
"Futbol, eroin ve Allah üzerine bir film çekmek istiyorum"
13 dk
Sohbetimize "Bütün Türk erkekleri gibi ben de top oynadım zamanında. Az kalsın futbolcu oluyordum ve hepsi gibi futbolcu olamadım” sözleriyle başlıyor Onur Ünlü. Devamında ise rotayı Kocaelispor’a, çocukluk kahramanlarına ve sinemaya kırıyor. Söz kendisinde...
Futbolcu olmak istiyordunuz ama işler pek de dilediğiniz gibi gitmedi galiba?
Çok istiyordum ama olmadı. Minik takımda başladım, sonra Yıldızlar’da oynadım, sonra B Genç kategorisi falan derken ağır, romatizmal bir hastalık geçirdim. Gerçekten kımıldayamaz bir hale geldim ve sonunda devamlı olarak spor yapamayacağım çıktı ortaya. Ben de bıraktım. Sonra lisede bir daha denedim, hatta okul takımına da seçildim ama eskisi gibi olmadı hiç. Ağrılarımdan dolayı oyundan düşüyordum, gücüm yetmiyordu. Olmadı.
O dönem sizin yapamadığınızı başaran arkadaşlarınız oldu mu?
Fenerbahçeli Halil İbrahim vardı, sol bek. Murat Alaçayır vardı yine; Altay’da çıkış yaptı, sonra Beşiktaş’a transfer oldu. Hepimiz aynı takımdaydık. Pamir Piroğlu adında bir hocamız vardı. Çok iyi bir insandı, bizim oraları hareketlendirmişti. Seçmeler yapıp yetenekli gençleri topluyordu. En son 20 kişi falan kaldık sanırım. Halil İbrahim ve Murat da o 20 kişi arasındaydı. Sonra ben tökezledim, onlar aldılar yürüdüler.
İdolünüz, “Onun gibi olacağım” dediğiniz biri var mıydı?
Ben çocukken Kocaelispor’da (Bülent) Baturman vardı, onu hep çok beğenmişimdir. Zaten o efsane bir kadroydu; (Bülent) Gürbey vardı, Baturman vardı, Orhan vardı, Tavşan Mustafa vardı, Ahmet Keloğlu vardı... Süha’nın kaptan olduğu takım. O dönem Baturman’a hastaydım işte. O yaşlarda, benim cennet tasavvurumda Baturman’la top oynamak vardı. Cennet öyle bir yerdi benim için. Samimiyetle söylüyorum. Ve cennet hâlâ öyle bir yer benim için. Sonradan ben büyüdüm, o futbolu bıraktı, kulüpte görevler aldı. Benim de kulüp içinde eşim dostum vardı. Tanışabilirdim ama ilişmedim hiç, bulaşmadım. Cennette görüşeceğiz nasıl olsa.
Seçim şansı size verilse futbolcu mu, yoksa bugün olduğunuz adam mı olmak isterdiniz?
Futbolcu olmak isterdim. Şu an adam olamadık ki! Futbolcu olsak belki bir şey olurdu.
Filmlerinde gerçeküstü öğeleri kullanan bir yönetmen olarak, spor sahalarında bugüne kadar yaşadığınız en mucizevi an neydi?
Bir Fener maçı vardı, içeride oynuyorduk. Kazandık maçı. Baturman vurmuş, kaleci Yaşar elinden kaçırmıştı topu, 90. dakika falandı hatta. O, en çok heyecanlandığım anlardan biriydi. Dağ tarafındaki kaleye atmıştık golü, ben deniz tarafındaydım. Onun da şöyle bir önemi var; İstanbul takımları geldiğinde dağ tarafındaki kale arkasını alırlardı, gol yediğimiz zaman sadece oradan bir ses çıkardı. O ses, hayatımda en nefret ettiğim seslerden biridir. Gerçekten lanet, acı verici bir sestir o.
Sahalardan bir öyküyü filminize taşımak istediniz mi ya da istiyor musunuz?
Var, hatta henüz çekimine başlamadığım bir filmimde kullandım. Fenerbahçe maçı, İlyas Tüfekçi sakatlandı, dışarı aldılar. Tedavisi beş dakika falan sürdü. Bizde de Soner vardı, “Sen İlyas’ı tut, bırakma” demişler. Beş dakika başında bekledi. Sahanın dışında durdu öyle. O mesela, takım olmanın ne demek olduğunu gösteren sihirli bir andır benim için. Bir de futbol, eroin ve Allah üzerine bir film çekmek istiyorum. Yakın bir zamanda çekeceğim inşallah. Aslında bilinen bir hikâye, bir Romeo-Juliet uyarlaması. İki amatör futbol takımı var, takımlardan biri bir bankayı soymaya çalışıyor ve olaylar gelişiyor...
Bir yönetmen ile bir teknik direktörü görev ve yetkileri açısından eşleştirmek doğru mudur?
Çok da doğru değildir. Teknik direktörün müdahale alanı çok daha fazla. Oyuncu setten çıktığı andan itibaren ben ona karışamam, teknik direktör ise o noktada dahi müdahale edebilir. Ama teknik direktörden farklı olarak ben oyuncuya istediğimi yaptırabilirim, o yaptıramaz. En fazla “Şöyle vursaydı” diyebilir ama ben nasıl istiyorsam öyle vurdururum. Olmazsa bir daha vurdururum, bir daha vurdururum...
Bir röportajınızda “Oyuncu yönetimi nedir ki? Oyuncuya neleri, nasıl yapacağını mı göstereceksin? Oyuncu yönetimi, yönetmenlerin işgal ettiği bir alandır. İyi oyuncu oynar” demişsiniz. Biz bu cümleden yönetmeni çıkarıp teknik direktörü koysak yine aynı olur mu?
Olabilir ama orada şöyle bir nokta var; iyi oyuncu iyi oynar ama senin çizdiğin alanda oynarsa o bütün filmin işine yarar. Anlatabiliyor muyum? Tıpkı bir taktik çerçevesinde oynadığında teknik direktörün ve takımın işine yaraması gibi. Anlık olarak tabii ki oyuncuya müdahale edemezsin ama oyundan alındığında teknik direktöre el kol hareketi yapan futbolcu olduğu gibi, yönetmenin dediğini yapmayan oyuncular da olabilir. Bu, oyuncuyla teknik direktör ya da yönetmen arasındaki ilişkiye dair bir şey. Sana ne kadar saygı duyarlarsa film ya da takım için de o kadar çalışırlar. Sinema, yönetmenlerin iddia ettiği gibi bir yönetmenlik sanatı falan değildir. Kelimenin tam anlamıyla bir takım, ekip işidir. Bir şey aksarsa her şey aksar.
‘Takım’ olgusunun altını bu kadar çizdiğiniz için mi bazı oyuncularla çalışmalarınız devamlılık arz ediyor? Ya da futboldan bir örnek vereyim; Ziya Doğan’ın Ayman’ı vardır ya, her gittiği takıma götürür. Sizin de her filminizde birlikte çalışmak istediğiniz, Tansu Biçer ya da Serkan Keskin gibi oyuncularınız mı var?
Bir teknik adamın nasıl favori oyuncuları varsa benim de var. Çünkü bir futbol maçında olduğu gibi bakmadan pas atabiliyorum onlara. Nerede olacaklarını biliyorum. Onlar olduğu zaman, bir sahneyi gözüm kapalı da olsa çekebilirim.
Yine bir röportajınızda “Aynı tip filmler o kadar kutsandı ki herkes aynı şeyi yapıyor. Nuri Bilge Ceylan gibi film yapan bir sürü insan çıktı ama Nuri Bilge Ceylan’dan bir tane var, başkası yapınca işler karışıyor” demiştiniz. Benzer akımlar futbolda da söz konusu. Dönemsel olarak belli taktik ya da dizilişlerin yükselişine şahit oluyoruz. Sizce de bu noktada bir benzerlikten söz edilebilir mi?
Hikmet Karaman işte, tam da bunun karşılığı. Seyrediyor, seyrettiklerinin yaptıklarını yapmaya çalışıyor. Aynı adamdan bir tane var zaten. Değil mi? Benzerlik noktasına gelirsek, şöyle bir durum var; sinemada sonsuz sayıda varyasyon var ama futbolda sonsuz değil. Al işte bak, 100 senedir kıçımızı yırttık ama sonunda dönüp dolaşıp yine 4-4-2’ye dönüyoruz. Yok yani, olmuyor. Bir ara 3-5-2 oynandı, maçına göre 4-3-3 oynandı falan ama futbol 4-4-2 işte, böyle oynanıyor. Sinema ise böyle değil. Tamam, dramaturjinin bazı kuralları var, uymak zorundasın ama futbol gibi değil. O yüzden, teknik direktörler biraz da mecburlar. Bir yönetmen daha yaratıcı ve cesur olabilir. Çünkü maliyeti daha düşüktür. Üst düzey bir teknik direktörün ise cesaretinin bir sınırı olmalı gibi geliyor. Bedeli daha fazla. Şöyle düşünsene; bir takım yenildiği zaman milyonlar kahroluyor ama ben kötü bir film yaptığım zaman benden başka kimsenin kahrolduğu yok yani.
Sen Aydınlatırsın Geceyi’de başroldeki yan hakem Cemal, İtirazım Var’daki boks hikâyesi, Beş Şehir’de Fenerbahçe eşofmanlı polis ve benzeri birçok örnek... İşlerinizde hep spora temas eden noktalar var. Bunlar bilinçli bir çabanın ürünü mü? Yoksa sizin hikâyenizde zaten spor geçtiği için mi varlar?
Galiba öyle, çünkü benim filmlerimde şiir de oluyor mesela. Hiç şiir koyayım diye düşünmedim ama. Senden ne çıkıyorsa o çıkıyordur. Demek ki hâlâ futbolla, sporla belli temasım var içten içe. 13-14 yaşına kadar ciddi ciddi futbolcu olma hayali kurmuş bir çocuktum. Bugün bile yoldan geçerken top oynayan çocukları gördüğümde durur bakarım. Top eskaza bana doğru geldiğinde hâlâ heyecanlanıyorum. Arabayı durdurup halı sahada tanımadığım adamların maçını izlemişliğim var. Bunlar da doğal olarak yaptığım şeye yansıyor. Fanatik biri değilim ama bir aidiyetim var. Dediğim gibi; yenmek ya da yenilmek değil derdim. Çünkü biz Türkiye Kupası’nı da aldık, şimdi amatör kümedeyiz, on yıl sonra belki yine kupayı alabiliriz. Tıpkı bir filmin iyi olur, gişe yapar da bir sonrakinde patlarsın ya… Bu böyle yani. Her zaman kazanamayız ki! O da sıkıcı bir şey nihayetinde. İnsanı Cem Uzan’a döndürür. Düşünsene; her zaman kazanıyorsun. Cidden Cem Uzan olursun sonunda.
Başka bir ortaklıktan bahsedeceğim; işlerinizin hepsinde bir aşk hikâyesi var ve bunların hepsi çok saplantılı hikâyeler. Sıradan değil hiçbiri, her şey fazla fazla yaşanıyor. Sevgi, öfke, arzu, nefret, aklınıza hangi his geliyorsa hepsi öyle. Neden aşkı ve diğer duyguları bu kadar saplantılı biçimlerde resmediyorsunuz?
Yazmak, benim için çok da bilinç düzeyinde başlayıp biten bir şey değil. Çoğu zaman, hatta hemen hemen her zaman, senaryo bitip geri döndüğümde o bağlantıları nasıl kurduğuma kendim de şaşırıyorum. O da bir çeşit kendinden geçme hali içinde ortaya çıkıyor. Ama tutkulu bir insan olduğum açık. Sevdiğim şeye gerçekten tutkuyla bağlanıyorum ve kaçtığım şeyden tutkuyla kaçıyorum. Mesela sigara içiyorum, günde üç paket içiyorum. Çay içiyorum, günde 30 bardak içiyorum. Anlatabildim mi? Normal düzeyde yaptığım bir şey yok zaten. Abartıyorum mutlaka ama yani, 42 yaşına geldim, daha da bu saatten sonra farklı bir adam olamam. Ben böyleyim, o aşk hikâyeleri de öyle çıkıyor.
Peki, bir kadını sevmekle bir takımı sevmek aynı şey midir?
Yok, onlar ayrı şeyler. Takım sevgisi saplantılı hale geldiğinde hastalıklı bir şey olur. O artık sosyopatlıkla, sosyal olarak başarısız olmakla ilgili. Bir kadını çok saplantılı bir biçimde sevmek de bir noktada hastalıklı görünebilir. Ama anlaşılabilir bir şey. Çünkü orada çok kişisel, kimsenin bilmediği bir şey olabilir.
Bir insan takımını değiştirebilir mi?
Bence değiştirmemeli. Delikanlı adam niye takım değiştirsin? Öyle şey mi olur? Çok mantıklı gerekçeleri varsa bilemem ama normalde öyle şey olmaz yani.
Peki bu bir paradoks yaratmıyor mu? “Bir adam bir kadını saplantılı biçimde sevebilir ama takımını öyle sevmemeli” diyorsunuz. Bununla birlikte bir adamın takımını asla değiştirmemesi gerektiğini savunuyorsunuz. Ama diğer yandan, takım tutmanın aksine, bir ilişkinin bitip yenisinin başlayabildiği gerçeği var.
Hayır, hiç de paradoks yaratmıyor. Çünkü takım tutmak aidiyet duygusuyla ilgili. Oysa bir kadınla ilgili saplantılı duygular tamamen nefisle ilgili. Yani bencilce. Dolayısıyla, nefsin kadınla ilgili kendini tükettiğinde o ilişkiden vazgeçebilirsin. Öbürü ise dediğim gibi; aidiyet duygusu. Bir kadına o şekilde aidiyet duymazsın. Duymayabilirsin. Duymadığın için kimse seni kınayamaz. Aidiyet duygusunu belki anneye eşleyebiliriz ama o da başka bir mevzu zaten.
Şampiyonlar Ligi finalinde son dakikada gol yiyip kupayı kaybeden takımın taraftarı mı, yoksa son dakika golüyle ligden düşen takımın taraftarı mı daha çok acı çeker?
Bu değişir ama ben ligden düşmek ne demek biliyorum. Ondan daha büyük acı olamaz, öyle söyleyeyim ben sana. Öbüründe ikinci olursun, ne olacak ki? O biraz şımarıklık, küstahlık. Ama ligden düşmek, bir daha düşmek, bir daha düşmek... Ben düştüm yani, biliyorum. İyi bir şey değil. Süper Lig’den Deplasmanlı Amatör Lig’e kadar düştü benim tuttuğum takım ve her düşüşte aynı acıyı hissettim. Çok fena. Büyük bir başarısızlık hissi. Yani, niye hissediyoruz ki bunu? Başarısız olan onlar sonuçta, ben değilim, bana ne oluyor? Değil mi? Ama işte dedim ya; o, tam da aidiyet hissiyle ilgili bir şey.
Sevdiğiniz teknik direktörler var mı?
Fatih Terim değil mesela. İsmail Kartal için de çok üzülüyorum, gerçekten kötü bir durumda. Allah kimseyi İsmail Kartal ya da Ahmet Davutoğlu yapmasın. Perişan vaziyetteler. Sevdiklerime gelirsek; Şota’yı seviyorum, Tolunay Kafkas’ı seviyorum. Ertuğrul Sağlam’ı sevmem ama. Çok hesaplı geliyor bana. Bir keresinde birlikte bir ödül töreninde bulunmuştuk. ‘İyi Ahlak Ödülü’ gibi bir şey veriyorlardı ona, o da gelip aldı. Paradoksa bak. O durum Ertuğrul’un yaptıklarına, ettiklerine de yansıyor. Çok konuşmuyor mesela ama söyleyecek pek bir şeyi olmadığı için konuşmadığını düşünüyorum.
Kocaelispor'un yaşadığı sıkıntılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir sürü hengâme atlatıldı, başkanla ilgili problemler oldu ama şimdi bizim kuşaktan Bahri Yavuz aldı takımı. Büyük ihtimalle şampiyon olup üst lige çıkacağız. Bak, seyirci rekoru kırdık geçenlerde. Bu sezon bir türlü maça gidemedim ama kombinem var, istediğim zaman gidebilirim. Bir de bu Passolig mi ne, o karın ağrısı çıkana kadar her şey romantikti yine, iyiydi. Ben zaten şike davasından bu yana eskisi kadar ilgilenmiyorum genel olarak. Futbola olan yakın ilgim bitti, hevesim kalmadı. Resmen hayal kırıklığına uğramış gibi hissediyorum. Dönüp bakıyorsun geriye, “Bu muymuş lan?” diyorsun.