
Ölümüne Sadakat
15 dk
Uzun zamandır peşinde koştuğumuz bir isme ulaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. İngiliz edebiyatçı Nick Hornby ile futbol, Arsenal ve hayat üzerine konuştuk.
Nick Hornby’yi bu röportajdan çok daha evvel, 2012 yılında gördüğümde şansıma inanamamıştım. Lexington Bulvarı’ndaki loş aydınlatmalı ve mükemmel akustiğe sahip Kaufmann Hall’da oturmuş, beni bütün bu kültür-sanat meselelerine bulaştıran adama bakıyordum. Büyük, ahşap bir kürsüde Mrs. Dalloway’den birkaç sayfa okuyordu. Çalışmalarını hevesle takip ettiğim son 10 yıl boyunca kitaplarının arka kapaklarında görmeye alıştığım vesikalık fotoğrafına az çok benziyordu. Daha önce dinlediğim -yazar olan ya da olmayan- herkesten daha iyi bir hitap yeteneğine sahipti. Oysa ben yazarların asıl yazar olma nedenlerinin, bir şeyleri mükemmel biçimde ifade edebilmek için kendi düşüncelerinin üzerinden tekrar tekrar geçme inadı olduğunu zanneder, fani sayıklamalarımız ile edebiyat arasındaki tüm farkı yaratanın, bir düşüncenin oluşumu ile bilmem kaçıncı versiyonunun kâğıt üzerinde onaylanması arasında geçen zaman olduğuna inanırdım. Yavaş yavaş soru-cevap bölümüne geçilirken, Hornby için durumun böyle olmadığı anlaşıldı. Onun düşünceleri zaten mükemmel bir biçimde ortaya çıkıyordu, doğdukları anda basılmaya hazırdı.
Hornby, 'Stuff I’ve Been Reading' (Okuduklarım) adlı, samimi ve çok sevilen bir kitap köşesi yazdığı Believer dergisindeki makalelerinden oluşan son derlemesi More Baths, Less Talking kitabı için turnedeydi. Yıl 2012’ydi, Birleşik Krallık hâlâ Avrupa Birliği üyesiydi ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Barack Obama yeniden başkan seçilmek üzereydi. Ben ve neslim, Atlantik’in her iki tarafında da, o an için ne kadar şanslı olduğumuzun farkında değildik.
Hornby o kadar çok üretiyor, o kadar farklı tür ve mecrada çalışıyor ki aradan geçen yıllar boyunca yazılarını takip etmek, kendiliğinden bir taraftarlık eylemine dönüşüyor – ki bu kavram hakkında kendisinin de birkaç fikri vardır. Benim taraftarlığım 2002’de, Batı Anadolu’daki küçük bir şehrin sahafında Ölümüne Sadakat’i elime almamla başladı. Geri dönüp bakınca bu şehir (Eskişehir) Hornby’nin birçok karakterinin doğup büyüdüğü küçük kentlere benzer: Kasvetli bir yerdir ve şehirliler tarafından Britanyalı taraftarların adanmışlığıyla desteklenen bir futbol takımı vardır.
Bir yazara âşık olmak, genel olarak âşık olmaktan çok da farklı sayılmaz: Şans faktörü işin içindedir ve birine ya da birinin çalışmalarına, çok fazla ortak noktamız bulunduğunu iddia ederek aşık oluruz. Ölümüne Sadakat ile o çok biçimlendirici ilk gençlik yıllarımda tanıştım ve hâlâ Nick Hornby’nin, beni temsil etmesini isteyeceğim tek yazar olduğunu düşünüyorum. Futbol Ateşi 1992’de, Ölümüne Sadakat'ten üç yıl önce çıktığında, birçok Arsenal ve/veya futbol taraftarı da böyle hissetmiş olmalı –futbola karşı, tüm yaşamları boyunca besledikleri düzeyde tutku besleyen bir başkasını bulmanın şaşkınlığını. (Düzeltme: Bu kişi öyle tutkuluydu ki hayatının yarısını futbol ve başka kimsenin hatırlamadığı Arsenal maçlarının penceresinden görüyordu.) Daha sonraları; yani Hornby’nin “Camus’yü doğru dürüst anlamak ve bir sürü gergin, nevrotik ve doyumsuz sanat öğrencisiyle yatmak” üzere Arsenal’la ilişkisini sınırlamasının ardından, hayatı boyunca dinlediği tüm albümler ve okuduğu tüm kitaplar da bu pencerenin parçası olacaktı.
Hornby’nin ilk dönem çalışmalarının çoğu ‘erkek edebiyatı’ diye tanımlanıyor ki bence bu fazla indirgemeci bir tutum. Bana göre mesele, Hornby’nin 'takıntılı' erkek karakterleri değil; toplum genelinde de zaman içinde bu takıntıların nihayet kadınlara da 'yakıştırabilir' hâle gelmesi. Zira Ölümüne Sadakat ya da Bir Erkek Hakkında şu an çıksa böyle etiketlenmezlerdi.
Hornby’nin neredeyse çeyrek asırlık yazın kariyeri spor ve kültürü algılayışımızdaki muazzam bir dönüşüme de tanıklık etti: Karton kapaklı kitaplardan Kindle’lara geçtik, kasetlerden CD’lere, Spotify’a ve bir noktada tam bir U dönüş yaparak yeniden uzunçalarlara... Soylulaştırılmış stadyumlar ve sezonluk kartlar çağı çoğu futbol taraftarını futbol alanlarının dışına sürdü. Yetmezmiş gibi, maçları televizyondan izlemekten de mahrum edildiler. Bugün futbol kulüpleri kendi sosyal medya hesaplarını yönetiyor ve 40 yıl önce taraftarların hayal etmeye bile yeltenemeyeceği biçimde, içeriden/kulisten bilgiler paylaşıyor. Tüm bu süreçte, Hornby’nin çalışmaları da daha senaryo odaklı ve kadın öncelikli hale geldi; Aşk Dersi (An Education), Yaban (Wild), Brooklyn ve son romanı Komik Kız (Funny Girl) büyük başarıya ulaştı. Bu sayfalarda Hornby ile tüm bunları ve ötesini konuşuyoruz. Benim 15 yıl önce bir rastlantıyla başlayan kendi taraftarlığım konusuna gelince: O tozlu Anadolu kenti sahafında bir kez daha kitap seçme şansım olsaydı, yine Ölümüne Sadakat’i seçerdim.
Spor yazarları genellikle edebiyat çevrelerinde pek ciddiye alınmaz –ya da en azından alınmazdı. 20 yıldan uzun bir süre önce Futbol Ateşi üzerinde çalışmaya ilk başladığınızda bu sizi kaygılandırmış mıydı?
Bunu düşünmemiştim, sadece o kitabı yazmak istiyordum. Bazıları ciddi ya da edebi olmadığı varsayımıyla kitabı hiç okumadı. Birkaç yıl önce kitap Penguin Modern Klasikler dizisine girdiğinde de bazıları veryansın etti. Bu da bana dünyanın 1992’den bu yana biraz değiştiğini ama aslında o kadar da değişmediğini gösteriyor!
Geçenlerde Futbol Ateşi kitabıma yeniden baktım, altını çizdiğim kısımların arasında şu da vardı: “...ve bazen, Arsenal gol attığında kelimenin gerçek anlamıyla yıldızlar görüyorum -yani, küçük ışık benekleri- ki bu, fiziksel açıdan sağlıklı bir belirti olamaz.” Bugünlerde Arsenal maçı izlerken hâlâ o yıldızları görüyor musunuz?
Hayır. O kitabı yazdığımdan bu yana takımın taraftarı olduğum süre ikiye katlandı, çok fazla gol gördüm ve çok fazla hayal kırıklığına göğüs gerdim. Şimdi oğullarım benim yolumdan gidiyor; yıldızlar gören, ağlayan, morali bozulan onlar. “Bu sadece bir maç” ya da “Hadi ama! Önümüzde yeni bir sezon var” diyen kişi ise benim. Artık bu söylediklerimin gerçekliğini kavramaya daha yakınım.
Geçen Eylül ayında, Arsene Wenger’e güzel bir övgü yazısı yazmıştınız ve 25 yıl içinde Tottenham 19 menajer değiştirirken Arsenal’ın sadece altı menajeri olduğunu belirtmiştiniz. Bu sebat nereden geliyor?
Çok demode bir yönetim kurulundan. Eski kafalı ve gelenekçiler, eyleme geçmeleri çok uzun zaman alıyor ve karar alma süreçlerinde çok daha muhafazakâr olma eğilimindeler. Bu yaklaşım da işe yarıyor gibi görünüyor. Ama Arsene ile yeni bir model yürürlükte; o, işverenlerinden bile daha güçlü bir figür. Kendisine kovulduğunu söyleselerdi; sanırım güler geçer, ertesi gün de yine işe gelirdi. Sinir bozucu bir adam ama kulübe eşsiz bir katkı sağlıyor; süreklilik ve bir kimlik. Bence günümüzde, bu sadece Arsenal ve Barcelona’da var.

Futbol Ateşi’nin 20. yıl dönümü edisyonuna yazdığınız son sözde “New York ya da Kanarya Adaları’nda televizyondan Premier Lig maçı izlemek, Londra’da izlemekten daha kolay” demiştiniz. Bu, şu anda Türkiye Süper Ligi için de kesinlikle geçerli. Sizce bu, taraftarlık açısından uzun vadede ne anlama gelecek?
Arsenal tüm dünyada bu kadar popüler olduğu için çok mutluyum ama bugünlerde futbolda çok fazla ‘turist’ var; yeni atkılarıyla arz-ı endam edenler, maçları iPhone’larından izleyenler gibi. Bundan pek hoşlanmıyorum. Gittiğimiz yer burası: Japonya ya da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki taraftarlığın, en az Kuzey Londra’daki kadar gerçek anlamda değeri var. Ama tabii ki bunun bir maliyeti olacak, o da tutku kaybı. Futbol maçına gitmek tiyatroya gitmek gibi bir şey hâline gelirse, yani yılda bir-iki kez yaptığınız bir şeye dönüşürse stadyumlarda her şey değişir. Ve paradoksal bir biçimde Premier Lig’in parasal değeri şimdiki gibi olmaz. Futbolu eşsiz yapan şey tutkudur. Çocuklarımın bazı arkadaşları Barcelona’yı ‘tuttuklarını’ söylüyorlar, neden tutmasınlar ki? Arsenal’ı izleyecek paraları yok, buna karşın televizyondaki hiçbir Barcelona maçını kaçırmıyorlar.
Highbury’nin görkemli günlerini görmüş biri olarak, Emirates Stadyumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Nostalji meraklısı değilimdir, değişim beni o kadar da rahatsız etmez. Yeni futbol stadyumlarıyla ilgili sorun, cam ve betonun ötesinde maliyetleri olması. Örneğin Arsenal’ın, bu stadyumu hayata geçirmek için sadece eski stadyumunu değil, gelmiş geçmiş en iyi takımını da satması gerekti ve sonuçta Emirates, en azından bugüne kadarki sürede bir saadet mekânı olmadı. Çok iyi futbol oynandı, harika goller atıldı ama şu son birkaç yıldan elimizde kalan çok az sayıda güzel anı var. 2004’ün ‘Yenilmezler’iyle ya da 2002, 1998 ve 1971’in çifte kupalı takımlarıyla ya da çok daha öncesinin iz bırakan ekipleriyle aynı seviyede bir takım yok ortada. Bir stadyumu gerçekten eviniz gibi hissetmeniz için orada şampiyonluklar ya da hiç değilse büyük maçlar, zaferler kazanmanız gerekir. Eski stadyumun önünden epey sık geçiyorum ve eğer orayı özlüyorsam oyunlarının zirvesindeki Bergkamp ve Henry’i yeniden görmek istediğim içindir. Ayrıca hâlâ, "Eski stadyum tamamen yıkılmalıydı" diye düşünüyorum. Highbury, futbol stadyumu olduğu için vardı. Artık futbol stadyumu değilse suretini korumak niye? Şehirlerin kendilerini dönüştürmesi gerekir.
Peki kültürün dönüşümü konusunda ne düşünüyorsunuz? Roman kahramanlarınızın düşkün olduğu birçok şey büyük bir hızla ‘dijitalleşti’ ve telefon ekranına sığdırıldı. Müzik (Ölümüne Sadakat, Juliet, Çıplak) Spotify’den ibaret hâle geldi, televizyon (Komik Kız) Netflix’e dönüşüyor ve tüm romanlarınızda olan çok kişisel aşk hikâyeleri yerlerini Tinder’a bırakıyor. Bu hızlı değişim size, yani bu karakterlerin yaratıcısına, şu ya da bu şekilde bir şey hissettiriyor mu?
O zamanlar kültürel doğruculuğu öncelik kabul etmem bana memnuniyet veriyor. Komik Kız ve Aşk Dersi gibi, yakın tarihte geçen birkaç şey yazdım ve kurmacayı, gözlem yapmak için özellikle işe yarar buldum. İnsanların nasıl konuştukları, nasıl ve kimle içtikleri... Bunları sadece dönemlerinde yazılan romanlarda bulabiliyorsunuz, yani sosyal tarihçilerin göz ardı ettiği ya da açıklayamadığı detayları. Karakterlerim de muhtemelen bugün bütün bu yeni erişim imkânlarına sahip olmaktan mutluluk duyardı.
Kültürel eleştiri çalışmalarınız büyük ölçüde takıntıyla tanımlanıyor. Bugün, tarihte daha önce görülmedik ölçüde çok filme, televizyon programına, kitaba ve müziğe erişimimiz var. Bunun büyük bir yük olduğunu söylemek yetersiz kalır. İnternet denen gayya kuyusunun eşiğinde dikilirken sizce -spor, müzik ya da kitaplar konusunda- takıntılarımız daha mı iyi, yoksa daha mı kötü bir yerde?
Sanırım ilk söylemem gereken şey, ‘daha iyi’ veya ‘daha kötü’ tanımlarına ihtiyatlı yaklaştığım; benim için daima ‘fark lı’ vardır. Çoğu kişi kitap okumuyor; genç ve çocuksuz olanlar ise sadecehafta sonu yapacak bir şey aradıklarında film izliyorlar. Ve bu kişilerin büyük çoğunluğunun seçim yapmayı yük olarak görmediklerini akılda tutmak önemli, en azından benim deneyimlerime bakılırsa. Müzik dinlemeyi sevseler de ne bulurlarsa dinliyorlar. Umutsuzluğa kapılanlar sadece küçük bir alt kümemiz; kültürün her çeşidine muazzam bir duygusal bağlılık hisseden kişiler. Bununla birlikte, ben bu yeni ‘seçim özgürlüğü’nden çok memnunum. Çünkü bence, en azından kısmen, zevk ve bilgi konusunda sağlam bir dayanak geliştirecek kadar yaşlı olduğum için hayatımı güzelleştirdi. Mesela Spotify, müzik dinleme tarzımı değiştirdi; daha önce hiç duymadığım şeyleri dinlemek için, iyi bildiklerime kıyasla daha fazla zaman ayırıyorum ve her türlü yeni merakım anında tatmin ediliyor.
Bundan biraz daha bahseder misiniz?
Ben, dinlemek istediğim müziği satın almak zorunda olduğum bir dönemde büyüdüm, bu müzikler radyo ya da televizyonda yoktu. Bu da tüm albümleri, tek tek, çok iyi bildiğim anlamına geliyor ama aynı zamanda pek de iyi olmayan bazı albümleri de gereğinden fazla iyi biliyorum. Şimdi düşünüyorum da bu, etkilenmeye çok müsait olduğum bir yaşta, müzik dinlemeye ayırdığım zamanı boşa harcamama neden oluyordu. Diğer yandan, çocuklarım dünyadaki her şeye ‘sahip’ oldukları hâlde aşağı yukarı benim gibi müzik dinliyorlar; listeleri ve birkaç şarkıyı defalarca döndürüp duruyorlar. Dolayısıyla Spotify, belki de sadece çok yaşlılar tarafından gerçekten düzgün kullanılabiliyor!
Kariyerinizin başından beri, en geç iki yıl arayla yeni bir çalışma üretiyorsunuz. Üstelik haftalık ve aylık çalışmalarınız bu hesabın dışında. Nasıl böyle üretken kalabiliyorsunuz? “Bugün gerçekten hiçbir şey yapmak istemiyorum” dediğiniz günlerde ne yapıyorsunuz?
İzliyorum, dinliyorum ve okuyorum! Bunları ne kadar çok bünyeme alırsam, içimde de dışarı çıkması gereken o kadar çok şey buluyorum. Ama şu sıralar elimde, sürekli yazmak istediğim bir şeyler oluyor. Film ve televizyon işleri yapmayı sevmemin nedenlerinden biri de bu; başkalarının, işleri yürütme konusunda bana bel bağlamaları. Bu yüzden, bir ölçüye kadar böyle kötü günler geçirme şansınız kalmıyor, yazmak işe dönüşüyor, yararlı bir biçimde. Doğrusu, üretken görünmek için çok da çaba sarf etmek gerekmiyor. Her gün biraz yazmalı. Genç yazarlara dediğim gibi; her iş günü 500 kelime yazsanız, hiç zahmetsiz, yılda bir kitap eder. Ben her yıl bir kitap yazmıyorum. Senaryolar birkaç ayımı alıyor; günde iki-üç sayfa yazarak. Bunu yapmamanın bir bahanesi olamaz.
Önceki çalışmalarınız daha çok erkek kahramanlara dayanıyor gibiydi, yeni çalışmalarınızda ise kadınlar daha ön planda. Bu bilinçli bir kayma mıydı?
Birçok şey, sırf hikâyeyi sevdiğim için yazdığım Aşk Dersi’nden kaynaklandı. Öncelikle bu, genç kadınların iç yaşantılarını betimleme konusunda özgüvenimi artırdı. İş televizyon için yazmaya geldiğinde, kadınlara güzel roller yazınca dünyanın en yetenekli kadınlarıyla birlikte çalışma şansı yakaladığımı fark ettim. Ciddi ya da en azından içten bağımsız filmleri az paraya yapmayı dert etmiyorlar çünkü başka yerde kendilerine iyi rol bulamıyorlar. Aşk Dersi, Yaban ve Brooklyn, oyuncularıma (Carey Mulligan, Reese Witherspoon, Saoirse Ronan) En İyi Kadın Oyuncu dalında üç Oscar adaylığı kazandırdı. Bu da beni gururlandırıyor. Bu rolleri yazmam, Komik Kız’ı kaleme almama yardımcı oldu çünkü artık genç kadınların karşılaştığı engellere çok daha fazla aşinaydım. Herkes hakkında yazmak istiyorum. Bir yazarın kalıcı olmasının tek yolu bu. Tüm cinsiyetler hakkında yazabilmeyi öğrendiğim için mutluyum.

Dennis Bergkamp ile Thierry Henry
Futbol Ateşi'ne büyük bir devam kitabı yazma gibi bir planınız ya da futbol kadar tutkuyla yaklaştığınız bir ‘ikinci favori’ sporunuz var mı?
Hayır, tutkuyla yaklaştığım başka bir spor yok. Yazın biraz kriket izliyorum ve İngiltere’nin Avustralya’ya karşı oynadığı maçlardan heyecan duyuyorum ama asla kriket üzerine kitap yazmam. Ve hayır, Futbol Ateşi'nin devamını yazma gibi bir planım da yok. Söyleyeceğim her şeyi bir kitapta söyledim; kitap yayımlandığından bu yana Arsenal’ın başından birçok şey geçmiş olsa da bugün yazacaklarım değişmezdi. Bir başka deyişle; bugün yazacağım, genişletilmiş bir gazetecilik işi olurdu. Artık futbol taraftarlarını eskisi gibi temsil edebileceğimi zannetmiyorum. Bugün, önemli bir maça biletim olmasa en yetkili yöneticiyi rahatsız edebilirim mesela. Bunu okumayı kim ister ki?