
Öncü
10 dk
Tenis geleneği kısıtlı bir ülkeden üst düzey şampiyon çıkar mı? Gülberk Gültekin Salman, bu soruya 'Evet' cevabı verebilmek için yola koyuldu ve bir referans noktasına dönüştü.
İstanbul Cup adıyla kendi organizasyonumuza sahibiz, prestijli sezon finallerine ev sahipliği yaptık ve bir turnuva şampiyonu çıkarmayı başardık… En üst klasman olan WTA düzeyinde, Türkiye kadın tenisinin milenyum sonrası gündem maddeleri aşağı yukarı böyle. Biraz geriye, doksanlara baktığımızda ise karşımıza daha mütevazı hikâyeler çıkıyor. Gülberk Gültekin Salman, bu hikâyelerin kahramanlarından. Tesadüf eseri adım attığı kortlarda, ülke tenis tarihine geçecek başarılar zincirine ilk halkaları eklemiş ve arkasından gelenlere yolu açmış bir isim o. Şimdi öyküsünü kendi anlatıyor...
Kreşte bale yaparken öğretmenim fiziksel yatkınlığım olduğunu söylemiş ve bir spora yönlendirilmemi tavsiye etmiş. Babamın tayini Karadeniz Teknik Üniversitesi'ne çıkınca yedi yaşına kadar organize bir şekilde spor yapma imkânım olmamış. Her şey, annemin misafirliğe gelen bir arkadaşının "Ben kızımı tenise yazdırdım" demesi ve annemin "Ben de yazdırayım o zaman" diye düşünmesiyle başlamış. Aslında o gün kursa yazılmanın son günüymüş. Kursu veren Şenay Saydaş Hoca, Trabzon'da o dönem her cumartesi ve pazarını çocuklara tenis öğreterek geçirirdi. Tenisi kitaplardan öğrenmiş ama bildiklerini karşılıksız olarak çocuklara aktarmak istemiş birisiydi.
İşin komiği, biz tenisin ne olduğunu bilmiyoruz. Cumartesi günü bir gittim, herkes bembeyaz giyinmiş, benim üzerimde bir kot şort ve kırmızı tişört. Elimde raketim yok. Sonrasında Şenay Bey bana bir raket buldu; kenarı kırık, kırmızı bir kurdeleyle bağlı grafit bir raket. Kısacası hiçbir ekolü olmayan, tamamen gönüllü olarak 20-30 çocuğun eğitildiği ama daha sonrasında şampiyonlar çıkaran bir yapıydı.
Şenay Bey, çok disiplinli bir hocaydı. Konuşmak, sırayı bozmak, su haricinde bir şey içmek yok, ailelerin antrenmanı seyretmesi yasak, turnuva olursa herkes konuşmadan seyretmeli, tuvalete gidilecekse el kaldırılmalı… Ben şu anki hayatımdaki disiplini ta o yaştan aldım. Hep sorarlar "Çocuğun bir spor yaparsa öyle bir antrenör ister misin?" diye, hakikaten isterim.
Profesyonellik kararım kendiliğinden gelişti. Dokuz yaşında ilk turnuva maçıma çıkıp 6-0, 6-0 kaybettim. O sırada küçük yaş kategorileri yoktu, 15 yaşında bir rakiple oynadım Ankara'da. Sonrasında ben 10 yaşındayken ilk kez '12 yaş' kategorisi kondu. Ben de o kategoride şampiyon oldum. Zaten o kategoride iki kişiydik, tek kişiyi yenip şampiyon oldum. Çok büyük başarı! Sonraki yıllarda sayılar arttı tabii. Her yaş kategorisinde şampiyonluklar yaşadım.
Küçük yaşta şampiyonluğun tadını aldıktan sonra bir aşk doğuyor tabii. Bütün hayat ona göre şekillenmeye başlıyor. Hatta 11 yaşındayken gitme hakkı kazandığım Anadolu lisesi için "Gitmeyeceğim" diye ağlamıştım. "Eğer gidersem bütün gün okulda olmam gerekir, tenis oynayamam" diye düşünüyordum. Şenay Bey "Eğer milli takıma girersen yabancı dile ihtiyacın olacak. Anadolu lisesinde sana iyi lisan öğretirler" demişti. Hakikaten vizyonu çok geniş bir insandı ve ben de onu dinledim. Ancak okul kıyafetlerimin altına tenis kıyafetlerimi giyerdim ki çabucak çıkarıp tenis oynayayım… Diyorum ya, bir hayat tarzıydı.
13'üme geldiğimde Ergun Gürsoy masrafları kendi cebinden ödeyerek beni ABD'ye yolladı. Tenis geleneği olmayan şehrinde bir kız çıkmış, dikkat çekmiş herhalde. Kendisi de Trabzonlu biliyorsunuz… Nick Bollettieri Akademisi, Monica Seles, Andre Agassi gibi şampiyonların çıktığı bir yerdi o dönem. Monica'yla antrenmanlarda iyi bir arkadaşlık kurmuştuk. Vuruşları oldukça sertti ama onunla denk oynadığımı hatırlıyorum. Zaten o antrenmandan sonra Bollettieri, annemlere mektup gönderdi. "Bu kızda potansiyel var, bana gönderin tenisçi yapayım" diyordu kısaca. Akademi bir burs veriyordu ama yine de belli miktarda ödeme yapılması şarttı. Mesela Monica'nın ödemelerini Yugoslavya devleti karşılıyordu. Babam da cumhurbaşkanı, başbakan, her yerle iletişime geçmeye çalıştı fakat ödenek bulunamadı. 60 bin dolar civarı bir para gerekiyordu. Sonraki yıl Monica, Fransa Açık'ta yarı final oynadı. Bana da oradan kart gönderdi.

Gülberk Gültekin Salman ve Monica Seles
ABD dönüşü büyüklerde şampiyon olmaya, milli takıma girmeye başladım. Ama o zaman Türkiye'de sponsor yoktu, profesyonel turnuva hiç yoktu. Ta ki 1993'teki 10 bin dolarlık ITF Turnuvası'na kadar… Bana o turnuvada ana tabloya wild card (özel davet) vermemişlerdi. Elemelerde oynayıp finale çıkmış, son seti 7-6 verip kaybetmiştim. Fakat bu, gerek benim için gerekse ülke tenisi için büyük başarıydı.
13 yaşında Gül Abla'yı (Güzelbey) finalde zorladığım dönemde yarı finalde Duygu Akşit'i yenmiştim. Duygu o zaman büyüklerdeydi, benden üç yaş büyüktür. O da 16 yaşında Türkiye şampiyonu olan, parlaklık gösteren biriydi. O rekabetle birbirimizi hem destekler hem de ateşlerdik. Bir dönem bir o beni yeniyordu, bir ben onu... Sonra Duygu özel ders vermeye ve oyundan düşmeye başladı. Ben kolay kazandım birkaç yıl. Sonrasında İstanbul'a transfer olup yeniden sıkı antrenman yapınca tekrar o rekabete girdik. Sıcak, tatlı bir rekabetti bu. Milli takımda çok iyi arkadaştık. Hatta Türkiye adına Fed Cup'ta en çok çiftler kazanan Duygu'yla ikimizmişiz. Akdeniz Oyunları'nda birlikte bronz madalya aldık. Otuz yıla dayanan bir arkadaşlığımız var; karı-koca gibi her gün konuşuruz. "İlk göz ağrım" deriz birbirimize, o kadar yakınız...
15 yaşında İstanbul'a, TED Kulübü'ne transfer oldum. 16 yaşında Engin Abi'nin (Kratzer) antrenörlüğümü yaptığı sırada Emlak Bankası sponsor oldu bana ve yıllık 50-60 bin dolar civarında bir bütçe çıkardılar. Biz de yıllık bir takvim yaptık, junior turnuvalarında oynayacağım diye. Hakikaten o sıralar iyi de oynuyordum. Hatta 1 numara olan bir rakibi yenmiştim. Bu şekilde dört ya da beş turnuva oynamıştım ki Emlak Bankası'nın yolsuzluğu ortaya çıktı. Sonrasında bütçeden daha 5 bin dolar harcamışken paramız kesildi. Bakıldığında kulüplerin profesyonel manada bir desteği söz konusu değildi. Geriye ne kaldı? Tenis ve eğitimi bir arada götürebilmek için ABD seçeneği vardı. En iyi alternatifim bunu yapmaktı.
Eski Türkiye şampiyonlarından Mert Ertunga UAB'nin (University of Alabama at Birmingham) kız takım antrenörlüğüne getirilme aşamasında, ben de bir aracı kurumla hangi üniversitelere gidebilirim diye bakıyorum. Mert, "Sana tam burs vereceğim, benim takımımda oynar mısın?" dedi. Hiç düşünmedim bile. Ailem tanıyor Mert'i, ona güveniyor... NCAA dünyasını pek bilmiyorum ama hem eğitim alıp hem tenis oynayacağımdan eminim. Sonra oraya girdiğinde sistemi öğreniyorsun ki bambaşka bir dünya söz konusu. Bizde hâlâ "Sporu ve eğitimi nasıl dengeleriz?" konusu var ya, yegâne örnek orası. NCAA'deki rekabet seni profesyonelliğe hazırlıyor. Hiç All-American olmadım ama NCAA'de 7. sıraya kadar yükseldim. NCAA Championship oynadım. Takımda hep 1 numara oldum.
Sakatlık geçirdiğim dönemde biraz düştüm ama tenisimin ivme kazandığı yer ABD'dir. Çünkü her hafta maç oynuyorsunuz ve tenis sporunun antrenmanla değil, maçla gelişecek bir yapısı vardır. 1992'de oraya gittim, 1993'te az evvel bahsettiğim 10 bin dolarlık turnuva finalini oynadım. Sonrasında 1995 yılında Türkiye'deki iki 10 bin dolarlık turnuvayı kazandım. O sırada Mert'in babası Arif Ertunga bana, "Okulunu dört yılda bitirdikten sonra ben sana destek olacağım" dedi. 1995'in yazında Meksika'da üç tane turnuva oynadım; iki yarı final, bir final gördüm.
Yedi turnuva oynayıp bir anda dünya sıralamasında 391 numara olmuştum. Böylece bir karar aşamasına girdim; acaba okula dönüp mezun mu olsam yoksa bırakıp profesyonel olarak mı oynasam… O noktada Mert'le oturup konuştuk, "Ben ve babam sana destek olacağız ama üniversite takımında bir yıl daha oyna, okul bitsin" dedi. Bitmedi o ayrı mesele ama 1999'a kadarki süre orada geçti. Tabii eğitimli bir anne-babanın evde sürekli "Okulunu bitir, okulunu bitir" baskıları vardı. "Hayır bitirmeyeceğim, ben tenis oynuyorum" diyorum ama kortta da başarısız geçen bir dönemdi bu. İlk turlarda yenilmeye, oyundan keyif almamaya başladım...
Madalya Heyecanı
Bari'deki Akdeniz Oyunları'nda kazandığımız çiftler bronzu büyük başarıydı. Çok komik de bir hikâyesi vardır… Oyunlara gittiğimizde iki hafta kalıyorduk, çünkü maçlar o süreye yayılıyordu. Biz beklenmedik şekilde ilerledik, kafilenin geri kalanı da üçüncülük maçından iki gün önce gitti. Bir tek Engin Abi kaldı antrenörümüz olarak. Ev sahibi İtalyanlara karşı oynuyoruz, küçük bir merkez kort ama alabildiğine dolu... Biz de Duygu'yla beraber, nasıl olsa Türkiye'den kimse yok diyerek ana avrat, ağzımıza geleni söylüyoruz. Meğer Türk bir gazeteci arkadaşımız varmış aramızda. Utandık biraz ama kazanmak güzeldi. Son set 6-5'ken, servis esnasında heyecandan kolumun titrediğini hatırlarım...
Çocukluğumdan beri sıkıldığımda gittiğim, hep yanımda olan psikoloğuma danıştım bu süreçte. Onunla birkaç kez konuştuktan sonra aydınlanma geldi. "Gideceğim ve üniversitemi bitireceğim. Döndüğümde devam ederim etmem, orasına bakarız" dedim. O sırada daha çok derslere yoğunlaştım, onları verdim. Bir de sakatlığım vardı omzumda, ameliyat oldum. Döndüğümde 26 yaşındaydım, önümü göremedim. Küçük küçük sponsorluklar oluyor, TED birkaç turnuvaya götürüyor, Antalya'da da eskisinden daha fazla sayıda turnuva var ama şunun muhasebesini yaptım: Ben, olmayan bütçelerle nereye kadar gidebilirim, bir Türkiye şampiyonluğu daha bana ne getirir? Sekiz şampiyonluğum vardı da ne getirdi?
TED Başkanı Mehmet Abi'ye gidip "Kulüpte en büyük eksik sponsor, buna ek olarak da sporcuların desteklenmesi. Sporcuların yönetimle arasında bir bağ yok, bu görevi ben yapayım" dedim. Oynamaya devam etmemi istedi ama ben kararlıydım ve tenisi bırakmış oldum. Sponsor olsaydı, kulüp daha fazla turnuvaya gönderebilseydi, şimdilerdeki gibi 52 turnuva olsaydı belki o kararı vermezdim. Ancak şu anda da geçmişe baktığımda verebileceğim en doğru kararın bu olduğunu düşünüyorum. Çok eleştirildim ama hakikaten, 11 şampiyonluğum olsa ne olacaktı? Şimdi Pemra (Özgen) beni geçti, "Bak rekorun kırıldı" diyorlar. Rekorlar kırılmak içindir. Benim hiçbir zaman "En iyisini yapayım, en yüksekte olayım, bunu ilk ben yaptım" gibi bir duygum olmadı.
Ben kendimden önceki nesilden çok daha şanslıydım ama şimdiki nesil de benden çok daha şanslı. Bu hep böyle devam edecek. Her zaman daha iyisi gelecek. Şartlar daha iyiye gidince kortlara geri dönmeyi ise hiç düşünmedim. Saha içerisinde de antrenörlük tarafında da kendimi göremedim. Belki de o eğitimi alıp pazarlama dünyasının dinamiklerini öğrendikten sonra daha çok kort dışında yardımcı olabileceğimi düşündüm. "Acaba küstüm mü, bu kararı küstüğüm için mi verdim?" diye düşünürüm bazen. Ama hayır. Benden öncekilerden şanslıydım diyorum ya, aslında kendi jenerasyonum içinde de şanslıydım; Duygu'dan, diğerlerinden daha şanslıydım ama ben o şansı yeterli görmedim. Biri on bin dolar, biri yirmi bin dolar verecek, kulüp on turnuvaya gönderecek… Hiçbir zaman tam profesyonelliği yaşayamadım, "Tenis benim hayat tarzım, 32 hafta turnuva oynuyorum" diyemedim. O profesyonelliği tam olarak yaşayamadığında performansın mutlaka etkileniyor. Bu iş bir takım oyunu. Antrenörün, diyetisyenin, fizyoterapistin, mental destek verenin olmalı.
Bu, hayat tarzımdaki mükemmeliyetçilikten kaynaklanan bir şey belki de, geri dönmemem de bununla ilgili olabilir. Ben Bahçeşehir'de oturuyorum, belediye bir pinpon turnuvası düzenlemiş, yarın akşam maçım var. Dün gittim, "Biri benimle antrenman yapsın" dedim. Antrenmanda bile hâlâ hırs var, puan kazanınca bağırdığım oluyor. Ben 35 yaşında korta dönseydim tekrar kondisyona başlardım, günde beş antrenman falan filan… Yani başlayacaksam onun tekrar tam bir paket olması lazımdı. Hayatımda hiçbir şeyi yapmış olmak için yapmadığım için geri dönmek hiçbir zaman bir opsiyon olmadı.
.jpg)
Benden sonraki jenerasyonlara yeteri kadar destek olamadım... Gerçi her zaman "Benden ne arzu ederseniz yardımcı olabilirim" deyip kapılarımı açık bıraktım ama o kapıdan giren de olmadı. Belki daha agresif olmam gerekiyordu, belki kendi kaynaklarımı kullanarak orada olmam gerekiyordu, bunu yapmadım. Ama iki yıl önce Türkiye Tenis Federasyonu beni uluslararası federasyonun kadın tenis komitesine üye gösterdi, üç yıl önce federasyonun eğitim kuruluna alındım ve orada biraz kaynamaya başladım. Bu yıl iyice işin içindeyim. Özellikle alt yaş gruplarındaki çocukların mental eğitimi, ailelerin çocuklara yaklaşımı veya çocukların beslenmesiyle ilgili bir şeyler yapabilmek istiyorum. Çağla, İpek, Pemra, Başak… Milli takımdaki kızların hepsini tanıyorum, ne zaman bir şeye ihtiyaçları olsa yardımcı olmaya çalışıyorum, turnuvalardan sonra onlara alkışlar gönderiyorum ama henüz daha fazlasını yapabilmiş değilim.
Şu anda kitle iletişim araçları parmağımızın altında, hepimiz birer medya mensubuyuz bir bakış açısıyla. Bizim zamanımızda sosyal medya yoktu, internet yeni yeni çıkmaya başlamıştı; sadece televizyon, radyo, gazeteler, dergiler vardı. Biz de futbol odaklı bir ülkeyiz, şimdi ikincil olarak yavaş yavaş basketbol ve voleybol geliyor başarıya bağlı olarak, diğer sporlar hep arka planda. O sebeple medyayla ilişkilerimiz çok yakın değildi ama Hülya Avşar sağ olsun bizi çok güzel tanıttı, ona diyecek hiçbir şey yok. Belki onun sayesinde tenis birazcık daha ilgi topladı ama Türkiye'deki birçok bireysel sporun kaderinde olduğu üzere sınırlı bir ilgiydi bu.
Bir keresinde başım belaya girmişti Hülya'yla. Milliyet'te bir röportajım çıktı, başlığını Hülya üzerinden attılar. "Hülya Avşar kadar tanınmıyoruz" falan… Abi niye Hülya'yla karşı karşıya getiriyorsun beni? Hayır tanışıyoruz bir de, bizim kulübün üyesi, iletişimimiz iyi... Ertesi gün Hülya Avşar Show'dan aradılar, konuk etmek için. "Aldık başımıza belayı" deyip gittim. "Sen benimle mi uğraşıyorsun?" diye sorduydu. Niye uğraşayım, başlığı öyle atmışlar… "Seninle tenis oynamak istiyorum" deyince, küçücük bir mesafede birbirimize top atmaya çalıştık. Sonra yine aynı gazetede bir köşe yazarı "Tenisçi kızın şöhret tutkusu" diye bir yazı yazdı, tanınmak için Hülya'nın şovuna çıkıp maskaralık yapıyormuşum. Olmayan bir olayın kıvılcımlanıp geldiği yere bak. Sen benim neden o şova çıktığımı bile bilmiyorsun. Tamam ben de mutlu değildim orada tenis oynamaktan ama bu formatı ben yaratmadım ki. Sürekli kanal kanal geziyor olsam hadi neyse ama böyle bir şey de yoktu. Tam da "Amerika'ya dönüp okula devam mı etsem" diye düşündüğüm zamanlar… Hani son damla bu yazı oldu.
