
Öncü
10 dk
‘Çok yönlü oyuncu’ tarifi, basketbol lügatına Oscar Robertson sayesinde girmişti. Murat Murathanoğlu, basketbolla tanıştığı dönemde izlediği yıldızı yazdı.
Oscar Robertson’ı ilk seyrettiğim dönem, basketbola aşkımın ilk filizlendiği yıllardı. Kötü bir Cincinnati Royals takımının uzak ara en iyi ve dikkat çeken oyuncusuydu. Sanırım 30 yaşını geride bırakmıştı ve triple-double (üç kategoride çift hane) ortalamaları tutturduğu dönemin üzerinden rahat bir beş sene geçmişti. Kısacası o artık, NBA kariyerinin ilk beş sezonunda (1960-1965) triple-double (sayı, ribaund, asist) ortalamalar yakalamış oyuncu değildi. Sayı ve asist kategorilerinde sıkıntı yoktu; bir oyun kurucu olarak üstüne düşeni yapmaya devam ediyordu. Ancak ribaund yönünden eskiyi aratıyordu; çünkü LeBron James’in erken modeli sayılabilecek ‘The Big O’ lakaplı Robertson, artık insani boyutlara gerilemişti. Oyun kurucu pozisyonu için hâlâ ekstrem bir örnekti ama uzunlarla kıyaslandığında gerileme yaşıyordu. 24- 25 sayı, 9-10 asist üretmeyi sürdürüyordu lakin ribaunt ortalamaları 7’yi bile bulmaz olmuştu. Üstelik, LeBron James’in 7-8 santimetre kısa ve 20 kilo hafif olan bu öncü modeli, maalesef LeBron kadar atletik değildi. Yine de ‘çok yönlü oyuncu’ tarifi basketbolda onun sayesinde yer edinmişti. Ayrıca oyun kurucu olsun, olmasın, XL boyutlarda oyuncuların da topa hükmedebileceği kabulü, kendisiyle başlamıştı.
Oscar Robertson basketbolu bıraktıktan beş yıl sonra, NBA’de üç sayı kuralı uygulamaya konuldu. Her ne kadar orta mesafe şutları ve post-up ustalığıyla tanınsa da bu uygulamaya denk gelmiş olsa sayı ortalamaları daha da yükselebilirdi. Ancak Robertson her şeye rağmen, sürekli değişen ve gelişen basketbolun en önemli yenilikçilerinden biriydi. Bir buldozer kadar güçlü olan bu oyun kurucu, modern basketbolun önünü açan isimler arasında en üst sıralarda yer alıyordu. İçeriden veya dışarıdan, yüzü veya sırtı dönük, sağ veya soluna giderek, oynatarak veya oynayarak, attırarak veya atarak... Robertson’ın yapamayacağı hiçbir şey yoktu.
Ancak Cincinnati’de işler yolunda gitmiyordu. Takımın koçu NBA tarihinin efsane oyun kurucularından 40 yaşındaki Bob Cousy’ydi ve hem seyirci ilgisini artırmak hem de daha iyi sonuçlar alabilmek adına kendisini yeniden parkelere sürdü. Cousy-Robertson, kağıt üstünde inanılmaz bir guard düeti gibi dursa da gerçekte öyle olmadı. Royals, nedeni tam olarak bilinmeyen kararla (Robertson’a göre kıskançlıktan dolayı), 1970 yılında beklenmedik bir hamleyle Robertson’ı Milwaukee Bucks’a takas etti. Kariyerinin son virajlarına yaklaşan Robertson; siyahi öğrencilerden kurulu Crispus Attack Lisesi takımını art arda iki kez (1955-1956) Indiana eyalet şampiyonluğuna, Cincinnati Üniversitesi’ni art arda iki kez NCAA Final Four’una, ABD Milli Takımı’nı da 1960 Olimpiyatı’nda altın madalyaya taşımıştı. Ve bu takası da ilk NBA şampiyonluğunu yaşayabilmek için altın bir fırsat olarak gördü. Sonuçta, o zamanlar kendisine henüz G.O.A.T adı konulmamıştı ve gelmiş geçmiş en büyük oyuncu olabilmek, bir noktada kazanılmış şampiyonluk yüzüklerinden geçiyordu.
Milwaukee Bucks, NBA’e iki sezon önce katılmıştı ve bir yıl önce de o zamanki adıyla Lew Alcindor’u (Kareem Abdul-Jabbar) draft etmişti. Genç pivotu rahatlatmak için, efsane UCLA Bruins takımlarında oyun kurucu olarak görev yapan Lucious Allen da Seattle Supersonics’ten ayrılmış ve Milwaukee yolunu tutmuştu. Ama bu takıma hâlâ bir saha içi lideri lazımdı; genç oyunculara ağabeylik yapacak ve yol gösterecek, ama özellikle de Alcindor’un önemli özelliklerini tam anlamıyla ön plana çıkaracak biri... Bucks, aradığı altın madenini bulmakta gecikmedi ve Royals’ta sıkıntılar yaşayan Robertson’ı takas yoluyla kadrosuna kattı. Takımda, genç yetenekli forvet Bob Dandridge, şutör Jon McGlocklin ve Alcindor’ın hamiliğini yapan, kısa da olsa geri adım atmayan dört numara Greg Smith gibi isimler vardı. Bench çok derin değildi ama Allen ile başlayıp Bob Boozer ve Dick Cunningham gibi isimlerle devam eden liste, iyi kötü katkı yapabilecekmiş gibi duruyordu. Ancak açık konuşmak gerekirse bu takım, Dandridge’i de kattığımızda aslında üç kişilikti.
The Big O, çok yönlü bir oyuncu olmanın sadece istatistiklerle ölçülmeyeceğini gösterir bir performans sergiledi. Kariyerinde ilk kez 24 sayının ve 6 ribaundun, ikinci kez de 9 asistin altında ortalamalar tutturdu (19.4-5.7-8.2) ancak Alcindor’ın hem sayı kralı, hem normal sezonun en değerli oyuncusu, hem de NBA Finalleri MVP’si olmasını sağladı.
Milwaukee, Batı Konferansı’nı birinci bitirdi. Sezonun en yüksek galibiyet yüzdesini elde etti (80.5) ve o zamana kadar bir NBA rekoru olan 20 maçlık bir galibiyet serisi yakaladı. Play-off’ta da 4-1, 4-1 ve 4-0’lık seriler sonunda şampiyonluğa ulaştı. Üstelik tek maç dışında Los Angeles Lakers’ı ve NBA Finalleri’nde Baltımore Bullets’ı her maçta çift haneli fark atarak yendi. Robertson’ın yaklaşımı, tecrübesi ve aşıladığı güven Alcindor’ın çıtasını en yükseğe çekmiş, diğer oyuncuları da şampiyonluk için doğru görev bölümünü yapmaya yöneltmişti. Saha içinde onları yönetmesi, görülmeye değerdi.
Oscar Robertson, üç sezon daha Bucks forması giyip emekli oldu. 1971-1972 sezonunda Batı Konferansı Finalleri’nde Los Angeles Lakers’a 4-2 kaybeden Bucks, bir sezon sonra da aynı noktada Golden State Warriors’a 4-2 elendi. Big O, ilerleyen yaşının ve yıllardır sahanın her alanında yansıttığı mücadelenin etkilerini görmeye başlamıştı. O sezon, kariyerinin en düşük sayı (15.5), ribaund (4.9) ve asist (7.5) ortalamalarını elde ederken genel şut yüzdesi de hiç alışık olmadığı bir seviyeye (yüzde 45.4) düşmüştü. Robertson da durumun farkındaydı ve ekstra motivasyonla son bir sezon daha oynayıp şampiyonluk ile veda etmek istiyordu. Kendi istatistikleri düşmeye devam etti (12.7 sayı, 4.0 ribaund, 6.4 asist, yüzde 43.8 genel şut yüzdesi) ama belki de kariyerinin en alkış alan performansını sergiledi. Bucks sezon boyunca, NBA’in en iyi hücum eden ve makine gibi işleyen takımıydı. Savunmada da en etkili ikinci performansı sergilediler. Lakers’ı 4-1, Chicago Bulls’u da 4-0 ile geçen Robertson ve arkadaşları, finallerde ise Boston Celtics’e 4-3 yenilmekten kurtulamadı.
Oscar Robertson, olağanüstü bir azim ve inançla son kozunu oynamıştı ama şans meleği ona gülmemişti. Artık yapacak bir şey yoktu. Red Kit gibi atına binip günbatımına doğru yol alacaktı. Büyüklüğü ve çok yönlülüğü hep insan dışı istatistiklerle ölçülen Big O, asıl büyüklüğünü fizik gücünün kendisini terk ettiği son sezonunda göstermişti. İkinci NBA şampiyonluğunu bir maç ile kaçıran Robertson emekli olduktan sonra, Bucks için işler yolunda gitmedi. Kareem Abdul Jabbar adını alan Lew Alcindor’lı Bucks, aynı koç ve neredeyse aynı oyuncularla Orta Batı Grubu’nu dördüncü bitirmiş (38 galibiyet ve 44 mağlubiyet), play-off’a bile kalamamıştı. Big O ne kadar büyük olduğunu, bu kez triple-double yaparak ya da sayı atıp attırarak değil; yokluğuyla ve yokluğunun yarattığı eksiklikle göstermişti.
Bugün Russell Westbrook ve James Harden gibi isimler üzerinden, çok yönlülük kavramıyla birlikte oyun kurucu ve oyuna yön veren oyuncu tarifi tartışılıyorsa bu alanda rakipsiz Big O’yu da baş üstünde tutmak gerekiyor. Ama belki de bugünün yıldızlarının Big O’ya en büyük borcu, 1971 yılında Oyuncu Sendikası Başkanı unvanıyla ve oyuncuların haklarını korumak adına NBA’e karşı açtığı davadır. Bu dava süresince NBA ve ABA liglerinin birleşmesi ertelenmiştir ama çok daha önemlisi, draft ve serbest oyuncular konusunda bugünlere gelinmesini sağlayan, oyuncu haklarını ve özgürlüğünü koruyan çok önemli adımlar atılmıştır. Kısacası Robertson, mahkeme salonlarında da en az basketbol salonlarındaki kadar dişli bir rakip olduğunu ve “Büyük O” lakabını sonuna dek hak ettiğini bir kez daha kanıtlamıştır.