
Oyun, Set ve Maç
9 dk
İnsan, her sondan yeni bir başlangıç doğduğunu sıklıkla unutuyor. Andre Agassi de unutmuştu, hatırladı.
Baba zaaftır, tüm erkekler için.
Karşınızdaki, gerçekleştiremediği tüm hayalleri çocuğu üzerinden baştan kurmak isteyen bir baba ise bu zaaf daha da belirginleşir. Kendini hayatının hiçbir döneminde ‘tamamlanmış’ hissetmemiştir, yapbozunun eksik parçalarını çocuğuyla doldurmak ister.
Emmanuel ‘Mike’ Agassi o babalardan biri, Andre de o çocuklardan.
“Tenisten nefret ediyorum, hem de tamamen karanlık, gizli, içten ve daima sahip olduğum bir arzuyla.”
Tenisten bu kadar tutkuyla nefret eden birini bulmak zordur. Teniste dünyanın zirvesine çıkmış birinden bunu duymak daha zordur. Andre, bu yüzden diğerlerinden biraz farklı.
İran doğumlu Mike Agassi, çocukluğunda önce tenisi denedi, olmadı. Şartlar onu boksa itti. Bu kez bir ‘hiç’ yerine, olimpik bir boksör olmayı başardı. İki olimpiyatta ülkesini temsil etti ama ikisinde de ilk turda elendi. Hikayenin bundan sonrası Amerika’ya iltica, yeni bir hayat kurma, Las Vegas’ta bir kumarhanede çalışma ve olduğu kadar mutlu bir evlilikten ibaret. Bir de çocuklar var tabii; Mike’ın, olamadığı Mike’ı yaratmak istediği çocuklar...
Rita, Tami ve Philly, babalarının çemberinden bir şekilde kurtulmayı başardılar. Kimi kolay, kimi ise Philly gibi ruhu babası tarafından rencide edilen bir çocuk olarak çıktı bu girdaptan. Ya da Mike tarafından çıkarıldılar. Bu biraz da nereden baktığınıza bağlı. Andre ise o çemberi terk edemedi. Tenise ve babasına dair nefret-sevgi ikilemi hayat boyu peşinden geldi. Kurtulmak istediği şeyleri düşünmeye dahi fırsat bulamadı.
“Babam için ,‘düşünmek’ en ölümcül günahtı. Düşünmenin bütün kötülüklerin kaynağı olduğuna inanırdı. Çünkü onun için düşünmek, ‘yapma’nın tam zıttıydı. Beni kortta düşünürken ya da dalıp gitmişken yakaladığında, sanki cüzdanından para çalarken suç üstü yapmış gibi davranırdı. Düşünmeyi nasıl durduracağım hakkında çokça düşündüm. Babam doğuştan bir düşünen olduğuma inandığı ve beni bundan uzaklaştırmak istediği için mi her seferinde bana bağırıyordu, yoksa babamın bağırışları mı beni bir ‘düşünen’ yapıyordu?”
Nick Hornby’nin High Fidelity kitabındaki o bilindik soru gibi değil mi? Bir zavallı olduğum için mi pop müzik dinliyorum, yoksa pop müzik dinlediğim için mi bir zavallıya dönüşüyorum? Rob, kitapta bu sorunun cevabını bulamıyordu. Andre’nin de bulduğunu sanmıyorum. Bunun nedeni, belki de yalnız bir çocuk olarak büyümesidir, kim bilir? “Tenis kendi kendinize konuşmak zorunda olduğunuz bir spordur, kahrolası bir yalnızlıktan ibarettir” der Andre Agassi. Karakterini inşa ettiği yılların tamamını elinde raketle geçirdiğini düşününce, haklıdır da.
Evden ayrılıp Nick Bollettieri’nin Florida’daki tenis akademisine gittiğinde bile bu yalnızlıktan kurtulamaz. Akademinin korttaki en parlak, kort dışındaki en sorunlu çocuğu olur. Ve nihayet, bir gün, babasının bir miras gibi omuzlarına yüklediği tenis laneti sayesinde kendi ayakları üstünde durma imkânı yakalar.
Bastırılmışlıktan Doğan İsyan
Ailesinden uzakta geçirdiği dönem, onu isyan eden, kot şortla maçlara çıkan, tüylü küpeler takan, garip saç modelleriyle tepki çeken bir çocuğa dönüştürür. Ardından profesyonel kariyer gelir. Andre, hayatta en iyi yaptığı şeyi yapar; raketini kullanır ve karşılaştığı tüm sorunların üstesinden gelmeyi başarır. En azından bir noktaya kadar.
“Babam bana boks yaptığı yılları anlatırdı, ‘Bir maçta en çok istediğim şey, rakibimin en sağlam yumruğunu almaktı’ derdi. Ona göre; eğer rakibinin en sağlam yumruğunu aldıysan, bunu biliyorsan ama hâlâ ayaktaysan ve rakibin de bunu biliyorsa, artık onun kalbini yerinden söküp çıkarabilirdin. Teniste de aynı kural geçerliydi: Rakibinin en güçlü olduğu yere saldır. Eğer iyi bir servisçiyse bırak en iyisini kullansın, karşıla. Eğer fiziğe dayalı bir oyun oynuyorsa, onu gücünle alt et. Forehand’i iyiyse her topu forehand’inden artık nefret ettirene kadar oraya yolla. Babam, bu karşılık vermeye dayalı stratejisine özel bir ad vermişti; ‘rakibin beynine bir fiske atmak’ diyordu. Bu acımasız felsefeyle hayatımı da sonsuza kadar damgaladı. Beni, elinde tenis raketi olan bir boksöre dönüştürdü. Çoğu tenisçi kendini iyi bir servisçiye dönüştürmeye çalışırken, ben kendimi iyi bir karşılayıcıya çevirdim.”
Onu en iyi özetleyen alıntı bu belki de. Asla saldırgan, kendi kurallarını koyan biri olmadı ama oyunu kurallarına göre oynadı. Nasıl ki babasının çizdiği çember içinde kendi konfor alanını yaratmayı başardıysa, hayatla ve rakipleriyle de aynı şekilde savaştı.
Ama dedim ya; yalnızlık peşinden geliyordu. İlk popüler ilişkisini kendinden 28 yaş büyük Barbra Streisand ile yaşaması, ebeveynleri ile sorunlu ilişkisinden yola çıkıp Freudyen bir bakışla açıklanabilir. Ancak, onu bu ilişkiye iten ana sebebin yalnızlık ve şefkat eksikliği olduğunu söylemek daha uygun olabilir.
Andre, bu ilişkiyi “Birbirimize iyi geliyorduk, hem aramızda 28 yaş varsa ne olmuş? Sempatik bir çifttik ve dışarıdan gelen tepkiler, ilişkimizi daha da tatlandırıyordu. Bizim sözde yasak aşkımızı bir tabuya çeviriyordu ve bu, benim toplu isyanımın bir başka bölümüne dönüşüyordu” diyerek özetliyor. ‘Toplu isyan’ yerine, ‘yılların bastırılmışlığı’ ifadesini kullanabilirdi belki ama insan kendine her zaman o kadar dürüst olamıyor tabii. Yine de Andre’nin Streisand’dan ayrıldıktan sonra gemisini bir başka Hollywood yıldızı Brooke Shields’in limanına yanaştırdığını düşününce, en azından farklı bir rota bulma konusunda çaba sarf ettiğini kabul edebiliriz.
İkilinin birlikteliği, sansasyonel olduğu kadar makuldü aslında. Tek sorun, magazin basını için bulunmaz bir nimet olmalarıydı. Gözde bir film yıldızı ve dünyanın en iyi tenisçilerinden biri arasında yaşanan ilişki, haliyle herkesin ilgisini çekiyordu. Baskı, Agassi’nin alışık olduğu bir durumdu. Ancak, bununla baş etmedeki en iyi metodu kendini dış dünyaya tamamen kapatmakta bulan birinin tüm dünyanın gözü önünde yaşanan bir ilişkide böyle bir şansı yoktu. Beraberliklerinin sonunu getiren birçok etkenden biri de muhtemelen bu oldu. Sonrası ise biraz karanlık.
Her şey Biter
Bir evliliği bitirmek kolay değildir; zaman alır, enerji alır, tarafların içinden parçalar alır ve geriye büyük bir boşluk kalır. Bir gün hiç aklınızda olmayan şey olur ve sevdiğiniz kadını kaybedersiniz. Şok kısmını atlattığınızda kafanızın içinde küçük, eli tokmaklı bir adam ortaya çıkar ve her gün, her saniye elindeki tokmakla beyninize vurup sizi şu baş edilmez düşünceye iter: “Hayatımın kadınını kaybettim ve bir daha asla onun gibi birini bulamayacağım.”
Andre Agassi’nin başına gelen de bir eksik, bir fazla bundan ibaretti. Her ne kadar 2009’da yayımlanan otobiyografisinde, Mayıs 1997’deki evlilikleri hakkında “Bir erkek, düğün gününde asla böyle hissetmemeli. O gün içimden ‘Keşke yerimi alacak sahte bir damat olsaydı’ diyordum” ifadelerini kullansa da ayrılığı takip eden dönemde artan uyuşturucu kullanımı, onun kâğıt üzerindeki bu hoşnutsuzluğunu biraz yalanlıyor ki tek yalanlayan da bu değil. Kitap yayımlandıktan kısa süre sonra görüşleri sorulan Brooke Shields’in, “Andre’den ben boşandım. Çok ani ve çabuk oldu. Kolaylığı ise göreceliydi. Ancak ilginç olan, kitaptaki ifadelerinin aksine Andre’nin o dönem bana ‘Çocuğumuz olmadığı için mutlu olmalısın, yoksa bu iş senin için bu kadar kolay olmazdı’ demesiydi” şeklindeki sözleri, ayrılığın Agassi tarafında o kadar da kolay atlatılmadığının altını çiziyor. Andre’nin uyuşturucu serüveninin başlangıcının 1997 yılına; tam da formunun dip yaptığı ve Brooke Shields’le evliliğinin önlenemez bir felakete doğru sürüklendiği günlere dayandığı gerçeğini hesaba katınca, çok da haksız sayılmaz.
Andre’nin konuyla ilgili açıklaması ise “Bir kaçış arıyordum” ifadesinden ibaret. Doğru yol bu muydu tartışılır ama o sıralar elinde tutunabilecek başka hiçbir şey olmadığı kesin. 13 yaşında, Nick Bollettieri’nin akademisinde yaşadığı yalnızlığa dayanamayıp kendini viski ve esrara veren Andre’nin, 27 yaşında, aynı şartlar altında çıtayı biraz daha yükseğe taşımasına şaşırmamak gerek.
Seçmediği hayatı yaşayan her insan gibi, o da kendini sıklıkla farklı uçurumların kenarlarında buldu. Şanslı ki kendini sonsuz boşluğa bırakanlardan olmadı. Aradığı tutunacak dalın kendisi olabileceğini fark etti. 27 yaşında, ilk kez hayatının iplerini eline almayı başardı ve bu, ona birçok insanın elde edemediği ikinci şansı getirdi; yani Steffi’yi.
Saplantı mı, Sevgi mi?
Nisan 1993’te, Hamburg’da Steffi Graf ile Monica Seles karşı karşıya geldi. İkili, o sıralar kadınlar tenisinin en büyük rekabetini yaşıyordu. 19 yaşındaki Seles, dünya bir numarasıydı, yıl içinde 10 turnuva kazanmış ve Avustralya Açık finalinde Graf’ı mağlup etmeyi başarmıştı. Graf ilk seti 6-4 kazandı, ikinci sete geçilecekti ki tribünden atlayan bir seyirci Monica Seles’i sırtından bıçakladı. Tenis tarihinin sahne olduğu en büyük şoklardan biriydi. Daha dramatik olan ise Seles’i bıçaklayan kişinin Graf hayranı olmasıydı. 38 yaşındaki saldırgan, polise verdiği ifadede amacının Seles’i öldürmek değil, sadece Graf’a yardım etmek olduğunu söyledi. Bu sayede Graf yeniden dünya bir numarası olacaktı. Başardı da... Bu olaydan sonra Seles tenise iki yıl ara verdi ve bir daha eskisi gibi olamadı. 23 yaşındaki Graf’ın yükselişi ise devam etti, hem de 22 Grand Slam zaferi elde edene kadar.
Yıllar sonra, Graf bu olayı şöyle anlatacaktı:
“Benim için asıl önemli olan Monica’nın başına gelen şey ve onunla nasıl baş ettiğiydi. Herkes çok üzgündü, özellikle de seyirciler. Ben de şüphesiz ki onu çok özlüyordum, özellikle de onunla oynayabileceğim muhtemel maçları... Bu, sadece tenis değil, tüm spor dünyası için üzücü ve korkunç bir olaydı. Turnuvaları, güvenlik önlemlerini, her şeyi değiştirdi. Yine de ben olaya kişisel bakıyorum; spor için korkunç bir vaka olabilir ama daha korkuncu Monica’nın yaşadığı trajediydi.”
Kendisini saplantı düzeyinde seven bir adamın yol açtığı felaketle sarsılan Graf, o sıralar Formula 1’de yer edinmeye çalışan pilot Michael Bartels ile birlikteydi. Tenisçi Alexander Mronz’dan yeni ayrılmıştı ve Bartels ile yeni bir hayatın hayallerini kuruyordu. Seles’in bıçaklanması sportif anlamda ona avantaj sağlamıştı ama duygusal boyutuyla baş etmekte zorlandı. Yine de bu zorluğun ilişkisinde yaralar açmasına izin vermedi. Agassi’nin Streisand-Shields parkurunda bir sağa, bir sola yalpaladığı dönemlerde, o Bartels’e tutunmayı başardı. Ta ki 1999 yılına kadar.
Gelen Gidenden İyidir
Bir Arap atasözüne göre; gelmiş olan, gitmiş olandan iyidir. Türklerin “Gelen gideni aratır” sözünü hatırlayınca Arapların daha optimist genler taşıdığını söylemek mümkün.
Andre ve Steffi, bu denklemin pozitif tarafında yer alıyorlar. 2000’lerin başlarında birbirlerini buldular ve geçmişi tamamen silecek bir ilişkiye yelken açtılar. Ani ve hızlı başlayan aşkları, 22 Ekim 2001’de evlilikle taçlandı. Dört gün sonra ilk çocukları Jaden dünyaya geldi.
Birbirlerine karşı o kadar açık ve dürüstlerdi ki; Andre, ilişkilerinin henüz ilk haftalarında hayatının kadınına geçmişini tüm açıklığıyla anlatmaktan geri kalmadı. Paris’te bir otel odasında, Steffi’ye geçmişinde metamfetamin kullandığını itiraf etti. Bu itirafın ardından karşılıklı oturup ağladılar. Bir erkek için ne büyük lüks! En gizli suçlarını paylaşabileceği, günah çıkarabileceği, karşısında oturup ağlayabileceği bir kadın... “Onun, hikâyemi bilmesini istedim” diyordu Andre ve ekliyordu:
“Anlattım, dinledi. Üzüldü ama yargılayıcı olmadı. Özen gösteren, ilgilenen bir insan nasıl davranırsa öyle davrandı ve beni bu sürece iten şeylere kafa yordu. Hayatta birçok zaafım var ama Steffi’yi incitmek bunlardan biri değil. Ona dair gerçekten çok özel şeyler hissediyorum, ‘doğrumu’ bulduğuma inanıyorum. Onu kazanmak için çok çalıştım ama değdi. Onun için yapabileceklerimin sınırı hakkında en ufak bir fikrim bile yok ama elimden geleni yaptığımı biliyorum. Hayran olduğum tek insan, benim güzel eşim. Yorulmak bilmeyen, korkusuz bir kadın, istek ve arzuları çok net. Steffi, paha biçilemeyen bir mücevher gibi. Hayatımdaki en büyük başarım, ona ‘Evet’ dedirtebilmek oldu.”
Andre’yi dinledikçe, hayatı boyunca sırasıyla; babasıyla, şöhretle, basınla ve uyuşturucu ile mücadele etmiş bir adamın nihayet sakin sularda demirlediğini hissediyorsunuz. 2004’te Steffi’nin Tennis Hall of Fame’e kabul töreninde söz alarak yaptığı konuşmaya bir bakın. Bir erkek, duygularını daha iyi nasıl ifade edebilir ki?
“En iyi döneminde bile alkışlara ihtiyacın yoktu, sadece ruhunu tamamlanmış hissetmek için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyordun. Merkez kortun o büyük uğultusu altında ya da bebeğimizin odasının o sonsuz sessizliğinde; senin cömert ruhun, boyun eğdirilemez gücün, düşük sesle dile gelen dürüstlüğün, bir kez bile sendelemedi. Sen her zaman, konuşmaktan ziyade yapmayı tercih ettin. Kendini asla başardıklarınla tanımlamadın. Zaten tüm bu başarıların, biraz da kendini nasıl tanımlaman gerektiğini bilmenden kaynaklanıyor. Bugün dahi aşkının ve annelik hislerinin peşinden giderek, kendine koyduğun o kusursuzluk çıtası doğrultusunda tenisten vazgeçebilmen nefesimi kesiyor.”
Steffi’nin Andre’ye bakışı da farklı değil:
“Onunla tanıştığım için kendimi kutsanmış hissediyorum, hele ki kurduğumuz hayatı düşününce... Aşkımız her gün daha da güçleniyor. Onunla ilgili sevdiğim o kadar çok şey var ki... Yanımda olduğunu bilmek ve birlikte çocuklarımızı büyütmek, bugüne dek hayalini kurduğum her şeyin ötesinde.”
Hayat bazen, her şeyin sonunda size öyle bir kapı açıyor ki; içeri girerken tereddüt dahi etmiyorsunuz. ‘Bitme’nin, ‘kalmadığı’ anlamına gelmediğini fark ettiğiniz bir andan bahsediyorum. Diyalektik, devinim, her ne ise...
Andre ve Steffi, bu günlerde hayatın keyif aldıkları yanlarıyla ilgileniyorlar. Çocukları ile vakit geçirmek bunlardan biri.
Jaden ve Jaz, tenisle az da olsa ilgilenmişler ama Jaden daha çok beyzbola, Jaz ise binicilik ve hip-hop’a yatkın. Steffi’ye göre Jaden, inanılmaz bir el-göz koordinasyonuna sahip. Şanslı genlere sahip olduğu söylendiğinde sadece gülüyor. O ve Andre, çocuklarına geleceklerini belirleme ya da yapacakları sporu seçmeleri konusunda kesinlikle bir baskı yapmıyor. “Eve iş getirmenin iyi bir fikir olduğuna asla inanmadım. Tenis, çocuklarımın hayatlarının bir parçası değil” diyor Steffi. Ona göre kendilerini yönlendirme yapmaktan alıkoyan şey, geçmişleri ve yaşadıkları deneyimler ki bu, Andre özelinde çok daha makul bir tavır. Ne de olsa, tenisi ve hayatı daha iyi anlatabilen çok az insan var...
“Tenis hayatın dilini kullanır. Avantaj, servis, faul, kırma, aşk... Tenisin temel elementleri, bu günlük terimlerden beslenir. Çünkü her maç, minyatür bir hayat deneyimidir. Tenisin yapısı, o her şeyin iç içe geçmişliği, matruşkaları andırır. Sayılar oyunlara, oyunlar setlere, setler maçlara, maçlar turnuvalara dönüşür. En basit sayı, bazen her şeyi değiştirir. Bu bana, saniyelerin dakikalara, dakikaların saatlere dönüşümünü hatırlatıyor. Ve gelişigüzel bir saat, en güzel saatimiz olabilir. Ya da en kötüsü. Bu bize bağlı. Ama tenis aslında hayat ise arkasından mutlaka bilinmez bir boşluk geliyordur. Bu düşünce beni korkutuyor.”
Korkma Andre, Steffi var.