
Omuz Omuza
11 dk
Ekol denilince Türkiye'de akla gelen ilk takımdır Filenin Sultanları. O kadronun ve Türk voleybolundaki birçok başarının özel parçalarından olan Esra Gümüş Kırıcı ve Gülden Kayalar Kuzubaşıoğlu ile kasedi geriye sardık.
Güzel yıllardı… Bir sohbetin teması ne zaman 2000’ler ve Türk sporu olsa ister istemez bu iki kelime çıkıyor insanın ağzından. O yıllarda göğsümüzü kabartan başarılar art arda gelirken, bunların bir kısmının tadı damağımızda kaldı. Zira Filenin Sultanları farklıydı. 2003’teki Avrupa ikinciliği milattı ve bir ekolün bebek adımlarıydı.
Yağmurlu, soğuk ve gri bir cumartesi öğleni… Neyse ki etraf sakin, hafta sonu çılgınlığı henüz başlamamış ve ulaşım nispeten rahat. Takım arkadaşlığının da ötesinde iki sıkı dost olan Türk voleybolunun iki dev ismi Esra Gümüş Kırıcı ve Gülden Kayalar Kuzubaşıoğlu ile buluşmak ve biraz eskileri de karıştırarak Türk voleybolundan söz etmek için daha uygun zaman olamaz belki de.
Geriye dönüp Türk voleybolunun son 15 senesine baktığımızda hem milli takımda hem Eczacıbaşı kulübündeki başarılarda Esra ve Gülden imzası var. Siz aslında takım arkadaşlığının ötesinde, yakın birer arkadaşsınız da… Bu arkadaşlığın başlangıcıyla ilgili neler hatırlıyorsunuz?
Esra Gümüş Kırıcı: 2003 Avrupa Şampiyonası’nın hazırlık kampındaydık. Biz koşu yaparken Gülden geldi. Özlem Abla (Özçelik), Gülden’i hepimizle tanıştırdı. Benim, bir arkadaşım vasıtasıyla daha önceden tanışmışlığım vardı. "Gülden merhaba" dedim, o da beni tanıyordu. Sonrasında hayli sohbet ettik. Çok fazla ortak noktamız vardı...
Gülden Kayalar Kuzubaşıoğlu: Burada çok hoş bir anekdot var. Ben milli takıma seçildiğim zaman, kariyerim olmadığı için kimseyi tanımıyordum. Kamp yaptığımız otele gittiğimde lobide Esra beni bekliyordu. "Gülden, hoş geldin" dedi. "Ben de seni bekliyordum" dediğinde, neden beni bekledi acaba diye şaşırdım. Esra kendince demiş ki, Gülden’in İstanbul’da arkadaşı yok, yalnız kalmasın, ben ona İstanbul’u gezdiririm… Yani o kadar güzel bir şekilde beni karşıladı ki… Sonra yakın arkadaş olduk, aynı evde de kaldık, oda arkadaşı da olduk.
E.G.K: Yeşilyurt’ta oynuyordum, Gülden benden altı ay önce Eczacıbaşı’na transfer olmuştu. Bana, "İnşallah sen de transfer olursun" dedi. "İnşallah ama olur mu bilmiyorum" derken ben de Eczacıbaşı’na transfer oldum. Sonra 11 sene beraber oynadık.
Peki bireysel olarak hikâyeleriniz nasıl gelişti? Voleybol tutkunuz nasıl başladı?
G.K.K: Benim hikâyem biraz ilginç aslında. Samsun doğumluyum. Üniversite bitene kadar oradaydım, ikinci ligde oynuyordum. Profesyonellik geçmişim yoktu. Daha sonra libero sistemi çıkınca, o dönem ilk defa birinci lige çıkan Şanlıurfa takımından bir teklif gelmişti bana. Ailemden ilk defa ayrılacaktım. Yapabilir miyim, yapamaz mıyım diye düşünürken kabul ettim. İlk sezon, seyircinin desteği ile o kadar güzel bir atmosfer yakalandı ki ligi altıncı sırada bitirdik. Bir Anadolu takımının altıncı sırada bitirmesi çok dikkat çekti tabii. Sonra beni milli takım aday kadrosuna çağırdılar. Deniz Ağabey (Esinduy) büyük riske girerek beni milli takımın liberosu olarak tercih etti. Bu benim için dönüm noktasıydı. 2003 Avrupa Şampiyonası sonrasında Eczacıbaşı’ndan teklif almamla birlikte zaten profesyonel hayatım başladı. Yani herhangi bir profesyonellik geçmişim yoktu, bir fırsat geldi ve onu da iyi değerlendirdim.
E.G.K: Benim başlangıcım Ankara’da bir spor okulunda, basketbolla oldu. Bir sonraki yaz ortaokula geçtiğimde beden eğitimi öğretmenim, "Voleybol oynar mısın?" diye sordu. Okuduğum okul VakıfBank ile anlaşmalıydı. Kulübün seçmelerine gittim. Antrenör önce fiziksel sonra teknik hareketlere bakarak seçti beni. VakıfBank’ın küçük, yıldız, genç takımları derken yıldız milli ve genç milli oldum. VakıfBank da şubeyi İstanbul’a taşıdı ve Güneş Sigorta ile birleşti. Çok fazla oyuncu olunca, gençleri de bir yerlere kiralık ya da bonservisi ile gönderdiler. Ben Yeşilyurt’a gitmek istedim. Çünkü orada as olarak oynama fırsatı bulacaktım. Bir de Yeşilyurt’un antrenörü, aynı zamanda milli takım antrenörüydü.
Böylece A milli takımın kapısı açıldı bana ve 2003 Avrupa Şampiyonası’nda 18 yaşındayken oynama fırsatı buldum. Büyük takımlarda oynamak, küçüklükten beri hayalini kurduğum bir şeydi ama bunu bu şekilde sıralı yapabileceğimi tahmin etmemiştim doğrusu.
1998-99 sezonundan 2002-03'e kadar Türkiye’de şampiyonluğu başka bir takım hayal dahi edememişti. Avrupa Şampiyonası'ndan sonra takıma siz katıldınız. Aklınızdan neler geçiyordu?
E.G.K: Açıkçası böyle bir camiaya gelmek bir yandan korkutucu bir şeydi, bir yandan da inanılmazdı. Bir kere olağanüstü bir atmosfer vardı. Orada en üst noktaya çıkmak ve kendimizi göstermek hepimizin hayallerini süsleyen bir şeydi. Eczacıbaşı sıkı bir oluşum içine girmişti zaten. Çünkü bir önceki sene çok güçlü bir kadroları varken -ki bu takıma rüya takım diyebiliriz- şampiyon olamadılar. Yönetim bir karar aldı ve geleceğe dair bir plan yapıp uzun süreli bir antrenör ile anlaştı. Sonrasında bütün takım yenilendi. Bizler de işte yirmili yaşlarımızın başındaydık. Bu taktik tuttu açıkçası. Tecrübeli ablalarla gençlerin karışımı olarak güzel bir atmosfer yakaladık. Birkaç sene üst üste genç bir kadroyla şampiyonluklar elde ettik.
O yenilenme sırasında kulübün renkleri değişti, takımın başına da Marco Motta geldi. Nasıl bir ortam vardı? Bir değişim zamanı olmasına rağmen üç yıl üst üste şampiyon olmayı başardınız.
G.K.K: Esra’nın anlattığı gibi… 2003’ten sonra takımda çok önemli yıldızlar vardı ama maalesef istenilen şey olmadı. Eczacıbaşı gençlerle devam etmeye karar verdi. Motta da çok hırslıydı ve gençlerle çalışmayı seven bir antrenördü. Bir de takımınızda iyi yabancı oyuncularınız olabilir, yıldız oyuncularınız olabilir ama takım olabilmek çok başka bir şeydir. Motta o dönem bunu yarattı. Gençlerin uyumu, oynamayı çok isteyen sporcularla bir araya gelince takım havasına girildi. Bu her sene olamıyor.
2011-2012 belki de Eczacıbaşı tarihinin en unutulmaz sezonlarından biriydi. Süper Kupa, lig ve Türkiye Kupası kazandınız. O sezon takımda nasıl bir hava vardı?
E.G.K: Deliler vardı takımda (Gülüyorlar)…
G.K.K: Büyük egosu olan yıldızlar yoktu.
E.G.K: Yabancı oyuncularımız özveriliydi. Kübalı bir oyuncumuz vardı, Mirka Francia. Türkiye Şampiyonası’na gidecekken sakatlandı. Diğer yabancı oyuncumuz oynamaya başladı. Aslında Mirka daha kariyerli oyuncu olmasına rağmen, iyileştikten sonra kendisi yokken daha iyi olan arkadaşı Senna Usic’in oynamasını istedi. Bence bu, takım olduğumuzun en büyük kanıtıydı.
G.K.K: Her sezon olmuyor işte bu… Eğer bir de egolar yüksekse ve sahada ilk göze çarpan şey güzel voleybol yerine egolar oluyorsa işte o zaman olmuyor. Egoyu bir kenara bırakıp yüreğini ortaya koyduğun zaman başarı geliyor. O sezon öyleydi. Sakatlığı olanlar, maçtan önce ateşlenenler, biraz iyileşip öyle maça çıkanlar… Çok fazla özveri vardı.
Voleybola ilgi duyanlar her sezon başında "O sezon bu sezon mu?" diye sorar olmuştu. Çünkü müzede çok kupa vardı ama hâlâ Avrupa’nın bir numaralı kupası kazanılamamıştı. Ta ki 2014-2015'e kadar… O sezonu farklı yapan neydi?
E.G.K: Biz de çok merak ediyorduk neden olamıyoruz, neden olamıyoruz diye.
G.K.K: Ama "Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmadan bırakmayacağız" dedik.
E.G.K: Eczacıbaşı her sezon bunu düşünerek yola çıkan bir kulüp. Fakat gerçekten Türkiye’nin voleybolu da öyle bir noktaya geldi ki inanılmaz paralar harcanıyor. VakıfBank dünya yıldızlarını aldı. Fenerbahçe Acıbadem çok önemli oyuncular getirdi; Amerikalılar, İtalyanlar, herkes bizim ligde oynamaya başladı. Neticede bunlar başarıyı getirdi. VakıfBank şampiyon oldu, Fenerbahçe Acıbadem şampiyon oldu; bizim de senelerdir altyapısını hazırlayıp bu madalyayı kazanamayan kulüp olarak zamanımız gelmişti. Rekabet başarıyı getirdi.
Eczacıbaşı'nda jenerasyonlar, antrenörler, teknik ekip değişiyor fakat aile havası hep aynı kalıyor. Bu nasıl mümkün olabiliyor?
G.K.K: Her sezon başarı gelmiyor, görüyorsunuz (Gülüyorlar). Eczacıbaşı voleybolda bir lokomotif. Yani onların hedefi, Türk kadınını her zaman böyle bir platformda en üst düzeye çıkarabilmek. Türk voleybolu da zaten Filenin Sultanları’ndan sonra çok büyük adımlar attı. Bu daha sonra kulüplere de yansıdı.
E.G.K: Bence Eczacıbaşı Ailesi diyelim, yani holding olarak, hep böyleler. Spor bölümünde özellikle bunu yaşatmaya çalışıyorlar. Her sene, Faruk Bey (Eczacıbaşı) takıma kendi evinde davet verir. Hatta biz voleybolu bıraktık ama Eczacıbaşı’nın bir grubu var, orada yemekler düzenleniyor. Bırakmış olsak da biz eminiz ki o ailenin bir parçasıyız. Bir de Gülden ve ben kendimizi şanslı hissettik. Jübile düzenlendi bizim için. Herkese nasip olmaz bu. Eczacıbaşı bu misyonu üstlenmiş bir kulüp. Bu da fark yarattıkları noktalardan biri...
Milli takıma geçecek olursak… Elbette daha önce elde edilen başarılar da var ama 2003 herkese göre çok farklı. Sanki bir şeylerin başlangıcı gibi. Ne dersiniz?
E.G.K: 2003 öncesinde milli takımın başarıları vardı. Fakat hâlâ dünyaya açılmış değildi. Örneğin Balkan Kupası’na gidip şampiyon olunabiliyordu. O zaman da voleybol popülerdi, o zaman da dışarıda Eczacıbaşı’nın Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin oyuncuları tanınıyordu. Çok kıymetli jenerasyonlar vardı. Fakat 2003’te ev sahibiydik, bu çok önemli. Ne yazık ki turnuva öncesinde başantrenörümüzü (Deniz Esinduy) kaybetmiş olmamız, bizi ateşledi. Çünkü turnuvaya çok iyi hazırlanıyorduk. Fakat sadece bir hafta kala, otelde antrenörümüz kalp krizi geçirdi ve hayatını kaybetti. Biz de bunun şokuyla, "Nasıl yani, şimdi ne olacak" gibi şeyler dedik. Sonra, ev sahibiyiz ve o kadar emek verdik diye düşünerek toparlandık. Seyirciler de bizi hiç yalnız bırakmadılar.
G.K.K: Orada tabii seyircinin de desteği ile gün gün ilerledik. Baştaki hedef ilk dörde girmekti. Maç kazandıkça güveni geldi takımın. Sonra zaten Filenin Sultanları devri başlamış oldu.
2003’e giderken bir miras var mıydı? Yoksa bir kırılma noktası mı yaşandı?
G.K.K: Bence her şey üst üste geldi. İyi bir jenerasyon, Deniz Ağabey için oynamamız, şampiyonanın Ankara’da olması ve seyircinin desteği… Avrupa’da ilk üçe girmeyi elbette herkes ister ama biz bunu başarabileceğimizi en başta düşünmüyorduk. Daha çok keyif almaya bakıyorduk.
E.G.K: Gençler ve tecrübelilerin bir araya gelerek yakaladığı hava çok önemliydi. Hatta öncesinde bir hazırlık turnuvasına gitmiştik. Orada Rusya ile çok iyi mücadele edip 3-0 yenilmiştik. Ablalardan birisi "Biz bunları Ankara’da yeneceğiz" demişti. Takımın gençleri olarak birbirimize baktık, "Hadi ya!?" falan dedik. Çünkü Rusya gerçekten çok güçlüydü, rüya takımdı yani ve şampiyon olmaları bekleniyordu. Ama onları Ankara’da 3-0 yendik. Ondan sonra bizi kimse tutamadı.
Peki finalde Polonya karşısında neden işler istenildiği gibi gitmedi?
G.K.K: Erken havaya girmiştik. Bir gün önceki **** maçtan sonra mutluluktan halay çekiyorduk.
E.G.K: O atmosferde Polonyalıları da yeneriz diye düşündük. Fakat şunu unuttuk ki Polonya daha önce pek çok kez final oynamış, kaybetmiş ya da kazanmıştı. Antrenörleri ve oyuncuları çok tecrübeliydi. Biz ilk kez Avrupa’da oynuyorduk, o atmosferde yeneriz dedik ama bütün enerjiyi final maçından önce boşaltmıştık zaten. O yüzden kazanamadık.
G.K.K: Maalesef gazeteler "sultanların final sendromu" gibi şeyler yazdılar. Oysa biz başka final oynamamıştık ki! Ne sendromundan bahsedildiğini anlamadık. İlk kez olunca böyle şeyler olabiliyor. Bu fırsatı yakalayınca o kadar heyecanlandık ki kimse o gece uyuyamadı zaten.
E.G.K: Bir de sanki bize şampiyon olmuşuz gibi geldi. Maçlara eskort araçlarla gidiyoruz ve insanlar yolda bize el sallıyor, kornalar, bağırışlar… Finale kaldık, sonuç önemli değil, şampiyonuz dedik yani. Bu psikolojiyle çıkınca Polonya’yı yenmek çok zor zaten.
Avrupa Şampiyonası’nda ikinci olduktan sonra 2006 Dünya Şampiyonası için de beklenti artmıştı. Neler yaşandı Japonya’da?
G.K.K: Ülkede bir kez başarı geldiğinde, bir sonraki şampiyonada doğal olarak herkesin gözü ilk üçte oluyor. Ama 2006 bambaşka bir şeydi. Dünya Şampiyonası bir kere. Rakipler Brezilya, Amerika, Rusya… Dünyanın en kuvvetli takımları var orada. Tabii ki kurada kimin çıktığı ve o atmosferi yakalayıp yakalamamak da çok önemli. Avrupa Şampiyonası’nda üstümüzde yine baskı vardı ama çok değildi.
Ondan önce bir başarı olmadığı için oynadıkça keyif almaya başladık. Her sporcu stresle başa çıkamıyor. Dünya Şampiyonası’nda bunu yaşadık.
E.G.K: Bir de; lig var, lig devam ederken bir sürü kupa var. O bitiyor, milli takıma gidiyoruz. Dünya Şampiyonası’na gitmeden önce birçok turnuva var. Voleybolun böyle bir dezavantajı var. Futbol öyle değil, turnuvaya hazırlanıyorsun, maçını oynuyorsun, bitiyor. Voleybolda hiç ara vermeden turnuva ve maç var. Devamlı aynı konsantrasyonu sürdürebilmek kolay değil. O yüzden sürekli inişler ve çıkışlar oluyor.
2012, Türk voleybolu için başka bir dönüm noktasıydı. İlk kez olimpiyata gidildi ve siz yine o takımın en önemli parçalarıydınız. O nasıl bir deneyimdi?
G.K.K: Hepimizin kariyeri önemli başarılarla dolu, birçok kupa kazanmışız. Ama en nihayetinde, herkes olimpiyata gitmek istiyor (Gülüyor). Antrenman yapıyoruz, antrenmandan sonra herkes "Oh, sakatlanmadan antrenmanı tamamladım" diyor.
E.G.G: Kimsenin sakatlanıp kadrodan çıkmaya tahammülü yoktu.
G.K.K: Çünkü bir sporcunun en büyük hedefi olimpiyattır. O turnuvada da elemeler o kadar zordu ki… İnanmıştık ve oynamaktan keyif almıştık. Herkes ismini bir kenara bırakıp yüreğini takım olmak için ortaya koyduğunda başarı geliyor.
Londra’da başarı neden gelmedi? Daha doğrusu Türkiye için 2020 çok önemli bir hedef ve "Acaba derece gelir mi?" diye bakılıyor. O zaman ve şimdi arasındaki fark ne sizce?
G.K.K: Tecrübe. Yani biz oraya gittiğimizde çok şaşırdık. İçimizden "Aa, burası nasıl bir yer" falan diye geçirdik. Çünkü olimpiyat köyünde yemek yemeye gittiğimizde, Michael Phelps yemek yiyor, sonra Usain Bolt geliyor, değişik bir ortam. Doğal olarak ikinci defa gidildiğinde daha çok konsantre olursun. Biz biraz bunları yaşarken maçlar bir anda geldi geçti. O takımla bir daha gitmiş olsaydık bence dereceye bile girebilirdik. Tecrübesizlik işte.
E.G.K: Bir de 2012 Londra'nın Avrupa elemelerinde takımdaki herkes bütün gücüyle savaştı. Olimpiyatta ise nasıl olsa geldik, artık Londra’dayız diye düşündük. Buraya kadar geldik, ben de oynayayım, o da oynasın, herkes oynasın derken takım havası dağılmış oldu.
Artık Türkiye’yi de Brezilya ve Rusya gibi ekol ülkeler arasında sayabiliriz. Onlar en başta neyi farklı yapıyorlardı? Ve biz neler yaptık da onları yakaladık?
E.G.K: Yetenek taramaları şimdi bizde yavaş yavaş oturtulmuş durumda. Fabrika voleybolu diye bir şey var. Oradan yıldız takım, genç takımlar ve sonra A milli takımlar. Böyle bir sistem oturdu şu anda bizde. Tabii sistemi İtalya’dan, Brezilya’dan gördük ve aldık. Rusya zaten bir ekol ve onlar da eskiden beri uyguluyorlar bu sistemi. Ancak biz de artık o çemberin içerisindeyiz.
Zamanında, İtalya’daki ekonomik krizi çok iyi değerlendirdik. Öyle olunca pek çok yetenekli oyuncu bize geldi. Artık federasyon da daha profesyonelleşmiş durumda. Yeni salonlar açılıyor. Anadolu’ya taşınıyor. Voleybola ilgi şu an çok yoğun. Elbette önceden de ilgi vardı ama biz bu kadar sistematik değildik.
G.K.K: Bir de eskiden büyük turnuvalarda yoktuk. Şimdi hepsinde varız. Brezilya, Rusya ve İtalya gibi ülkeler neden çok önceden beri en tepeye oynuyor? Çünkü hep iyi turnuvalarda varlar. Dünya şampiyonaları, Avrupa şampiyonaları, kıtalararası şampiyonalar…
Ne kadar çok iyi maç oynarsan o kadar tecrübe kazanıyorsun ve söz sahibi oluyorsun. Biz de Filenin Sultanları'ndan sonra bir çıkış yakaladık. Çünkü bütün turnuvalarda yer almaya başladık. Artık ülke olarak neler yapabileceğimizin de farkına vardık.
Ekol olmak için aslında bir şeylerin tekniğinde de iyi olmak gerekiyor. Küba bu konuda iyi bir örnek. Sovyet ekolünden geldikleri için işin teknik eğitimini iyi veriyorlar. Siz de altyapıda büyürken bir eğitim aldınız. Yabancı antrenör ile ilk çalıştığınızda farklılık hissettiniz mi?
E.G.K: Biz aslında Brezilya’dan da İtalya’dan da bir şeyler aldık. Hepsinin kendi tarzı var. Birisi kondisyona çok önem veriyor, diğeri teknik ya da taktik antrenmana... Bence Türk voleybolu hepsinin harmanlanmasıyla oluşuyor. Örneğin Rusların tarzı hücum ağırlıklıdır. Fakat biz sadece hücumu iyi yaparsak başarılı olamayız.
G.K.K: Ruslar topu yükseğe atarak oynarlar, boyları çok uzun zaten, iyi savunma yapamazlar. Hücumda çok iyiler. İtalyanlar savunmaya çok önem verir. Türklerin savunması da İtalyan antrenörlerin lige gelmesiyle gelişti. Onlarla beraber bizim savunma idmanlarımızın süresi arttı. Brezilya, kondisyona çok önem veriyor. Yani her antrenörden, her ekolden bir şeyler kapmak gerekiyor.
Türk voleybolunun bu seviyeye gelmesinde Cengiz Göllü, Adnan Kıstak, Reşat Yazıcıoğulları gibi Türk antrenörlerin de çok büyük payı var ve şu anki yükselmenin mimarı onlar, değil mi?
E.G.K: Tabii ki. Çünkü o ekol gelirken, genç milli takım altyapısında Cengiz Göllü, Adnan Kıstak çok büyük emekler verdiler. Ben Cengiz Ağabey ile birebir çalışma fırsatı bulamadım ama milli takımlar koordinatörü olduktan sonra, altyapılarda ve milli takımda kısa bir süre çalışabildik. Onun katkısıyla yabancı antrenörler geldi. Ayrıca milli takımlarda herkes Adnan Kıstak’ın elinden geçmiş, ondan bir şeyler öğrenmiştir. O dönem ekol olma yolunda adımlar atıldı. Çünkü genç takımlardayken Adnan Ağabey çabuk voleybolu oynatmaya çalışmıştı bize. "Voleybol artık değişiyor, çabuk oynamamız lazım" diye tembih ediyordu hep.
G.K.K: En önemlisi de hepsi vizyonu olan insanlardı. Hem sporculukta hem antrenörlükte yeni fikre açık olmak çok önemli. Takım oluşturulurken referans verip, takımın oluşturulması için fikirlerini paylaşan antrenörler onlar. Belki de ekol biraz da bu şekilde oluştu.
Cengiz Göllü ile bir ekol başladı, onu devam ettiren antrenörler kimlerdi?
E.G.K: Reşat Yazıcıoğulları ve Mehmet Bedestenlioğlu ile çalıştık. Onlar Türk voleybolu için çok büyük emekler vermiş insanlar. Fakat bir dönem sonra Türk antrenörler tercih edilmedi. Ekolü oturtmak için yabancı antrenörler tercih edildi. Onlardan da çok fazla şey öğrendik. Yabancı antrenörlerin getirilmesinde Cengiz Göllü’nün çok önemli katkıları var.
G.K.K: Türk antrenörler bizim duygusallığımızın ne kadar ön planda olduğunu biliyorlar. O yüzden Cengiz Ağabey, Adnan Ağabey, Reşat Ağabey, sporcuyla nasıl konuşulması gerektiğini iyi bilen insanlardı. Biz halk olarak kendimize güven verilmesini severiz, gaza getirilmek hoşumuza gider. Maça çıkmadan yapılan konuşmalar falan çok önemliydi yani. Zira insan bazen kendi dilinden bir şeyler duymak istiyor. Yabancılarda o duygusallık yok. Tamamen işlerine konsantre oluyorlar. Bazen duygusal anlamda güzel şeyler söylesin diye bekliyorsun ama genelde bunu yapmıyorlar. Bunları yaşayarak görüyorsun ve hepsini harmanlıyorsun, tecrübe böylece oluyor.
2012’den önce Marco Motta yıldız kız milli takımının antrenörüydü. Daha sonra A Milli Takım’ın başına geçti. Giovanni Guidetti'nin de önemi büyük elbette ama Türk voleybolunun sıçramasında Motta’nın farklı bir yeri var diyebilir miyiz?
E.G.K: Motta’nın ikimiz için de önemli bir yeri var. Çünkü Eczacıbaşı’nın benim transfer olduğum zamanki oluşumunda da Motta vardı. Daha sonra 2011’de tekrar geldi ama hiç kopmadık o dönemde. Hayatımızdaki rolü büyük çünkü bize elit sporcu olmanın mantalitesini öğreten antrenördü. Diğer taraftan, bize çok kızardı. O zaman küçüktük ve genellikle de ağlardık. Maçtan sonra da güler ve espri yapardı. Sonrasında milli takıma gelince de çok sevindik. Onunla Avrupa üçüncüsü olduk, olimpiyata katıldık, Grand Prix’de madalya aldık. İlk defa dünya çapında bir turnuvada madalya kazandık. Aslında çok başarılı bir dönem geçirdik.
G.K.K: Diğer oyuncularla arasında da bir köprü olduk. "O öyledir, çok serttir ama siz kötü düşünmeyin, her şeyi başarı için yapıyor aslında" diye onları teselli ettik. Bazı sporcular kaldıramıyor bunu. Oyun tarzımızı değiştirmek isterken yapamıyoruz diye çok ağlamıştık Esra’yla. Fakat saha dışında da bir o kadar babacan ve hoşsohbettir, her şeyi unutturur. Seni kazanmaya çalışır. İşini o kadar severek yapardı ki Eczacıbaşı’nda genç takımların antrenmanlarını da izler, akşam hepsi bittikten sonra evine giderdi. Yani tamamen voleybol âşığıydı ve sporcu yetiştirmek için kendini eğitmiş bir antrenördü.
Açıyı bulmanızı mı sağlıyor?
G.K.K: Evet. Biz tabii hemen yapamıyoruz. Çünkü bu sefer en baştan tekniğin de değişiyor, onu yapayım derken sürekli top kaçırıyorsun. Yani bazen diyordum ki 25 yaşıma gelmişim, kaç senedir böyle manşet alıyorum, neden değiştiriyorsun? Sonra yaparak öğrendik. Gelişmenin yaşı yok. Bu kadar uzun süre oynayabilmemizde Motta’nın etkisi çok büyüktür.
2003’ten sonra medyanın da size büyük ilgisi vardı. Reklam filmleri, tanıtımlar… O dönem bir sürü aile, çocuğunu voleybola yönlendirmeye başladı. Siz öncülük ettiniz buna...
G.K.K: Evet o dönem çok fazla ilgi vardı üzerimizde. Yeni spor okulları açıldı, lisanslı kız çocuklarının sayısı arttı. Buna öncü olduğumuz için çok mutlu olduk.
Voleybol kadınlara çok yakışan bir branş. Başarı geldikçe izlenme oranı da arttı. Gündemde olmamız, sponsorlar ve Türk voleybolunun bir yere gelmesi hep paralel olarak ilerledi.