Parıltı

24 dk

Manchester City, bu sezon Premier Lig’in en özel takımı, İlkay Gündoğan ise o takımın en formda oyuncusu. İlkay ile yükselen formundan, sevdiği yemeklerden ve elbette geçmişinden konuştuk.

"Bir takımı aynı oyun karakterine sahip 11 kişiyle kuramazsınız. Günün sonunda bir harmoniye sahip olmanız gerekir. Elbette bazı oyuncuların gol atmasına ihtiyaç duyarsınız ama ben kendimi bu oyuncular arasında tanımlamıyorum. Biri oyunumla ilgili 'Oyunun çok fazla parıldamıyor. Ama senin sayende başkalarının oyunu parlıyor. Sen, insanların en parlak noktasına ulaşmasını sağlayan kişisin' demişti. Ona katılıyorum."

İlkay Gündoğan, Premier Lig'de yalnızca iki kez fileleri havalandırmışken Manchester City resmî sitesine bu röportajı vermişti. Aynı İlkay, Premier Lig'de 11 gole ulaştı ve bu sefer Socrates'e konuştu. Ama bizim de ilk sorumuz benzerdi. Röportaja, parıltıdaki değişimin nereden geldiğini sorarak başladık. Sonra Atlantik Döner'e kadar gittik...

Bu sezon gole daha yakın, ceza sahasında daha çok gezinen bir roldesin. Bu rol değişikliğinde Rodri'nin yanına bekten Cancelo'nun gelmesi ile kaleye biraz daha yakınlaşmanın payı var mı?

Sezona ortada çift pivot başlamıştık. İlk maçlarda ben yoktum, koronavirüse yakalanmıştım. Benim yokluğumda da Fernandinho-Rodri'den oluşuyordu orta saha. İyileştikten sonra Rodri ile birlikte oynamaya başladım. Tabii siz de fark etmişsinizdir; ben, Rodri, Fernandinho… David Silva'nın gitmesinden sonra orta saha biraz daha defansif yönlü oyunculardan oluştu. Hücumu daha fazla düşünen, daha ileride oynayan oyuncu sayısı azaldı. Böyle olunca tabii ki hoca bu yapıyı kabul etmedi. Hücuma yakın özellikli oyuncu olmayınca da beni adım adım ileri almaya, forvete yakınlaştırmaya başladı.

Topsuz oyunda aslında bizim için çok değişen bir şey yok, ben Rodri'nin yanına geçiyorum ve tekrar 4-3-3'e dönüyoruz. Ama top bizde olunca, artık o günkü duruma göre sol veya sağ bek, orta sahaya geliyor. O orta sahaya geldiği için de orta sahadan bir oyuncu, beşli hücum hattının yanına geliyor ve biraz daha 10 numara gibi oynamaya başlıyor. Yani evet, Cancelo'nun yerime geçmesi ve benim biraz daha ileri gitmem gibi.

Bu bahsettiğim yapıda ben ceza sahasına biraz daha yakınlaşmaya başlayınca goller beraberinde geldi. Şu an için ceza sahasında gezinmelerim, ceza sahasına girişlerim, bana gelen paslar ve atılan koşular otomatik olmaya başladı. Hatta bu otomatikleşme hocanın kafasında bile oldu bence. Sene başında görüşmüştük onunla. Oynanan oyuna ve form durumlarına "Bizim takım bu" diyemiyordum. Alıştığımız yapıdan biraz daha farklı oynuyorduk ama şu anki yapıdan o da çok memnun, ben de.

Aslında golü atan olmaktansa asistin asistini yapan, oyun kurulumundaki oyuncu olmayı daha çok sevdiğini söylüyordun hep. Nasıl adapte oldun daha golcü bir profilde oynamaya?

Çocuk yaş gruplarında, 7-8 yaşlarındayken forvet oynuyordum aslında. Kaleye ilk kez yakın değilim yani, alışkınım buna. Kaleye yakın olmanın gerekliliklerine sahibim. Ama tabii kendimi tanımlayacak olsam topla oynamayı seven orta saha oyuncusu derim her zaman. Topu çevirmeyi çok seviyorum, dediğiniz gibi asistin asistini yapmayı asist yapmaktan daha çok seviyorum. Kendimi golcü veya asist yapan olarak tanımlamadım hiçbir zaman, çok da önem vermedim bu sayılara. Fakat bu sezon sayıların arttığı gerçek.

Burada da yapısal bir değişiklik var. Geçmişe nazaran topu bekleyen oyuncu profiline dönüştüm. Eskiden topu alan, tempoyu kontrol eden, savunma önünde bağlantıları sağlayan kişi bendim. Şimdi biraz daha farklı, topu bekliyorum artık. Topla buluşmalarım kendi kalemize yakın değil, rakip kaleye daha yakın bölgelerde oluyor. Derinde değilim, o sorumluluğu başkalarına teslim ettim. Rodri, zaman zaman Bernardo derine iniyor. Şu an için iyi yapıyorlar ama daha da iyi olacaklarını düşünüyorum.

Pep geçtiğimiz günlerde 'İlkay sahte 9 oynayabilir dediğimde herkes bana gülmüştü ama şimdi herkes bana hak veriyor' dedi. Aslında maç içerisinde en uçta olduğun oluyor ama başlangıçta da kendini en uçta sahte 9 olarak görüyor musun?

Neden olmasın, gidişat öyle gözüküyor. (Gülüyor.) Zaten biz her zaman çok değişken oynuyoruz pozisyonları. Hoca da bunu istiyor. Hem maç içinde hem de haftadan haftaya farklı oyuncular en uçta oluyor. Daha Arsenal maçında Bernardo sahte 9 olarak başladı. Ama maç içinde daha çok derine indiği dakikalar da oldu. O derine inince ben onun yerine sahte 9 oluyorum, Sterling bazen kanattan geliyor, bek çıkıyor.

Dediğim gibi her zaman pozisyonları değiştirmeye çalışıyoruz. Pozisyonsuz bir oyun var hocanın kafasında, bunu uygulamaya çalışıyoruz. Çünkü elinde şu anda klasik bir forvet yok. Olmadığı için de olabildiğince değişken şekilde her oyuncunun güçlü yanlarından faydalanmak istiyor. Hepimiz kale önüne gelince o kaliteyi gösterebilecek oyuncularız. Ama burada ince bir çizgi var, herkes kafasına göre pozisyona girip çıkıyor demek değil bu. Asla öyle bir şey yok. Sahadaki her oyuncu nerede, nasıl duracağını noktasına kadar biliyor. Ne zaman baskıya gideceğini ne zaman ceza sahası içine koşu atacağını herkes ezberlemiş durumda.

Zaten aksi pek mümkün değil zira Pep bunlara çok dikkat eder. Eğer doğru noktalarda durursak, daha az hareket edeceğimizi ve topun bizim bulunduğumuz noktalara geleceğini söylüyor. Öyle de oluyor hakikaten. Herkes belirlenmiş pozisyonlarda olduğu zaman oyunumuz otomatik olarak daha hızlı oluyor. Topu daha çabuk çeviriyoruz, daha çok pozisyona giriyoruz. Soruya gelince de bana daha ilk günlerde söylemişti "Seni sahte 9 oynatmayı düşünüyorum" diye. O günler de yakın, eminim.

Bu farklı rolleri iyiden iyiye üstlenmenle birlikte artan hücum istatistikleri, değerinin daha iyi anlaşılmasını sağladı mı sence? Sonuçta modern futbol gitgide istatistikler üzerinden değerlendiriliyor ve hatta futbolcular buna göre ölçümleniyor.

Çok güzel bir soru ve aslında tam da benim düşündüğüm şeylerin üstüne bastınız. Maç sonunda gol veya asistler istatistiklere yansıyınca daha çok göze batıyorsunuz, doğru. Ama bu elbette daha çok kamuoyunun ve medyanın gözünde böyle. Benim için asıl önemli olan nokta hocamızın verdiği değer. Sonuçta ben biliyorum ki bu golleri atmadan önce de Guardiola'nın bana olan bakış açısı benzerdi. Goller sayesinde onun gözünde bulunduğum konum pek fazla değişmedi. Çünkü benim sahada neler yapabileceğimi çok iyi biliyor.

Az önce bahsettiğiniz sahte 9 açıklaması da aslında buna örnek. Mesela Liverpool'un önünde bir puan ile şampiyon olduğumuz sezonda her zaman oynadığım 6 numara pozisyonunda oynamadım ve inanın o dönem hepimiz için kritik bir süreçti. Her zaman rakamlara yansıyan bir rolde olmayabilirsiniz. Ama bu sizin sahada yarattığınız önemi gölgelemez.

"Sahadaki hemen her pozisyona adaptasyon sağlayabiliyorum. Hocanın benden ne istediğini iyi anlayıp onu en hızlı şekilde sahada sunabiliyorum."

"Sahadaki hemen her pozisyona adaptasyon sağlayabiliyorum. Hocanın benden ne istediğini iyi anlayıp onu en hızlı şekilde sahada sunabiliyorum."

Altı numara, sekiz numara ve şimdi de daha ilerisi. Hocanın "10 numarayı da oynayabilen 6 numara bulmak çok zordur. Ama biz İlkay'la o kişiyi bulduk" sözü vardı. Çocuk yaşlarda forvet oynadığından bahsettin ama bu kadar farklı noktada çeşitliliğe sahip olup performansını düşürmemek çok zor olmalı. Neye borçlusun bu çeşitliliğini?

Şimdi yanlış anlaşılmadan bunu nasıl cevaplayabilirim, onu düşünüyorum… Futbol zekâsına sahip olduğum için böyle sanırım. Sahadaki hemen her pozisyona adaptasyon sağlayabiliyorum. Hocanın benden ne istediğini iyi anlayıp onu en hızlı şekilde sahada sunabiliyorum. Kariyerimde bugüne kadar pek çok değişik pozisyonu oynadım, bu bir artı. Ve hangi pozisyonda hocamızın ne istediğini biliyorum, bu da bir artı.

Hoş, "11 tane orta saha oyuncusu olsa 11 tane orta saha oyuncusu ile oynarım" diyen bir teknik direktör Pep aynı zamanda. Bu da rahatlatıyor olsa gerek. Zira oyuna olan bakış açılarınız paralellik gösteriyor gibi.

Evet, futbola olan bakış açımız neredeyse aynı. Tamamen uyumluyuz. Dediğiniz gibi elinde olsa 11 orta saha ile gerçekten oynar. Çünkü top çevirmeyi çok seven, topu kaybetmekten nefret eden bir hoca. Hele basit hata… Basit hata olunca çıldırıyor, hatayı yapanlara çok kızıyor. Ben de hocayla bu noktalarda tamamen aynı düşünüyorum. Futbol zekâlarımızın benzerliği, sanırım bizi daha çok yakınlaştırıyor.

"S*ktirin gidin!

All or Nothing: Manchester City belgeseline yansıyan çok çarpıcı bir sahne vardı. Pep Guardiola’nın soğuk bir sabah antrenmanında şampiyonun hâlâ Chelsea olduğunu söylediği ve yorgun olduğunu düşünenlere küfür ederek kapıyı gösterdiği bir sahne. Antrenmanları her zaman böyle sert mi geçer?

Chelsea maçından sonraki gün olması lazım. Kazanmıştık maçı, sonrasında da sabah idmanı vardı. Takımı motive etmek ya da uyandırmak için yapmıştı onu. Çünkü takımın yarısı bayağı rahattı, gerçekten yatakta uyuyor gibiydi. “Zaten kazandık, bu antrenmanda çok bir şey yapmayız” kafasında gelmişlerdi idmana. Pep çok iyi sezer takımın havasını. Doğru zamanda, doğru hamle ile uyandırmıştı takımı. Her zaman olduğu gibi.

Biraz daha detaya inersek bu sezon başında bir Guardiola takımında görmeye alışkın olmadığımız bir yapı vardı. Çok yoğun olmayan, hücumda daha katı ama savunmada daha kompakt bir takım. Hocayı geçen sene yaşadığı savunma sıkıntıları bu rotaya itmiş olabilir mi?

Evet, biraz daha savunmayı düşünüyoruz bu sene. Savunma bize her departmanda güç veriyor bu sezon. İleride oynayan oyuncular için de bu çok önemli çünkü bir gol atsak bile gol yemeyip maçları kazanabileceğimizi hissediyoruz. Bu da ilerideki oyuncuların daha rahat hareket etmesine olanak sağlıyor tabii. Hani o klasik söz var ya, "Hücum size maçları, savunma şampiyonluğu kazandırır" diye... Gerçekten hissediyoruz onu bu yıl.

Geçen sene söylediğiniz gibi savunmada sorunlarımız vardı, basit hata sayımız çok fazlaydı. Futbol da bilinmez bir denklem değil, çok gol yersen çok gol atman gerekiyor sonuçta. Ama bu da sürdürülebilir bir şey değildi. Şu an işler daha farklı, 1-0 olduğunda bile maçı kazanacağımızı hissediyoruz.

Bu sezon Şampiyonlar Ligi gruplarında yalnızca bir gol yediniz örneğin ama Şampiyonlar Ligi denilince hem City hem de Guardiola'nın bir türlü istediği sonuçları alamadığı akıllara geliyor, bazı yorumcular Guaridola'nın aşırı düşünmesine dikkat çekiyor. En son Lyon maçından sonra benzer eleştiriler olmuştu hatta. Katılır mısın bu yoruma?

Pep, her şeyi çok düşünen bir hoca. Her detayı, her ihtimali kafasında oynar. Düşünmediğinde rahatsız olur hatta. Sabah biz tesislere gittiğimizde orada olur, maçları izler. Sabah yedi-sekiz gibi güne başlıyor, akşam saat dokuza kadar çalışıyor. Bizim tesislere gidişimiz dokuz, dokuz buçuk gibidir. Öğlen birde de evde olduğumuzu düşününce, onun ne kadar çalıştığını anlıyorsunuz zaten. Akşam eve gittiğinde de uyumuyor, biliyorum. Orada da çalışmaya devam. Uçakta maç izler, odasında maç izler, otobüste maç izler… Oyunla çok ilgili bir hoca olduğu için zaten çok düşünüyor. Bu kadar maç izleyip bu kadar oyuna kafa yoran bir hocanın çok düşünmemesi imkânsız zaten. Her zaman "Nerede gelişebiliriz, nerede daha iyi olabiliriz?" diye kafa yoruyor. "Aşırı düşündüğü için başarısız oluyor" diyenlere de katılmıyorum. Zaten bu kadar çok düşündüğü için bu başarılara ulaşan bir hoca. Neden çok düşündüğü için başarısız olsun ki? Ben kimim ki ona "Çok düşünüyorsun, bu yüzden başarısız oluyorsun" diyeyim? Hatta hiçbir şekilde böyle bir söylemde bulunulamaz bence.

"Pep, her şeyi çok düşünen bir hoca. Düşünmediğinde rahatsız olur hatta."

"Pep, her şeyi çok düşünen bir hoca. Düşünmediğinde rahatsız olur hatta."

Hocanın geç saatlere kadar evinde dahi çalışmaya devam ettiğinden bahsettin az önce. Aynı binada Guardiola ile komşu olmak nasıl bir deneyim? Denk gelip görüştüğünüz oldu mu?

Açıkçası çok nadir denk geliyoruz. Hoca benden önce çıkıyor ve çok daha geç eve geliyor. Dediğim gibi evde de çalışmaya devam. (Gülüyor)

Peki City'deki beş senelik serüveninde bu detaylı çalışmaların seni etkilediği bir maç oldu mu? Ya da "Ya biz bugün nasıl bir şey uyguluyoruz?" diye düşündüğün... Real Madrid deplasmanı mesela?

Doğru, Real Madrid maçı enteresandı. Açıkçası buna benzer o kadar fazla maç var ki şimdi içlerinden bir tane seçmem kolay değil. Ama geniş hatlarıyla söyleyeceksem ilk şampiyonluğumuzu seçebilirim. O sene hiçbir takım bize karşı kendinde şans göremiyordu. İşte o dönem onun ne kadar iyi, ne kadar büyük bir hoca olduğunu anlamıştım. Sadece sonuç özelinde söylemiyorum bunu. Oynadığımız stiller, yapılar… Harikaydı.

Evet, her maça özel adaptasyonlar, özel sistemlerle çıkar. Ama o sene öyle bir sistem vardı ki sahada ben bizim başka bir dünyadan geldiğimizi hissediyordum. Attığımız her adım doğru gibi geliyordu. Doğru yere pas atıyorduk, doğru yere koşuyorduk. 100 puanla kazandığımız şampiyonluğu hiç unutmayacağım bu açıdan.

Geçmişe gidersek Raphael Honigstein, Das Reboot kitabında Almanya'da futbolun yeniden inşasını anlatmıştı. Senin jenerasyonun da futbolda gerçekten dev bir etki yarattı 2010'larda. Sen nasıl deneyimledin altyapı günlerini?

İnanılmaz bir rekabet vardı altyapılarda. Bir de düşünün, ben profesyonel olarak altyapıya çok geç girmiş bir futbolcuyum, ona rağmen söylüyorum bunları. Üç yaşında futbola başladım ama ilk altyapı deneyimimi 15 yaşındayken yaşamıştım. Aslında Schalke ile sekiz yaşında bir maceram olmuştu fakat sağlık sorunları nedeniyle bırakmak zorunda kaldım. Ayağımda yaşadığım sorunlardan dolayı doktor, yarım sene kadar spor yapmamam doğrultusunda rapor vermişti aileme. Zor günlerdi…

İlerleyen senelerde de VfL Bochum'un altyapısına girdim işte. Hoca, takım, tesisler; her şey üst düzeydi. O üst düzey altyapılarla ilgili bir şey diyeceksem girdiğim günden bu yana rekabetin seviyesini söyleyebilirim. Her gün, oradaki her oyuncu kendini ispatlamaya gidiyordu. Benim büyük hedeflerim yoktu o yaşlarda. "Yıldız olayım, paramı futboldan kazanayım" gibi şeyler düşünmüyordum. Ama futbol aşkım ve oradaki rekabet seviyesi işleri değiştirdi. Her gün kendimi ispatlamak için çabalıyordum. Bu çabalar da hızlı yükselmemi sağladı. U16, U17, U19 derken sonrasında Nürnberg ile sözleşme imzaladım.

Nürnberg'den Dortmund'a olan geçiş de çok hızlı. Yalnızca iki buçuk sene sonra Dortmund'a transfer oluyorsun.

Evet. O iki buçuk senenin yarım senesi de sakattım bu arada. Nuri Abi'nin (Şahin) Real Madrid'e geçtiği dönem. Onun yerine transfer edilmiştim ve ilk dönemimde büyük zorluklar çekmiştim. Sonuçta Dortmund yeni şampiyon olmuş takım, büyük bir kulüp, rekabet üst düzeyde. Ben Nürnberg'den gelmişim, şehir küçük, kulüp Dortmund'a göre küçük. Zorlu bir geçiş olmuştu. Ama orada da başardım sonunda, güzel ve başarılı beş sene geçirdik beraber.

Sven Mislintat'la bir görüşmen olmuş muydu transfer sürecinde? Dortmund'da o çekirdeğin kurulmasında en büyük pay sahiplerinden biriydi ne de olsa.

Düsseldorf Havalimanı'na çok yakın bir otelde görüşme yaptığımızı hatırlıyorum. Sven Mislintat yoktu ama onunla zaten hep iletişim halindeydik. Ben, amcam, babam, Jürgen Klopp ve Michael Zorc. Güzel bir beşli, değil mi? (Gülüyor.) O otelde bir kez görüştük ve masadan kalkarken Dortmund'a gideceğime emin olmuştum.

Covid-19

Covid-19'e yakalandığın süreci ve atlattıktan sonraki dönemi fiziksel ve mental olarak nasıl deneyimledin? Kimi sporcular en üst seviyeye dönüşün çok zorlu olduğunu söylüyor.

Çok zor bir süreçti, toplamda dört hafta gibi bir süreyi hastalıkla geçirdim. Fiziksel ve zihinsel açıdan yıpratıcıydı. Zaten biliyorsunuz, ilk 14 gün izole bir şekilde evimde geçirmek zorundaydım ve o sürecin ilk beş yataktan bile kalkamadım. İki hafta sonra yavaş yavaş idmanlara başladım ama o zaman bile vücudumda bir ağırlık hissediyordum. Hatta antrenman sonraları güç toplayabileyim diye gidip uyuyordum. Virüs hâlâ etkiliyordu fiziksel açıdan. Tabii işin başka boyutu da zihinsel tarafı. Tüm bu süreçte kendimden ziyade büyüklerimi düşündüm. Annemi, babamı, dedelerimi... Ben bir sporcu olarak bu şekilde zorlu bir biçimde geçiriyorsam, Allah korusun, onlara virüs bulaşırsa ne olur diye düşündüm.

Jürgen Klopp'un Düsseldorf'a kadar gelmesi seni ne kadar istediğinin göstergesi olsa gerek. Nasıldı ilişkiniz?

Baba-oğul gibiydi. Çok güzel bir ilişkimiz vardı. Yeri geldiğinde de kızardı tabii, dedim ya, babaoğul gibi işte. Senden beklentileri çok yüksek olduğu için sana çok bağırırdı. Ama hep böyledir zaten bu. Hayatta beklentinizin olduğu kişilere çok yüklenirsiniz, beklentiniz yoksa da o kişiyi boş verirsiniz. Bağırması iyiye işaretti yani, bağırmazsa sıkıntı var asıl. Genç yaşta anlamıştım bunu, onu bildiğim için bağırıp çağırmalarına çok takılmıyordum. O da beni biliyordu tabii.

Çok şey öğrendim ondan, futbolun ne kadar yoğun ve duygusal bir spor olduğunu. Dört sene boyunca yoğunluk ve duygusallık adına çok çekişmeli geçti oradaki hayatım. Ama hayatın futboldan çok daha değerli olduğu hissini de güzel şekilde vermişti. Hem konuşmalarında hem idmanlarda. Hep hissettirir bunu.

Futbol için "Önemsiz şeyler içindeki en önemli şey" demişti pandemi döneminde. Tam onluk söz. Önce seninle arkadaş olur, sonra baba figürü ve en son hoca. Dediği gibi işte önce hayattaki asıl önemli şeyler... Elbette ki hocalığını da yapıyor ama önce insani değerleri göz önünde tutuyor. Seni her zaman dinler ve bunu dinlemiş olmak için yapmaz, gerçekten sorununu çözmek için yapar. Takımdaki herkes onun dediği şeyleri başarmak için can atar, inanın. Hani "Camdan atla deseler atlar mısın?" derler ya… Takımındakiler cidden onun için atlar.

2013 Şampiyonlar Ligi Finali'ne gidelim. Gerginliğin tavan yaptığı bir an, takımda pek çok penaltıcı var ama penaltıyı sen kullanıyorsun. Kariyerindeki ilk penaltı üstelik. Hep böyle soğukkanlı mısın?

Valla o gün o penaltıyı kullanacağımı hiç kimse beklemiyordu. Ailem de beklemiyordu, stadyumdakiler de. Hatta takımdakiler de beklemiyordu bence. Bizim takımda çok iyi penaltıcılar vardı aslında. Marco Reus, Robert Lewandowski… Ama neden bilmiyorum, o ân hiç kimse topu almak istemedi. Hissettim bunu. Herkes uzaklaşmaya çalışıyordu sanki toptan. Öyle olunca da "Tamam ya" dedim, "bu iş bende." Gittim, bir anda aldım topu. Gariptir, belki heyecandan olsa gerek, kimse de bir şey demedi "Ya neden aldın?" gibi. Ama günün sonunda aldım topu, kullandım penaltıyı. Zaten benim için iyi dönemler her zaman çok az düşündüğüm dönemler oluyor. Kafada çok kurmadığım, üzerine aşırı düşünmediğim zamanlarda parlıyorum. O gün de öyle bir gündü işte, çok düşünmedim, aldım topu ve penaltıyı attım.

"Neden bilmiyorum, o ân hiç kimse topu almak istemedi. Herkes uzaklaşmaya çalışıyordu sanki toptan. Öyle olunca da 'Bu iş bende' dedim.

"Neden bilmiyorum, o ân hiç kimse topu almak istemedi. Herkes uzaklaşmaya çalışıyordu sanki toptan. Öyle olunca da 'Bu iş bende' dedim.

Liverpool maçında kaçan penaltıdan sonra ne hissettin peki? Önce penaltı kaçtı, sonra golün geldi. Penaltıyı kaçırdıktan sonra golü atana giden süreçte yaşadığın zihinsel ve duygusal değişim nasıldı?

Kaçırdığım dakikadan sonra soyunma odasına gidene kadarki süreç hiç kolay değildi. Özgüvenimi idare etmek de öyle çok kolay olmadı. Neyse ki devre arasına girdik ve kendimi o arada toparladım. Ya o kafayı ve zihin halini aşamayıp kaçırdığım penaltıya takılacaktım ya da çıkıp son kararlılıkla devam edecektim. İkincisini yapmaya çalıştım ve çok şükür yapabildim de. Golü atmak da zaten tüm o zihinsel olarak zorlayıcı süreci şahane bir şekilde sonlandırdı. Doğru zihinsel yapıyı golden önce yakalamamın karşılığıydı bu.

Dortmund günlerine geri dönecek olursak… Thomas Tuchel, Chelsea'nin yeni hocası. Onunla geçirdiğin bir sene nasıldı? Çok zorlayıcı, taktiksel anlamda talepkâr bir hoca olduğu söylenir.

Thomas Tuchel, daha çok Guardiola stilinden gelen bir hoca. Futbolu onun gibi yaşayan, onun gibi gören biri. Çok zeki, taktiksel anlamda çok çok dolu. Ve bunları, onunla bir sene çalışan biri olarak söylüyorum. Çalıştığım o bir senede bile ondan çok şey öğrendim. Yollarımız bir daha kesişirse çalışmaktan kesinlikle memnun olurum.

Tuchel'e ek olarak kariyerinde en büyük etkiye sahip olan iki teknik direktörden bahsettik fazlaca. Guardiola ve Klopp'un farkları ve benzerlikleri neler?

Jürgen Klopp inanılmaz duygusal. Yani kişilik olarak demiyorum bunu sadece, oyuna bakışı da böyle. Çok fazla tempo, yoğunluk isteyen bir hoca. Pep biraz daha taktiksel yaklaşır oyuna. Detaylara bakışı, oyuncuların pozisyonlarına bakışı, pas açılarına, pasların hızına kadar dikkat etmesi. Klopp daha çok koşu mesafeleri ile ilgilenir. Maçtaki sprint sayıları, pres verileri… Duygusallığın olduğu her yerde o vardır.

Mesela Pep hiç uzun top sevmez. Ama Jürgen Klopp, uzun topta bile her zaman arayış içindedir. Oradan bir şans yaratmaya çalışır. Niye? Çünkü düşen ikinci toplara agresif şekilde oyuncularının gitmesini ister. Farklılıkları sanırım bu şekilde.

Benzerlikleri… İkisi de olağanüstü zihinler ve olağanüstü insanlar. Aktif futbol dünyasının en iyi iki antrenörü. Ha, bir benzerlik daha vereyim: İkisiyle de çok iyi anlaşıyorum ve ikisini de çok seviyorum.

Duygusallık deyince City'de yaşadığın ikinci büyük sakatlık dönemi geldi akıllara. 2014 Dünya Kupası'nı da bir önceki sakatlığında kaçırmıştın. Nasıldı tüm bu sancılı süreçleri yönetmek?

City'deki sakatlığımda Barselona'da olmuştum ameliyatı. Hatta o ameliyattan beş ay önce yine Barselona'daydım. Diz kapağım kaymıştı Dortmund'daki son dönemimde de. City'ye imzayı da Barselona'da atmıştım. Döndüm, on maç kadar oynadım. Tam form tutmaya başlarken aynı dizden bu sefer çapraz bağları kopardık. Çapraz bağlarım koptuğu an aklıma ilk gelen şey bu sakatlığı ikinci kez yaşıyor olmamdı. Altı ay içerisinde iki kere sakatlık geçirince en az yedi ay yoksun zaten sahada. Çok uzun bir dönem bir futbolcu için.

Bu sakatlıklarda en zor şey anlamak. Kendi ruh halini, sesini, takımın durumunu, sağlık durumunu... Her şeyi anlamak. Tabii ki bilinen bir sakatlık bu, doktorlar zaten en ince detayına kadar olan biteni sana anlatıyor. Ameliyat oluyorsun, belli bir süre sonra fizyoterapist ile çalışıp sahalara dönüyorsun. Ama idrak edemiyorsun yaşadığın şeyleri. Etrafında olup biteni anlamaya çalışıyorsun, anlamalısın da dediğim gibi. En hızlı şekilde durumu kabul edip ona göre hareket etmelisin.

Gerçekliği, realiteyi anlayan birisiyim. Tabii ki bir hoca oyuncusunun sakatlandığını görünce planlarını ona göre yapıyor. Altı-yedi ay eğer sahada yoksanız o zaman hocanın da planlarında yoksunuz demektir normal olarak. Bunu anlayıp kabul etmek de bir futbolcu için en zor şeylerden biri. İçselleştirmek zor. Unutulacağını düşünüyorsun. Futbolcu bunu kabullenemiyor. Tüm amacın elinden alınmış gibi. Ama bunlar sahanın içinde olan şeyler, hepimiz farkındayız. Ne mutlu ki bana her sakatlıktan sonra daha iyi dönmeyi başardım. Her sakatlık, bir öğreti aynı zamanda.

Saha dışında da son iki senedir doğum günlerini sosyal sorumluluk projelerine ayırdığını biliyoruz. Ama insanlar genelde doğum günlerini arkadaşları ve ailesiyle geçirir. Bu özel gününü sosyal sorumluluk gününe çevirme hikâyesi nasıl başladı?

Geçen yıl, 29. yaş günümde başladık. Herkes "Doğum gününde ne yapacaksın, kimleri çağıracaksın, ne hediye istiyorsun?" diye soruyordu. Ben de bana hediye alınmasını sevmem, insanları yormak istemem. İşte tam o günlerde evde otururken aklıma geldi. "Özel günümde başka insanları nasıl mutlu edebilirim?" diye düşündüm.

Bence mutluluk paylaştıkça çoğalan bir şey. Doğum gününüz zaten sizin için özel bir gün ve siz bu özel günde insanları mutlu etmek için çabalarsanız, o gün herkes için özel bir güne dönüşür. En azından ben böyle düşünüyorum.

İşte, aklımda bu düşünce vardı tamamen projeye başlarken. Kulüple konuştum, fikirlerimi aktardım. Çok sıcak yaklaştılar onlar da bana. Manchester şehrinde nereye ulaşabiliriz diye konuştuk ve 'Wood Street Mission' adında, çocuklara yardım eden bir proje bulduk. Oradaki herkese hediyeler götürdüm ve inanın çok hoşuma gitti insanlarla vakit geçirmek. Tabii o zaman pandemi yoktu, birlikte oturup sohbet edebilmiştik. O gece eve dönünce "Seneye de aynı şeyi yapmak istiyorum" demiştim. Böyle bir başlangıç hikâyesi var serüvenin. Ama tabii bitmiş bir serüven değil. Bu sene pandemiden dolayı daha çok zorlandık ama yine de güzel bir işe imza attığımızı düşünüyorum. Yanlarına gittik, dışarıdan da olsa onlarla telefonla konuştuk ve tabii ki hediye götürdük.

Ne de olsa hayatta herkes aynı fırsatlara sahip olamıyor. Bugün maddi güce sahip bir insan olmam, beni tanımlayan bir şey değil. Yarın herkes farklı konumlarda olabilir. Bu yüzden sahip olduğum şeyleri paylaşmak istedim; topluma, yaşadığım şehre geri vermek istedim. Umarım devam da edeceğim.

Bir de sahanın dışında, evinin içinde gurme İlkay Gündoğan var. Yemek yemeyi ve yapmayı sevdiğini biliyoruz. Hatta takımda bu sevgiye sahip tek isim değilsin. Kevin De Bruyne de özel şefiniz Jonny Marsh'ı takip edenler arasında…

Yemek yapmayı da yemeyi de seviyorum ya gerçekten. Sucuğum, pastırmam hiç eksik olmaz. Sağ olsun, Manchester'daki bir arkadaşım sık sık Türk marketine gidiyor, oradan ne alırsa bana da getirmeyi ihmal etmiyor. Ne zaman boş günüm ve kahvaltı hazırlayacak vaktim olsa hemen Türk kahvaltısı yaparım. Manchester'da birkaç Türk arkadaşım var. Simidi, çayı onlar getirir; pastırma, sucuk zaten bende var, birlikte hazırlarız kahvaltıyı. Bazen sucuklu yumurta, bazen menemen… Çok seviyorum Türk mutfağını. Akşamları da dediğiniz gibi sevgili Jonny (Marsh) var. Tabii o biraz daha bizim formumuza dikkat ediyor. Yemekler az şekerli, az yağlı, az tuzlu. Ha, benim için daha iyi ama insan yağlı yemekleri de özlemiyor değil.

Yemek yemeyi çok seven İlkay Gündoğan hangi döneri tercih eder: Berlin'de Mustafa's Gemüse Kebap mı yoksa Nürnberg'de Atlantik Döner mi?

Aaa, Atlantik Döner'i nereden biliyorsunuz siz! Valla ben çok severim, bugüne kadar en çok keyif aldığım, en beğendiğim dönerlerden biridir muhtemelen Atlantik. Sahibi Ali Abi ile tanışmışlığım var. Nürnberg'de yaşadığım dönem istisnasız haftada bir kere giderdim. Hatta yaşamadığım dönemde yolum ne zaman o tarafa düşse, yemeden ayrılmamaya çalışıyorum şehirden. Şimdi bile canım çekti, şu pandemi bitse de en kısa zamanda gitsek!

Gelsenkirchen-Türkiye Bağlantısı

Ahmet Dursun, Altıntop Kardeşler ve son olarak Mesut Özil. Gelsenkirchen doğumlu Türk asıllı oyuncuların yolu bir şekilde Türkiye ile kesişti. İleride Türkiye'ye gelmeye bakışın nasıl?

Furbol benim en çok sevdiğim şey. Hatta meslek olarak ne şimdi ne de sonrasında futbol haricinde bir şey ile zaman geçirmek istemiyorum. Yani tabii ki futbolun içinde kalmayı hedefliyorum. Bu ne olabilir? Teknik direktör, sportif direktör, yönetici olabilir. Türk futboluna da gelecekte katkı sağlamak isterim elbette. Fakat burada kritik nokta birlikteliğin doğru olması. Doğru zaman, doğru insanlar.

Socrates Dergi