Öğretmen

10 dk

Bayern Münih maçları öncesinde Beşiktaş Teknik Direktörü Şenol Güneş’le Almanya defterlerini açtık. Satır başlarımız; Almanlık, düzen, çalışma ve eğitimdi...

Şenol Güneş, futbol adamı olarak Alman futboluyla defalarca karşılaştı. Ve yeniden rakibi olacak olan ülkede sadece sahaya değil, düşünceye de baktı. Nasıl mı? Kendisinden dinleyelim.

Futbolculuk döneminizde bir Alman takımına karşı oynadığınız ilk maçı hatırlıyor musunuz?

Kulüp olarak hatırladığım ilk maç Trabzonspor- Kaiserslautern ama milli takımlarda daha önce karşılaşmış olabiliriz.

17 Kasım 1976'da Dresden’de oynanan Doğu Almanya-Türkiye maçı...

Aaa, doğru doğru! 1-1 bitmişti.

Sonra da 1979’da Batı Almanya karşılaşması var...

Evet, İzmir’de, 0-0...

Almanya serüvenine namağlup başlamışsınız...

Başladık da sonra hep yendiler bizi. Bizden iyi takımları vardı Almanların.

Özel anlar var mı bu maçlardan?

1979’daki maçın rövanşı, Gelsenkirchen’deydi. Olaylar çıkmıştı. Ben de taraftarlara müdahale etmiş, Türkiye’de fair-play ödülü almıştım. Doğru değildi olaylar. Almanya ve Türkiye o zaman da iç içeydi. Ben de hep futbolseverleri ayrıştırmak yerine birleştirmek gerektiğini düşünen biriydim.

1979’daki maçta, Almanya’nın başında Jupp Derwall vardı. Daha sonra ülkemize de geldi. Hem futbolcu hem de antrenör gözüyle baktığınızda, neler gözlemlemiştiniz Derwall ile ilgili?

Ondan önce de Helmut Schön vardı. Ona da çok saygı duyardık. Derwall, hem Türkiye hem de dünya futbolu için çok önemli adamdır. Bir kere iyi bir insandır. Kişiliği doğrultusunda, o günün Türkiye koşullarındaki zorluklar içerisinde büyük katkı yapmıştır. Hem oyuncu ve antrenör yetiştirmede hem de kazandırdığı vizyon açısından çok katkısının olduğunu düşünüyorum.

Derwall’in Türkiye’ye bıraktığı bir mirastan bahsedebilir miyiz?

Tabii. Derwall olsun, Piontek olsun... Yabancı antrenörlere önyargılı bir şekilde karşı olmaktan yana değilim. Fikirlerini alıp o fikirlere katkı yaparak stilimizi geliştirebiliriz. Derwall de bu fikirleri sunan biriydi. O düşünce devrimini yapmak mühim. Yardımcılığını yapan antrenör arkadaşlarımıza katkısı da var. Sadece onlara da değil; yaptıklarıyla, mesajlarıyla ve davranışıyla herkese katkı yaptı. Bir yandan da takım çalıştırdı. Şampiyon olup olmaması benim için önemli değil, nasıl örnek olduğu daha kıymetli.

Biz futbolda o yıllara, hatta belki de bugünlere kadar, hep kendimizi bulmaya çalışan bir ülkeydik. Kondisyon mu önemli, teknik mi, yoksa taktik mi, bir türlü karar verilemiyordu. Hepsinin önem arz ettiğini ve buna ek olarak da takım oyununun, ekip çalışmasının ve iş disiplininin şart olduğunu hem Almanlar buraya geldiğinde hem de biz oraya gittiğimizde gördük. Var olanı en iyi şekilde kullanmak... Almanların genel yapısı bu. Derwall de bu düşüncenin öncülerinden bir tanesi.

Derwall sonrasında yerli antrenörler de önemli değişimlere imza attı. Siz de bu isimlerdensiniz. 2000-2004 arasında milli takımda büyük başarılar elde ettiniz. Ancak Almanlar, bunu daha kolay yapıyor. Türkiye’de işler neden bu kadar zor?

Çünkü onların geçmişi, altyapısı ve yatırımları var. Bizde yatırım yok maalesef. Bugünden konuşursak; stadyumlara yatırım yapıyoruz ama altyapı olarak eksiğiz. Devletin, belediyenin ve kulüplerin yapması gereken, çocuklara oynayabilecekleri alanlar üretmek. Almanya’ya kampa gittiğimizde en küçük kasabada bile beş-altı tane çim saha görüyoruz. Bir çocuğun futbolcu olması şart değil ama futbol oynaması için alanları olmalı. Sokak futbolunu ön plana çıkarmalıyız. Biz sokak futbolunu gerçek anlamda oynadık, Almanya şimdi proje olarak kullanıyor ama bu projenin planlamasını da çok iyi yapıyor. Biz de mesafe aldık ama onların uyguladığı gibi detaylı şekilde hayata geçirsek, onları da geçebiliriz. Çünkü bizde futbol ekonomik olarak da bir ihtiyaç. Ayrıca yetenek olarak da potansiyel sahibi oyuncularımız var.

Bu açığı kapatmak mümkün olabilir mi?

Sahada sonuç olarak bir şeyler yakalayabiliriz ama yatırım olarak çok eksiğiz. İngilizler bunu iyi yaptı mesela. (Margaret) Thatcher zamanında holiganlar iyice ön plandaydı ve İngiliz futboluna çok zarar veriyorlardı. O zaman devlet ve federasyon işbirliği içinde çalıştı ve önce taraftarı eğittiler. Sonra da dışarı açıldılar. İngiltere dışa kapalıydı futbolda. Şimdiyse tam aksi ve en çok izlenen lige sahipler. Tabii yansıması yeni yeni hissediliyor, oyuncu çıkarmaya başladılar mesela. Yatırım yapmadan sonuç almak tesadüfle olur. O tesadüfi sonuçlar da sizi bir yere taşımaz.

Eğitim de bir yatırım değil mi aslında?

Tabii tabii! Altyapıya, oradaki hocalara, malzemeye, tesise... Her şeye yatırım yapmak lazım. Biz ise bunları yapmadan sokaktan gelen futbolcudan her şeyi başarmasını bekliyoruz. Benim için de bu geçerli. Ben de sokaktan çıktım, “Sen en iyisin, görev veriyoruz” dediler. Kötü gittiğim zaman da “Bu yaramaz, al başka birini" demeye başladılar. Oysa Almanlar devamlı üretti. Sadece kendi insanlarını değil, farklı milletlerden gelip Alman vatandaşı olan çocukları da eğittiler. Bunun da karşılığını alacaklar tabii, normal.

Öğretmenlik tecrübenizden antrenörlüğe katkı veren unsur oldu mu?

Tabii. İkisi de benzer işleri yapıyor. Yöntem olarak aynı, meslek olarak farklı. İkisi de çocukları eğitiyor. Pedagojiyi ve psikolojiyi bilmek, insan yönetmek için avantajdır. Tabii futbolcu popüler, bir makam ve gelir sahibi. Oturmuş, kendine has bir karakteri var. Bu açıdan antrenörlük daha farklı ama ikisinde de rehberlik yapıyorsun, yol gösteriyorsun.

Hangisi daha zor?

Futbolcuda para var, makam var. Öğrenci derse gelmek zorunda, futbolcu da zorunda ama dersten gidebilir de... Bir de futbolcuda oturmuş bir kimlik var, öğrencinin kişiliği ise yeni yeni oturuyor o çağda. Futbolcuyu sıfırdan başlayıp eğitmiyorsun. Her konuda kendini hazır hisseden birine yol göstermeye çalışıyorsun. Hem kendi düşünceni aktarman gerekiyor hem de onun düşüncesini anlayıp ona göre bir yöntem bulman.

Mario Gomez, Beşiktaş’a gelmeden önce yetenekli ama sorunlu bir futbolcuydu. Ona bir pedagog olarak mı, bir futbol eğitmeni olarak mı yaklaştınız?

Üst seviyede başarılar kazanmış bir oyuncuydu. Ama bize geldiğinde düşüş yaşıyordu. Aslında bu bizim için bir şanstı. Bir çıkışa ihtiyaç duyuyordu. O çıkışı yaparken de Türkiye’deki gerçekleri görüp bir çocuk gibi hevesle çalıştı. Bizim de işimiz daha kolay oldu böylece. Elbette onunla ilgili planlarımız vardı ama bunları istemeseydi, kariyerli bir oyuncuya o prensipleri aktarmak kolay olmazdı.

Beşiktaş’a şampiyonluk hedefiyle geldiniz ama bir yandan da oyuncularınıza eğitim verip onlardan bunun karşılığını alma düşünceniz vardı sanırım...

Hem yarışıyorsun hem de yarışanı eğitiyorsun. Evet, Beşiktaş bir yarışma takımıdır ve temel eğitim veremezsiniz. Sıradan insanlar değil bunlar. Yanlışlarını düzeltip doğrularını da diğerlerine uygulamak gibi bir düsturunuz olmalı. İşi bilmekten çok, işi yönetmek önemli. Ben daima oyuncusunda eksik gördüğünü gidermeye çalışan bir antrenör oldum. Yarışmacı takımlarda bu şekilde davranmayan antrenörler de var; eksiği varsa yenisini alıyorlar. Benimki daha zahmetli, daha uzun bir yol ama “11 yıldız oyuncu aldım, tamam” değil zaten olay; uyumu yakalaman lazım, bir orkestra gibi. Uyum şart.

Kura sonrası “Leipzig, abisini gönderdi” esprisi yapıldı. Bayern'e karşı hangi özelliğinize ihtiyaç olacak? Pedagog Şenol Güneş’e mi, futbol antrenörüne mi?

Konum itibarıyla Bayern bizden önde. Ama bu bizim sıradan bir takım olduğumuzu göstermez. Biz de kendi formatımızı sahaya yansıtmaya çalışıyoruz. Bayern maçları, bizim için de test niteliğinde; Şampiyonlar Ligi’nde şampiyonluk hedefi olan bir takıma karşı güzel futbol oynayıp bir de sonuç alırsak mükemmel olur. Ama en kötü ihtimalle, oynayacağımız futbolla iz bırakmak istiyoruz. Bayern’e karşı elimiz kolumuz bağlı oturmayacağız ama o maçlara gelene kadar birinci önceliğim, ligdeki ilk beş maçı iyi geçmek. Önümüzü görmezsek, ilk adımda merdivenden düşeriz. Önce bir önümüzü görelim ki sonra o basamağa geldiğimizde atlama şansımız olsun.

Bayern Münih Teknik Direktörü Jupp Heynckes, kuradan sonra sizi öven sözler sarf etti. Zor bir bireysel takımı, gerçek bir takım hâline getirmenizi ön plana çıkardı…

O da bizim gibi, eskilerden… Çok teşekkür ederim öncelikle, nezaket sahibi insanmış. Ama o bizden hem yaş olarak hem de tecrübe olarak daha önde. Başarıları da hem futbolculuğunda hem de antrenör olarak ortada. Bazen övmek bile yeterli olmaz, o insanı aşağı çekebilir. Heynckes de öyle. Bayern zora düşünce yine ona sarıldı. Gerçi gelmese de olgunlukla karşılanırdı, biz o açıdan eksiğiz.

Geçen Borussia Dortmund-Köln maçı vardı. Dortmund, Köln’ün antrenörünü alacak. Köln, 3-0’dan 4-3 verdi maçı. Bizde öyle şey olsa o hocayı almazlardı. Bunları yenersek herkesle yarışır duruma geliriz.

Kısa süre önce Münih-Dortmund maçına geldiniz. Uli Hoeness ve Karl-Heinz Rummenigge ile temaslarınız da oldu...

Çok sıcak karşıladılar. Almanların o konuda ne kadar mütevazı olduğunu hissedebiliyorum. Üstten baktıklarını görmedim hiç. Dieter ve Uli Hoeness ile görüştüm, (Arjen) Robben ve Thiago (Alcantara) da oradaydı. Futbol oynanır, sonuçlar alınır ama ilişkilerin de iyi olması lazım. Türkiye ve Almanya’nın bu dostluğa ihtiyacı var.

İki ülke arasında son dönemde bir gerginlik var. Bayern-Beşiktaş eşleşmesi, bunu azaltmak için bir fırsat olabilir mi?

Olmalı! Futbol, kardeşliğe ve barışa katkı yapmalı, ayrıştırmamalı. Siyasette de öyle olması gerekiyor... Ne Türkiye, Almanya’dan ne de Almanya, Türkiye’den üstündür. İnsan olarak da bu ayrımı yapmadan bakmak lazım. Gerginlik var ama halkların çoğunluğunun böyle düşünmediğini sanıyorum. Daha dostça günler de gelecektir. Kötülükten kimse kazanmaz...

Socrates Dergi