazen tüm yıldızları bir araya getirdiğinde işçilere de ihtiyaç olduğunu görürsün. Taş taşıyanlara… İdmanlarda altı hücum oyuncusu ile altı savunmacıyı karşılıklı oynat. Çoğunlukla kim kazanır biliyor musunuz? Altı savunmacı.

Zamanınız kısıtlıydı ama bir saatinizi ayırdınız, teşekkürler. Kapatırken idolünüz olan bir oyuncu var mı onu da soralım.

Karl-Heinz Rummenigge ve güçlü bacakları! Rummenigge, Rummenigge...

Socrates Dergi