Oyunu Değiştiren Gün

13 dk

1988’in Eylül ayında Seul’de oynanan yarı final maçı, sadece finalisti belirlemekle kalmadı, dünya basketbolunun çehresini yenileyip uluslararası rekabeti bambaşka bir boyuta taşıdı.

28 Eylül 1988, günlerden Çarşamba… Seul Olimpiyat Oyunları’nda sona yaklaşılmış artık… Basketbolda yarı final günü. İlk ayakta Yugoslavya ile Avustralya karşılaşacak. Diğeri ise bu spor dalına gönül vermiş herkesin ta 1972’den beri beklediği maç: Amerika Birleşik Devletleri-Sovyetler Birliği… Büyük rövanş!

Aradan 28 yıl geçmiş... Şöyle bir düşününce, “Her şey amma da hızlı değişmiş” diye mırıldanmadan edemiyor insan… Evet, o günlerde bambaşka bir dünyada yaşıyorduk. Bugünün gençlerine anlatması kolay değil. “Cep telefonu ve internet yoktu” sokağına sapmayacağım. Öyle yaparsam, bu yazıyı oracıkta bırakacağınızı biliyorum. En iyisi, “32 sayfalık defterli nüfus kağıdına sahip olmayanlar, o günleri pek hatırlamaz” diyeyim de anlaşılsın! (Nüfus cüzdanı lafı da o gri kaplı defterlerden gelir.)

Seul’deki ABD-Sovyetler Birliği maçını anlatmadan önce, 1972’ye, Münih’e uzanmak gerek. O zamana kadar düzenlenen bütün olimpiyatlarda basketbol, favorisi önceden belli ve fazla ilgi çekmeyen bir branştı. Profesyonel sporcuların katılması yasak olduğundan, dünyada resmi profesyonel ligi olan tek ülke Amerika, üniversiteli gençlerden oluşan bir takımla olimpiyatlara gelir, yine de tüm rakiplerini sürklase ederek, güle oynaya altın madalya ile evine dönerdi. 1972’de öyle olmadı.

İki kutuplu dünyada ABD-SSCB çekişmesi hemen her alanda sportif olmanın ötesine geçmiş, madalya sıralaması sanki “Dünyanın hâkimi kim?” sorusuna cevap veren kriterlerden biri gibi görülür olmuştu. Sovyetler, basketboldaki Amerikan tekelini kırmak istiyordu. Biraz, o günlerde Amerikan basketbolunu yönetenlerin rehaveti; biraz da Sovyetler Birliği’nin pota altını domine edebilen kalıplı adamlara sahip olmasının avantajı diyelim, Münih’teki finali 51-50 Sovyetler kazandı. Amerika son üç saniyeye önde girmiş, hatta son düdük çaldığında da bu üstünlüğünü korumuştu. Ancak masa hakemlerinin yaptığı bir hata yüzünden, son üç saniyenin bir değil, iki kez yeniden oynatılması ve nihayet o sürede Sovyet takımının bir basket bulması, bize basketbol ve olimpiyat tarihinin en çok tartışılan olaylarından birini armağan etti. Amerikalılar, o zamanki FIBA Genel Sekreteri William Jones’un tribünden müdahalesiyle verilen kararı protesto etmek için kürsüye çıkmadı, o gün bugündür de gümüş madalyalarını almıyorlar.

Takip eden olimpiyatlarda, Amerika’nın o meşum günün rövanşını alması bir türlü mümkün olamadı. 1976 Montreal’e Dean Smith yönetiminde iyi bir takımla geldiler, altın madalyayı da aldılar ama Sovyetler’le oynayamadılar. Çünkü yarı finalde DalipagiçKicanoviç-Delibasiç üçlüsü, bir önceki olimpiyat şampiyonuna büyük bir sürpriz yapıp finale Yugoslavya’nın ismini yazdırmıştı.

1980’de Amerika’nın başı çektiği Batı dünyası, Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgalini öne sürerek Moskova Olimpiyatı’nı boykot etti. 1984’te bu defa Sosyalist Blok misilleme yaptı ve Los Angeles’taki oyunlara sporcu göndermedi. Münih’in rövanşı, dört yıllık fasılalarla sürekli erteleniyordu.

Arada, 1986 Dünya Şampiyonası’nda basketbolseverlerin gözünün pasını silen olağanüstü maçlara tanıklık ettik. Kafalardaki sorular bir yandan cevap bulurken, izleyenlere tırnak kemirten her saniye de yeni sorular doğurdu. Madrid’de David Robinson, Muggsy Bogues, Steve Kerr, Sean Elliott, Kenny Smith gibi isimlerle anımsadığımız Amerikan takımı, koç Lute Olson’un baskılı savunmasıyla şöhretli oyunculardan kurulu rakiplerine göz açtırmadı. İkinci turda Yugoslavya’yı 69-60, finalde de Sovyetler Birliği’ni 87-85 mağlup etti. Gruplarda Arjantin önünde uğranılan sürpriz yenilgi, genç Amerikan takımının nazar boncuğu oldu. Ancak farkın kapandığı, net biçimde görülmüştü.

28 Eylül 1988’e işte bu yollardan geçerek geldik. O gün hava atışı yapılırken, kayıtlar ABD’nin geride kalan olimpiyatlarda oynadığı 85 basketbol maçından 84’ünü kazandığını söylüyordu. Hem de yaşları 22’yi geçmeyen üniversite öğrencileriyle!

Sahada yine çok iyi bir ABD takımı vardı… Oyun kurucular: Bimbo Coles ve Charles E. Smith. Şutörler: Hersey Hawkins, Dan Majerle, Mitch Richmond, Jeff Grayer. Forvetler: Willie Anderson, Stacey Augmon. Uzunlar: David Robinson, Charles D. Smith, Danny Manning, JR Reid. Bu oyuncuların tamamına yakını, uzun ve parlak kariyerlere sahip oldular. İçlerinde Robinson ve Richmond gibi şampiyonluk yüzüğü takanlar, Majerle gibi final oynayanlar, All-Star’lar oldu. 12 oyuncu, NBA kariyerlerinde toplam 10 bin civarında maça çıktı. Fakat o gün, henüz bunların hiçbirini başarmamış, yetenekli ama toy delikanlılar olarak çıkıyorlardı Sovyetler önüne…

Birlik denmesi boşuna değil. Sovyet takımının omurgasını Litvanyalılar oluşturuyordu ama farklı dilleri konuşan, farklı uluslardan 12 oyuncu, efsane Rus antrenör Aleksandr Gomelsky’nin yönetiminde bir araya getirmişlerdi. Takımın temel direği Arvydas Sabonis, iki sene önceki Dünya Şampiyonası finalinde atletik rakibi David Robinson’un savunmasında özellikle kritik dakikalarda boğulmuş ve bu durum kurt Gomelsky’yi yeni arayışlara itmişti. O gün sahaya, oyun kurucular Tiit Sokk ve Valdemaras Chomicius; skorer guard’lar Sarunas Marciulionis, Rimas Kurtiniatis, Igor Miglinieks; forvetler Aleksandr Volkov, Sergei Tarakanov, Valeri Tikhonenko ve uzunlar Arvydas Sabonis, Aleksandr Belostenny, Valeri Goborov ve Viktor Pankrashkin kadrosuyla çıkan Sovyetler, her pozisyonda dikkat çekici bir fizik üstünlüğe sahipti. Ertan Yüce’nin hâlâ kulaklarımda olan çatallı sesiyle aktardığı maçta göze çarpan bir diğer nokta da sırt numaralarının hemen üstündeki yazılardı. Amerikalıların soyadları yazıyordu, aynen bugün olduğu gibi. Fakat Sovyetler Birliği’nin kırmızı formasında her numaranın üzerinde aynı dört harfi görüyorduk; CCCP, yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Rusça kısaltması… İster Batı Doğu’ya karşı diye okuyun, ister kapitalizm komünizme, isterseniz bireysellik takım oyununa…

Gomelsky’nin Sabonis’i skor kozu yerine bir pas istasyonu olarak kullanması, Amerikalıları şaşkına çevirdi. Dışarıdan yağmur gibi yağan Kurtiniatis ve Marciulionis’e, zaman zaman Volkov da katıldı. Baştan sona Sovyetler önde gitti ve bu, o turnuvada Amerikan takımın başında olan Georgetown koçu John Thompson’ı paniğe itti. Hata yapan oyuncu, hemen kenara alınıyordu. Hawkins, Anderson ve Manning gibi isimler bir türlü ritim bulup oyuna giremediler. Robinson yalnız kaldı. Son düdük çaldığında, skor 82-76 Sovyet üstünlüğünü ilan ediyordu. İki gün sonra aynı takım, Yugoslavya’yı da yenerek kürsünün tepesine çıktı.

O günden sonra dünya bir daha eskisi gibi olmadı. O maçın uluslararası siyaset sahnesini değiştirdiğini iddia edecek değilim elbette… Ama fırtınalı bir dönemden geçiyorduk; sonraki olimpiyat oyunları geldiğinde artık SSCB diye bir ülke yoktu, bambaşka bir dünya haritasına alışma derdindeydik. Yıllarca Rus sandığımız Sabonis’lerin, Kurtiniatis’lerin meğer Litvanya denilen minicik ülkeden çıkan devler olduğunu öğrenmiştik. ‘Eski düzen’in sembollerinden Berlin Duvarı hızla ortadan kaldırılmış, parçacıkları üçe-beşe satılan turistik eşya sınıfına girmişti. “Dünya bir küresel köy artık” klişesini tam olarak kavrayamasak da yerliyersiz kullanır olmuştuk. Görünmez ‘Demir Perde’ yırtılıp sosyalist ülkelerin sporcuları da profesyonel kontratlara imza atma fırsatı bulunca; Marciulionis, Petrovic, Volkov gibi yıldızlar, peş peşe NBA’in yolunu tuttu. Sabonis, sakatlıklar yüzünden rötar yaptı, 1995’te Real Madrid’e bir Avrupa şampiyonluğu hediye ettikten sonra Portland’a uçabildi.

Amerikalılar, kendi paylarına düşen dersi aldılar. Bıyıkları henüz terleyen çocuklardan takım kurup koca koca adamlara karşı oynayamayacaklarını anlamışlardı. IOC’ye bastırdılar: “Zaten bütün ülkelerde gizli profesyonellik var. Bariyerleri kaldırın, NBA oyuncuları da olimpiyat oyunlarında oynayabilsin” dediler. Haksız sayılmazlardı. Dört yıl sonra Barcelona, ‘Dream Team’ ile şenlendi. Michael Jordan’lı, Magic Johnson’lı, Larry Bird’lü takım sahadayken, rakipler savunma yapacağına, yan yana durup fotoğraf çektirmeye çalışıyordu.

Bazen düşünüyorum da; IOC ayak direse, NBA oyuncularını olimpiyatlara kabul etmese, basketbolun vatanı olan ülke üniversite öğrencileriyle temsil edilmeyi sürdürse… Madalya koleksiyonu devam edebilir miydi acaba? Sanmıyorum. Bugün NCAA’den çıkacak iyi bir karmayı, olimpiyat kürsüsünde hayal edemiyorum ben. Daha da ileri gideyim; Amerika kıtası elemelerinden çıkamayıp olimpiyata vize alamama ihtimalleri bile var!

Socrates Dergi