Öteki '92 Sınıfı

8 dk

'92 Sınıfı denince herkesin aklına Manchester United'ın altın jenerasyonu geliyor. Oysa 1992, snooker tarihi için de bir dönüm noktasıydı

Snooker ile ilgili kolay olan çok fazla şey yoktur; oyuncuları okumak, oynayacak yer bulmak, iyi bir istekaya sahip olmak, 17 gün süren Dünya Şampiyonası sonrası gerçek dünyaya dönebilmek… Ama en çok da oynamak.

Snooker tarihi ise bir istisna, bir çırpıda özetlemek mümkün. 1927'deki ilk Dünya Şampiyonası'nı milat kabul edersek, oyunun atası Joe Davis'in 1945'e kadar devam eden sultası sonrası adeta bir üst akıl tarafından kurgulanmışçasına her on yıllık dönemde bir oyuncunun hegemonyası olmuş. 50'ler Joe Davis'in kardeşi Fred Davis, 60'lar John Pullman, 70'ler Ray Reardon, 80'ler Steve Davis, 90'lar ise Stephen Hendry'ye ait. Fakat 2000'lerle beraber bu akışta bir kırılma meydana geliyor ve snooker'da başkanlık sisteminin belki de ebediyen rafa kalkmasını sağlayan döneme giriliyor. İşte bu kırılmanın en büyük sebebi, snooker'ın '92 sınıfı.

'92 sınıfı; Manchester United kariyerlerine 1992 Gençler FA Kupası ile başlayan ve Alex Ferguson yönetiminde 1999'da Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna ulaşan David Beckham, Ryan Giggs, Paul Scholes, Gary ve Phil Neville ile Nicky Butt'tan oluşan jenerasyon için kullanılan bir tabir. Snooker'ın '92 sınıfı ise o yıl profesyonel olan ve oyuna yaptıkları etki aradan geçen 23 yıla rağmen hâlâ devam eden Ronnie O'Sullivan, John Higgins, Mark Williams ve yan aktörler Joe Perry ve Stephen Lee'yi de kapsayan devşirme bir tanımlama.

En baştan başlayalım, 1992 yılından. Nisan ayındaki genel seçimleri muhafazakârlar, yeni liderleri John Major ile kazanmış. Yıllar süren Thatcher döneminin toplumda yarattığı gerginlik ise devam ediyor. Sadece İngiltere değil; İskoçya, Galler, hatta Kuzey İrlanda'da birçok kentte ayaklanmalar var. İşsiz gençler ve polisin her olayda orantısız güç kullanarak kendilerine müdahale ettiğini düşünen çalışan orta sınıf, patlama noktasına gelmiş durumda. Komünizmin ve Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla dünya baş döndürücü bir hızla 90'lar neo-liberalizmin, küreselleşmenin ve bilhassa Birleşik Krallık gibi gelişmiş ülkelerde birey haklarının yükseldiği on yıl olma ekseninde ilerlerken, snooker'ın elbette henüz bundan ve bu yeni düzenin kendisine çizeceği yeni istikametten haberi yoktu. Statüko devam ediyordu ama kısa süre içinde bir yol ayrımına gelinecekti. O ana kadar, amatör oyuncular içinde ismini yazmayı öğrenecek kadar tahsil görmüşler azınlıktaydı. Gece yarısına kadar duman altı kulüplerde parasına maçlar yapıp gece yarısından sonra isteka, masa ve topları bırakıp kendilerini kumar, alkol ve sekse veriyorlardı. Bu anlayışı önce, 80'lerde disiplini ve mazbut yaşantısıyla altı dünya şampiyonluğu elde eden Steve Davis bozdu. Onu, çizgisini daha da agresif bir anlayışla harmanlayıp 1990-1992 arası son üç yılda iki şampiyonluk kazanan Stephen Hendry izledi. Bu ikiliyi izleyip çocuklarını büyüten 'snooker velileri' profesyonelliğin kazanmak anlamına geldiğini ilk kez o zaman idrak etti. Bu sebeptendir ki Essex'li genç adam Ronnie O'Sullivan, veliahtı gösterildiği Jimmy White'tan farklı bir kariyere sahip olacaktı.

Tuttuğunu koparan ve kendisiyle aynı adı taşıyan babası, Ronnie'ye daha çocukken hayatla ilgili değerli öğütler vermişti. Öğüt vermek, belki de bu yaklaşım için biraz hafif kalan bir ifade olabilir. Zira kendi sözleriyle, belli başlı bazı prensipleri Ronnie'nin kafasına adeta kazımıştı; erken yatıp erken kalkmak, fiziksel aktivite ile idmanı asla ihmal etmemek ve bir işi daima en iyisi olabilmek için icra etmek bunlardan bazılarıydı. Aslına bakılırsa Ronnie, babasının kalıplarına taban tabana zıttı. Yemek yemeyi çok seven, oyunu hiçbir zaman sadece kazanmak için oynamayan ve her şeyden öte, otoriteyle arası asla iyi olmayan biriydi. Kendinden önceki o iki büyük antikahraman; Alex Higgins ve Jimmy White'ın kanını taşıyor ve yönelimleri onlarınkiyle olağanüstü derecede benzeşiyordu. Sınırsız doğal yeteneğe sahip Alex Higgins ve Jimmy White gibileri, düzensiz yaşamaya, aykırı olmaya ve tembelliğe meyilliydi. Yeteneklerinin onları her zaman kurtaracağına inanıyorlardı, snobluk derecesinde bir özgüvene sahiplerdi ve başlarını yakan da genellikle bu oldu. Nitekim, altı kez Dünya Şampiyonası finali kaybeden Jimmy White, 50 yaşında kariyerine dönüp baktığında en büyük pişmanlığının hiçbir zaman yeteri kadar sıkı hazırlanmamak olduğunu söyleyecekti. İlgili, tatlı-sert, otoriter bir baba figürünü ve ailesinin Soho'da sahip olduğu sex shop'ların getirdiği maddi imkânları düşününce, Ronnie için ortaya çıkan tablo bundan çok daha farklıydı.

13 yaşında Britanya 16 yaş altı şampiyonu, 16 yaşında ise Britanya amatör şampiyonu olmuştu. Profesyonel olmadan çok önce, kulislerde hakkında "Bir sonraki büyük sansasyon" yorumu yapılıyordu. Ancak tam o noktada, Ronnie'nin hayatını derinden etkileyecek bir şey oldu. Babası, Chelsea'deki bir kulüpte tartışma yaşadığı Bruce Bryan isimli bir adamı bıçaklayarak öldürdü. Adam siyahtı ve yargıç, cinayetin ırkçı motifler barındırdığına kanaat getirip Ronnie Sr.'ı 18 yıl hapse mahkum etti. Snooker'ın yeni süper yıldızı olmaya hazırlanan genç adam, bir anda kendini ırkçı bir katilin oğlu olarak buldu ve bunu asla tam olarak aşamadı. Buna rağmen, -belki olayı ilk başta tam olarak idrak edememesi, belki de en iyi yaptığı işte kaçışı aramasının etkisiyle- 38'i üst üste olmak üzere profesyonel kariyerindeki ilk 76 maçın 74'ünü kazandı. Ertesi yıl snooker'ın en prestijli ikinci turnuvası Birleşik Krallık Şampiyonası'nda kupaya uzanıp 17 yaş 358 gün ile bugüne kadar kimselere kaptırmadığı 'en genç turnuva şampiyonu' unvanının sahibi oldu.

Aynı günlerde John Higgins isimli genç bir İskoç delikanlısı, hâlâ bu yeni ortamın getirdiği meydan okumalara alışmaya çalışıyordu. Higgins, Ronnie'nin alt yaş gruplarındaki en büyük rakibiydi ama söz konusu olan, aslında bir rekabetten öte karşılıklı hayranlık durumuydu. Haylazlığın, küstahlığın zirvesindeki ergenlerin yarışmacı müsabakalar yaparak var olmaya, kendilerinin ve hatta ailelerinin hayatlarını kurtarmaya çalıştığı bir ekosistemde saygı ve incelikten bahsetmek kolay değildir. Higgins ve O'Sullivan ise 12 yaşlarında ilk kez aynı turnuvada oynadıklarından itibaren birbirleri için rakipten ziyade ilham kaynağı oldular.

Hayatını Glasgow'un 25 kilometre güneydoğusundaki Wishaw kentinde, petrol arama gemilerinde çalışarak geçiren John Sr. Higgins, oğlunun snooker'a başlamasındaki en büyük nedendi. Ailesini geçindirmek için mesai yapmadığı her an, küçük John'u Birleşik Krallık'ın her noktasındaki turnuvalara götürüp getiriyordu. Küçük Higgins, kendi halindeydi ve çok gerekmedikçe konuşmuyordu. Zaten masada yaptıkları da konuşmasına lüzum bırakmıyordu. Profesyonelliğe adım atışı Ronnie kadar şaşaalı değildi ama 1994-1995 sezonunda, henüz 19 yaşındayken kazandığı üç sıralama turnuvasıyla bunu başaran ilk yeniyetme oldu.

Mark Williams ise adeta bu zincirin sosyal yelpazedeki kayıp halkasıydı. Yüksek gelirli İngiliz O'Sullivan ve orta sınıfa mensup İskoç Higgins ailelerinden farklı olarak, Galli Williams ailesi emekçi ve dar gelirliydi. Baba Dilwyn bir kömür madencisiydi ve Galler'in Ebbw Vale isimli küçük kasabasındaki madende günde ortalama 10 saat çalışıyordu. Hatta oğul Mark da profesyonel olmadan hemen önce babası gibi madene inmişti.

Biraz para kazanabilmek için kilometrelerce derinde saatlerini geçiren biri için hayatı ciddiye almak hayli zor olsa gerek. Hele de bir oyunu. O oyun mesleğiniz olsa bile. İşte Mark Williams'ın snooker'a ve aslında her şeye yaklaşımı bu şekilde özetlenebilir. O, çuhaların Big Lebowski'si. Sözlüğünde 'baskı' diye bir şey yok. Profesyonel olduktan sadece üç sene sonra ilk 16'ya dahil olup elit oyuncu statüsü kazanması da bunun kanıtı.

Aslında, '92 sınıfı içinden dünya şampiyonluğu kazanan ilk ismin Ronnie O'Sullivan olacağı düşünülüyordu. Ancak babasının yokluğunda sıkışıp düştüğü girdaplardan çıkamayan, alkol ve uyuşturucu bağımlılıklarıyla büyük yeteneğine ihanet eden Ronnie, 90'lı yıllarda snooker'ın kutsal kasesine erişemedi. Sınıfın şanslı ismi Higgins olacaktı. 1998'de kupaya uzandığında, Stephen Hendry'nin mirasçısı olarak 2000'li yıllara onun damga vuracağı düşünüldü. Ancak Higgins, öyle bir kafa yapısına sahip değildi; eşi ve çocuklarıyla vakit geçirmeyi seven, bira eşliğinde taraftarı olduğu Celtic'in maçlarını izlemekten keyif alan mutlu bir aile babasıydı. Bu yüzden, ikinci dünya şampiyonluğu için tam dokuz yıl bekleyecekti.

Mark Williams ise 1999-2000 sezonunda önce Birleşik Krallık ve ardından dünya şampiyonu olarak rüştünü ispat etti. Anında bir hegemonya kuramasa da 2002-2003 sezonunda yeniden aşka gelip üç büyük turnuvayı (Birleşik Krallık, Dünya Şampiyonası, Masters) kazandı ve 'üçlü taç' yaptı. Bunu daha önce sadece Davis ve Hendry başarabilmişti ve bu, tahtın yeni sahibi olduğunu iddia etmek için Williams'a ciddi bir hak sağlıyordu. Ama olmadı. Big Lebowski'den despot bir lider yaratmak, daha en başında olmayacak duaya amin demekti zaten.

Ronnie O'Sullivan ilk şampiyonluğunu, Williams'tan hemen sonra, 2001 yılında, finalde Higgins'i yenerek elde etti. Ancak dâhinin artık prangalarını attığı, dünya şampiyonu olma baskısından kurtulduğu ve bundan sonra kimseye pabuç bırakmayacağı fikri, gerçeğe dönüşmedi. Şiddetli depresyon, Ronnie'nin yakasından hiçbir zaman düşmeyecekti.

'92 sınıfı içinden kimsenin tek adam düzenini devam ettirmeye muktedir olamamasında, kişisel zaafları yegâne faktör olarak öne çıkarmak yanlış olur. Kapitalizmin 80'li yıllarda başlayıp 90'larda patlayan yükselişi, tütün endüstrisinin reklam yapabilmek adına snooker özelinde aktardığı kaynakları devasa ölçüde artırması, televizyon yayıncılığının çağ atlaması ve pastanın büyümesi, oyun içinde rekabetin kızışmasını da beraberinde getirdi. Daha fazla genç, kendilerini ve ailelerini yoksulluktan kurtarabilmek, bir televizyon ünlüsüne dönüşüp tatlı hayata kavuşabilmek için salon kapılarını aşındırır oldular. Üstelik önlerinde mükemmel örnekler mevcuttu. Bilhassa, Ronnie'nin yeni nesil hücum oyunu, fitliği ve korkusuzluğunu reçeteye eklediler. 30 yıl snooker'da hüküm süren statüko, 2000'lerle beraber paramparça oldu. Gençliğinde çalışmayan, körük gibi sigara içip alkol komasına giren, 30 yaşına geldiğinde aşırı kilo ve vücut istismarından doğan deformasyonlarla türlü sağlık sorunları yaşayan oyuncu tipi, yerini performans sporcusu gibi idman yapan, dal gibi, tığ gibi, iş disiplinine sahip makinelere bıraktı. Oyunun seviyesi tavan yaptı. Bugün, 80'lerden ve 2010'lardan iki maçı arka arkaya izlediğinizde bile bu gerçeği çok net fark edebiliyorsunuz.

'92 sınıfı üyeleri, şu anda 40 yaşında ve hepsi hâlâ aktif olarak kariyerlerine devam ediyor. Çok değil, 20 sene önce 30 yaşından sonra azanı tebeşir değil teneşirin pakladığı snooker'da kariyer çizgisi 45'lere dayandı ve bunda başrolü oynayanlar da kendileri. Halihazırda Ronnie'nin beş, Higgins'in dört, Williams'ın iki dünya şampiyonluğu var ve üçü toplam 72 sıralama turnuvası kazandı. Bunlar, değişen dünya ve oyun şartlarında kendi yarattıkları genç Frankenstein'larla savaşırken müthiş istatistikler.

'92 sınıfı üyeleri, hem somut başarılar hem de oyuna yaptıkları etkilerle snooker'ın tarihsel yolculuğunda şimdiden ölümsüzleşmiş olsalar da hâlâ kendi tarihlerini yazmaya devam ediyorlar ve ne mutlu ki henüz durmaya niyetleri yok gibi.

Socrates Dergi