Patron

18 dk

Zeljko Obradovic 2013 yazında İstanbul’a indiğinde ‘hayal kurmayı ve çok çalışmayı’ öğütlemişti. Şimdiye kadar işler yolunda. Avrupa basketbol tarihinin en başarılı koçuyla dünü, bugünü ve yarını konuştuk.

“Bay Obradovic favori şampiyonluğunuz hangisi?” sorusuna cevap verirken seçim yapabileceğiniz sekiz Euroleague kupası var. Fakat birini söyleyip soruyu geçmek yerine, Borac Cacak’ta oyuncuyken elde ettiğiniz şampiyonluktan bahsettiğinizi görüyoruz. Neden?

Cacak benim şehrim. Doğduğum, büyüdüğüm ve 24 yaşına kadar neredeyse hiç dışına çıkmadığım bir yer. Basketbola orada başlamam elbette önemli ama asıl, ondan önceki hatıralar var. Sokaklar, arkadaşlarım, ailem… Küçük yaş kategorilerinde elde ettiğimiz ülke şampiyonluğu sadece benim için değil, onlar adına da büyük olaydı. Çünkü Borac, o güne kadar hiç Yugoslavya şampiyonluğu kazanamamıştı. Başlangıçları unutmam. Bu şampiyonluğun benim için öyle bir niteliği vardı. O kupayla aşağı yukarı eş zamanlı olarak, 1976’da A Takım ile ilk maçıma da çıktım. 16 yaşındayım, mutluyum ve tek düşüncem basketbol oynamak. Bunu da kendi şehrimde, kendi mahallemde, ailemin yanında yapma imkânı elde etmişim. Durum böyleyken başka bir şey düşünmezsiniz ki? Daha ne olsun?

‘Profesör’ Aleksandar Nikolic, basketbolun yanı sıra hayata bakışınızın da yavaş yavaş şekillenmeye başladığı o dönemde hayatınıza girdi, değil mi?

A Takım’a 16 yaşında çıktım ama 1978-1979 sezonuna kadar düzenli oynama şansı elde edemedim. Bu da beni hayal kırıklığına uğratıyordu. Teklifler vardı ve daha küçük bir kulübe gidip süre almak istiyordum. O esnada, Borac’ta yeni görev almaya başlayan ‘Profesör’ Nikolic durumdan haberdar oldu ve “Dur, gelecek sezon oynayacaksın” dedi. Ben de Cacak’ta kaldım. ‘Profesör’ bir şey söylerse, dinlersiniz.

Peki 22 yaşında basketbol oynarken 15 yaş altı takımında antrenörlük yapmayı siz mi istediniz, yoksa Nikolic’in yönlendirmesi mi söz konusuydu?

‘Profesör’, bana sadece basketbol kaynaklı konularda öğüt vermedi. Nasıl yaşamam gerektiğini, nasıl oturup kalkmamın uygun olacağını da anlattı. Biliyorsunuz ki ‘Profesör’ lakabı Belgrad Üniversitesi’nde ders vermesinden geliyor. Sadece oyun konusunda değil, hayata dair de çok bilge bir adam. Ama antrenörlüğe başlama konusunda talepte bulunan taraf bendim. Milli takımda forma giyerken dahi koçluk yapma fikri kafamda vardı. Evime yakın olan antrenörlük okuluna yazıldım ve eğitim almaya başladım. U15 takımını çalıştırma şansı da öyle ortaya çıktı.

Önceki günlerde Dejan Bodiroga’yla konuşma şansı buldum. Eski oyuncunuz biraz sitemkâr şekilde, “Biz günde sekiz saat antrenman yapardık. Yeni jenerasyonları anlamıyorum” diyor. Siz, Yugoslavya Milli Takımı’nda forma giydiğiniz ve az da olsa antrenörlük denemeleri yaptığınız bir periyotta, diğer şeylere nasıl vakit buluyordunuz?

Bulmuyorduk. Basketbol dışı bir vakit kavramı yoktu çünkü. Bak, röportaja yeni başladık ama bana söz vermeni istiyorum. Söyleşimiz bitince benimle gel ve genç oyuncularıma Bodiroga’nın sana söylediklerinden bahset. Tekrar et hatta. Herkes, basketbolu çok severse büyük bir yıldız olacağını zannediyor. Tabii ki sevmen gerekiyor ama burada önemli olan çalışmak. Yani… Sabah ve akşam antrenmanları ikişer saat. Toplam dört. Dejan ne kadar kalıyor? Çarpı iki, sekiz saat.

Ben kendi hakkımda nasıl konuşayım? Doğru bir davranış olmaz. 1984’e kadar, doğduğum yer için oynadım. Daha sonra Partizan’a geçtiğimde düzenli olarak şampiyonluk için mücadele etmenin ne anlama geldiğini gördüm. Partizan kariyeriyle beraber milli takımda da oynamaya başladım. 1988 Seul ve 1990 Buenos Aires benim için önemli basamaklardı. Şanslıydım, müthiş bir kadromuz vardı. SSCB’ye karşı 1988’de olimpiyat ikincisi, 1990’da dünya şampiyonu olduk. O periyotta sadece, antrenörlerimin bana güvenmesini sağlamaya çalıştım. Cacak, Partizan ve milli takımda kaptanlığa çok erken getirilmemin sebebi budur. “Bana sorumluluk verin, sizi yarı yolda bırakmayacağım” dedim hep.

Buenos Aires’ten bir yıl sonra, sırada EuroBasket 1991 var ve Yugoslavya, Roma’daki turnuvaya Toni Kukoc, Velimir Perasovic ve Vlade Divac’la geliyor. Şampiyonluk kesin gibi. Takım kaptanısınız, turnuvaya haftalar kalmış ama Partizan size koçluk teklif ettiği için apar topar kampı terk ediyorsunuz… Her şeyin başladığı o günü, kulüpte dönemin başkan yardımcısı Dragan Kicanovic’le yaptığınız o meşhur konuşmayı biraz detaylandırabilir misiniz?

Almanya’da bir turnuva oynayacaktık. Bir geceliğine de Belgrad’a uğramıştık. Cep telefonu falan yok tabii. Partizan’dan beni tüm gün aramışlar ama takım ertesi gün toplanmak üzere sözleşip dağıldığından birine ulaşmak çok zor. Ben de o günün akşamı eşim ve eski takım arkadaşım Milenko Savovic’le (Obradovic koç olunca Partizan’ın sportif direktörlüğüne getirilecekti) birlikteydim. Yemek yiyorduk.

Yemek bitti. Eşimle birlikte eve geçtik. Ev telefonu çaldı, açtım. Partizan’da yönetim kurulundan bazı kişilerin Kicanovic’in evine gittiğini ve beni orada beklediklerini öğrendim. “Ne oldu?” diye sordum, “Seni bekliyoruz Zeljko” cevabını verdiler. “Peki” dedim. Kicanovic de Cacak doğumlu, arkadaşlığımız çok eskiye dayanıyor. Evi de uzak değildi. Eşimin yanından ayrıldım ve oraya gittim. Salonda Partizan’ın yönetim kurulu beni karşıladı ve bana takımın koçluğunu önerdiler. Cevabım “Evet” oldu. “Başka bir çözüm bulalım mı, milli takımda oynamak ister misin?” diye tekrar sordular. “Hayır, ben koç olmak istiyorum” dedim ve milli takım kampından ayrıldım. Bir gecede aldım bu kararı. 31 yaşındaydım.

Çevremdeki herkes benim deli olduğumu düşündü. Hayır, mecazi anlamda söylemiyorum bunu. Gerçekten bir problemim var zannettiler; “Zeljko sen milli takım kaptanısın, kupa kaldıracaksın, niye bırakıyorsun?” dediler. Onlara göre, Avrupa şampiyonu olmak reddedilemezdi. Alınacak ve alınmayacak riskler vardı. Benim için antrenörlük yapmanın ne denli önemli olduğunu bilmiyorlardı. Kicanovic ise sezmişti. Bana güvendi. Geri kalan her şey… Tarih.

Antrenörlük kariyerinin ilk günlerinde Aleksandar Nikolic’in yardımına ihtiyaç duyan iki koç var: Tanjevic (Milan) ve Maljkovic (Jugoplastika). Partizan’ın başına geçer geçmez, siz de kapısını çaldınız...

Nikolic’in oyunculuk dönemimden sonra koçluk kariyerime de etkisi büyük oldu. Partizan’daki ilk iki yıl beraberdik. Kupa, lig, Euroleague… Hepsini birlikte kazandık. Her daim “Zeljko, ben senin yardımcı antrenörünüm” derdi. Karışıklık yaratmamak için hiçbir maça gelmezdi. Belgrad’da oynasak da, Avrupa’da maça çıksak da onu asla tribünde göremezdiniz. Sadece akşam antrenmanında takıma katılırdı.

Ben, bir ay önce sahada beraber basketbol oynadığım adamların antrenörü olmuştum. Onlara, “Eğer benimle alakalı bir probleminiz olursa, bazen -her zaman değil- gelip benimle konuşabilirsiniz. Ama ‘Profesör’ ile alakalı bir şikâyetinizi duymak istemiyorum. O ne derse yapacaksınız. Haksız olsa bile dinleyeceksiniz ve uygulayacaksınız. Ona benden daha çok saygı duymanız gerek” dedim. Şimdi düşünüyorum da o günleri… Beraber geçirdiğimiz ikinci sezonda tek kuruş para almamıştım. Euroleague şampiyonu Partizan’ın antrenörüyüm ama maaşım yatmıyor. İhtiyaç da duymadım açıkçası. Neden? Çünkü yanımda ‘Profesör’ vardı. Onunla çalışma şansını parayla satın alamazdım.

Sasha Djordjevic, Partizan’daki o yıl için “Zeljko en yakın arkadaşımdı. Aynı odada kalıyorduk. Bir gün koç oldu ve aynı odada kalmamaya başladık” diyor...

Doğru söylüyor. Oda arkadaşı olmamız artık mümkün değildi. Ben daha büyük ve güzel bir odaya geçmiştim. Ama şunun için üzgünüm: Keşke Sasha’yla daha fazla birlikte oynayabilseydik. Parkede daha çok dakika harcasaydık. Şimdi hep bunu konuşuyoruz mesela. O bana “Neden birlikte bu kadar az oynadık biz?” diyor, ben de “Bilmiyorum oğlum” diye cevap veriyorum. Antrenörlerimiz için de kolay değildi tabii. Ben milli takım oyuncusuydum, o da Partizan’a ‘büyük yetenek’ etiketiyle gelmişti. Rotasyonda rakibimdi.

Tabii, çok kavga ettik. Sürekli, durmadan kavga ediyorduk. İnsanlar bunu hep söyler ve doğrudur. Özellikle Partizan’da koçluğa geçtikten sonra, ona nasıl bir oyuncu olması gerektiğini anlatmaktan dilimde tüy bitti. “Sen lider olmalısın Sasha, takım kaptanısın” diyorum, o yine istemediğim bir şey yapıyor. Milli takımda keza, aynı şekilde. Sonra kavga ediyoruz. Yine, yine ve yine… Kolay değildi. Bugünse mutlu bir çiftiz.

"Bir türlü anlatamadık"

Yıllardır insanlar Partizan’ın 1992’deki şampiyonluğuna ‘bir çeşit şans’ diyor. Anlatamadık kendimizi. Djordjevic, her antrenman sonunu o tarz şutlarla bitirirdi. Ters tarafa dripling, dur, şut, şut, sonra tekrar, yana adım, üçlük, ikilik... Her defasında da sanki son saniyeymiş gibi davranır, bağırıp çağırırdık birbirimize. Antrenman rutiniydi bu. Eğer Sasha Djordjevic’in İstanbul’daki şutunu tekrar izleyecek olursanız, teknik anlamda kusursuz bir şuta imza attığını görürsünüz. Bu da sadece çalışmakla olur.

Djordjevic’in esasında Danilovic’le arasının bozuk olduğu ve Partizan’ın 1992 şampiyonluk sezonunda ikilinin aylarca birbiriyle konuşmadığı söylenir. O problemin üstesinden nasıl gelmiştiniz?

Antrenörlük konusunda çok tecrübesizdim ama şöyle bir avantajım vardı; ikisiyle de birlikte oynamıştım. Karakterlerini A’dan Z’ye biliyordum. Onlar da beni tanıyordu. Sezon boyunca, bir gün gelecek ve bu yaşananların yanlış olduğunu, normal davranmadıklarını anlayacaklarını hayal ettim. Bir de Danilovic’le Djordjevic’in kavgalı olduğunu, birbirleriyle konuşmadıklarını dışarıdan maçı izleyen kimse anlayamazdı. Salonda, tribünde dahi tespit edilemezdi bu. Çünkü devamlı birbirlerine yardım ederlerdi; asistler, turnikeler… Basketi atan elini kaldırırdı, öbürü karşılık verirdi. Belki aylarca konuşmadılar ama bunun takıma gözle görülür etkisi yoktu. Sezon sonuna doğru da yeniden iyi arkadaş oldular. Alın, Euroleague’i kazanmanın bir faydası daha.

Partizan’dan sonra, Avrupa’da hep döneminin en iyi liglerinde çalıştığınızı gördük. 90’lar İspanya, İtalya… 2000’ler Yunanistan ve şimdi belki Türkiye. Zeljko Obradovic en iyi ligi mi seçiyor?

33 yaşında gidip İspanya’da antrenörlük yapmak gerçeküstü bir deneyimdi. Tabii Partizan’dan Joventut’a geçişimde maddi kaygıların da önemli olduğunu söylemem gerek. Lafı dolandırmaya gerek yok. Kendimi kanıtlamak istiyordum, bu doğru. Ama ülkemde bu işten para kazanmam mümkün değildi. Ne yaptım? Badalona’ya gittim.

O günden bugüne kadar, bir kulüple yaptığım tüm görüşmelerde aynı soruları sordum. Joventut, Benetton, Fenerbahçe... Neden beni istiyorsunuz? Ben size ne verebilirim? Neyi değiştireceğimi düşünüyorsunuz? Niye ben? Karşılıklı konuşuruz ve sonra ben teker teker anlatmaya başlarım. Çünkü imza sürecinden sonra insanların bana “Koç niye böyle yaptın ki şimdi?” veya “Koç neden böyle olmadı?” demesini istemem. Çok açık konuşurum. “Ben böyleyim, siz tamam mısınız?” diye sorarım.

Mesela Badalona’dan bir sene sonra Real’in başına geçtim. 34 yaşındaydım. Durmadım, devam ettim. Benetton… Maurizio Gherardini ve ben. Maurizio’nun anlatmayı çok sevdiği hikâyedir. Ben Real Madrid’i çalıştırırken 10 maça yakın sadece beni izlemişler. Salona gelip bench arkasında oturmuş ve maçta ne yaptığımı takip etmişler. Acayip değil mi? Benim kenar oyunlarımı, hareketlerimi ve yaptıklarımı raporladıktan sonra karar vermişler ki ben onlar için iyi bir opsiyon olabilirim. Yani sorunun cevabı da bununla alakalı. Doğru proje, doğru zaman, doğru insanlar...

Panathinaikos? Atina neden diğer tüm şehirlerden daha farklıydı?

Yani ilk olarak şunu söyleyeyim, iki yıldan fazla kalmak gibi bir düşüncem yoktu. Çünkü benden önce hiçbir antrenör, PAO’da üst üste üçüncü sezonu görmemişti. Ben de iki yıllık sözleşme imzaladım ve “Hadi bu iki yılda farklı bir şeyler yapalım, tarihe geçelim” dedim. Ama kesinlikle, uzun yıllar çalışacağıma dair öngörüm yoktu.

Neyse ki ilk sezonda Euroleague’i kazandık. Sonrası kolay oldu. Euroleague şampiyonluğunun faydasından bahsetmiştim. Yine işe yaradı. İkinci yıl ve sonrasında ne istesem yapmaya hazırlardı. Şaka bir yana, Giannakopoulos Kardeşler kulübü ve basketbolu çok sevdiğinden zor olabilecek birçok prosedürü atlıyorduk. Bakın, ilk iki sezon sonunda takımdan Oded Katash ve Zeljko Rebraca ayrıldı, kadroyu da büyük oranda değiştirmek durumunda kaldık. Bana güvendiler. Ben de onlara güvendim. Bu güven, oyuncular değişse de takımın kimliğinin korunmasını sağladı. 13 yıl, 27 final, 22 şampiyonluk. Başarının anahtarı? Karşılıklı güven.

Güven duygusuna bu kadar önem vermemin nedenini de anlatayım; ben, hayatım boyunca daima insanların saygısını kazanmaya ve onlara saygı göstermeye gayret ettim. Çünkü insanların benim nasıl çalıştığıma, çabaladığıma saygı duymasına ihtiyacım var. PAO’da her şey saygıyla başladı. Sonra bana güven duydular. Ama en önemlisi, bu iki duygu yerini zamanla sevgiye bıraktı. Her gün, her dakika Panathinaikos taraftarından bu sevgiyi hissettim. Benim için çok önemliydi ve karşılıklı sevgi, hislerin en güçlü olanıdır. Bakın, bugün bile devam ediyor.

Altını çizdiğiniz güven hususunda, Kinder Bologna’ya karşı Final Four’da elde edilen zaferi göz önüne alıp 2002 takımını farklı bir yere koyabilir miyiz?

Ben sadece oyuncularım için varım. Görev tanımım, oyuncularımın kazanmasını sağlamak. Takımımdaki her birey bunu anladığı anda duvarlar yıkılır ve oyuncu-koç ilişkisi duygusal bir boyut kazanır. Basit değil mi? 2002 takımındaki tüm oyuncular, ne yapıyorsam onlar için yaptığımı biliyordu. Takımdaki liderler Bodiroga, Kutluay, Alvertis… Bana kayıtsız şartsız inandılar. Ben de onlara özgürlük tanıdım.

Final Four Bologna’daydı ve haklı olarak herkes Kinder’in kazanacağını düşünüyordu. Ev sahibi avantajları var, kadroları daha güçlü, koç Messina… Eksiksiz bir takım. Biz de zor dönemlerden geçiyoruz. Sürekli birileri sakatlanıyor, son olarak Giannoulis gitmiş falan. Baktık Giannoulis’in Final Four’a yetişmesi mümkün değil, transfer yapmaya karar verdik. Biraz araştırma yapıp Buck Johnson’ı aldık. Yarı finalde rakip Maccabi. Neyse, bu çocuk geldi, sabah ve akşam idmanlarına katıldı. Takımla, benimle tanıştı. Sonra günler geçti. Gelip gitmeye devam ediyor. Bir sabah salona geldim ve etrafa bakıyorum, bu çocuk yok. “Nerede bu adam?” dedim, “Bilmiyoruz” dediler. Yönetimle görüşmek için yukarı çıktım. Meğer Buck, yönetime “Bana hemen ödeme yapın” demiş. Kulüp de şaşırmış tabii. Burası Panathinaikos, tarihinde böyle bir problem olmamış. “Biz ciddi bir kulübüz. Herkesin maaşı ne zaman ödenirse sen de paranı o zaman alırsın” cevabını vermişler. Çocuk da son olarak “Eğer param verilmezse sabah idmanına çıkmam” restini çekmiş.

Biz sabah antrenmanını bitirdiğimizde yönetim Buck Johnson’la görüşüp ‘en azından akşam idmanına’ gelmesi konusunda onu ikna etmeye çalışıyordu. Akşam tekrar salona girdiğimde aramızda 10 saniyelik bir konuşma geçti.

Koç ben buradayım.

Dostum, artık çok geç.

Euroleague Final Four’u öncesi kulüpten para isteyen bir adama nasıl güvenebilirdim? Başka seçenekleri değerlendirmem gerekti. O dönem kadroda bulunan Lazaros Papadopoulos genç bir oyuncuydu ve rakipler tarafından fazla saygı görmüyordu. Normalde rotasyonda fazla süre bulmayan ‘Lazo’yu ana plana dâhil etme fikri üzerinde durdum. Bologna’daki Final Four’da değişen ilk beşimiz, zannediyorum hem Maccabi’yi hem de Kinder’i şaşırttı. Pota altı savunmasında Lazo ve Middleton’la elbette eşleşme problemi yaşıyorduk ama hücumda bizi durduramıyorlardı. Karşılıklı güven, bir kez daha galip gelmişti.

Bu bağlamda 2009 şampiyonluğunu nasıl değerlendirmek lazım? Önceki yıllardan tamamen farklı olarak, takım kimyasındaki problemler hep ön plandaydı. Prokom maçı sonrasında ateş püskürdüğünüz basın toplantısının, takımın kenetlenmesinde ne denli faktör olduğunu düşünüyorsunuz?

Çok, çok fazla. Sezonun dönüm noktasıydı. Prokom o maça, beş oyuncusu ve antrenörü olmadan çıktı. Normal şartlarda en az 40 sayı farkla kazanmamız gereken bir maç, anca 75-53 galip gelebildik. Korkunçtu. Daha önce de belirttiğim gibi; ben direkt bir adamım ve maskem yok. Oyuncularıma bu galibiyetin kabul edilemeyeceğini ve bu şekilde devam etmelerinin mümkün olmadığını anlattım. “Kendinize saygınız olsun” dedim. Bunların tamamını da basın toplantısından önce, soyunma odasında söyledim. Basın karşısında onlara dediklerimi tekrarlayacağımı biliyorlardı.

“Obradovic basın toplantılarında çıldırıyor, deli bu adam” diyorlar. Dikkat ederseniz, o basın toplantısında isim vermediğimi görürsünüz. Oyuncularımı asla isimleriyle medya önüne atmam. Takım hakkında genel konuşurum, oyunumuzu eleştiririm, kısacası ne düşünüyorsam söylerim. Ama asla isim vermem ve her zaman önce oyuncularımla konuşurum.

Burada Profesör Nikolic’in “Hatanı düzeltmekten vazgeçtiysem artık bil ki sana inanmıyorumdur” felsefesi ne zaman devreye giriyor?

Antrenörlük kariyerimin ilk gününden beri oyuncularıma bu bakış açısını anlatmaya gayret ediyorum. Ben birine bağırmıyorsam, birine bir şeyi açıklamaya çalışmıyorsam, o iş bitti demektir. Antrenmanı yarıda kesmem iyi haber, korkma. Çünkü o sırada bir şey hoşuma gitmemiş ve sen onu düzeltebilirsin. Sana inanıyorum. Sana inanmasam neden yanına gelip dakikalarca kendimi paralayayım? “En doğru yoldan ben gidiyorum” diye bir iddiam da yok ki? Sadece, benim yolum bu. Tarz meselesi. Eğer bir gün yanlış yaptığında yanına gelmezsem, işte bu iyi haber değildir. Diğerini çözeriz, merak etme.

Biraz önce dediğim gibi; insanların gösterdiğim çabaya saygı duymasına ihtiyacım var çünkü ben işimi çok seviyorum. Ülker Arena’ya sabah 9’da geldim bugün. Gece 11’de çıkacağım. Sen röportaj bitince gidiyorsun, ben buradayım. Sonra yardımcılarımla toplantı yapacağız. Ardından onlar da gidecek. Ben video izleyeceğim. Şu an bir kanepenin üstünde oturuyorsun ya, video izledikten sonra belki bir ihtimal o kanepede biraz kestiririm. 40-45 dakika. En fazla. Sonra? Akşam antrenmanı başlıyor. Haftada beş günüm böyle. Stres yaşamaya hakkım var. Zira sadece ve sadece takımımı düşünüyorum. Başka bir amacım yok.

Panathinaikos bölümünü noktalamadan, bunu nasıl sormam gerektiğini bilmiyorum ama… Dimitris Itoudis’i özlüyor musunuz?

Elbette. Hâlâ konuşuyoruz zaten. Rusya deplasmanına gittiğimde, Moskova’ya iner inmez ilk onu ararım. Hemen ailesini görmeye, onlarla vakit geçirmeye giderim. Kızı Alexandra benim torunum sayılır. Vaftiz babasıyım. Sadece koç-yardımcı ilişkisi değil ki bu? Beraber geçirilen bir hayat neredeyse. 13 yıl, yan yana, kolay mı? Arada ona takılıyorum elbette. Mesela Panathinaikos’tan ayrıldığımız gün şöyle bir konuşma geçti aramızda:

Dimitris, gelecek senenin en güzel yanı ne olacak biliyor musun?

Hayır koç, nedir?

Gelecek yıl, sensiz geçen birkaç gün olacak. Başıma gelen en güzel şey bu. Sensiz güzel bir tatile çıkıyorum.

İçinde biraz gerçeklik barındıran bir şakaydı. Eminim o da benim yüzümü görmediği birkaç gün mutlu olmuştur.

Fenerbahçe-Ülker birleşmesinin ardından Türkiye’de istikrarlı başarı gelse de takımın Euroleague performansı beklentileri bir türlü karşılayamamıştı. Sizin yönetiminizde ise sadece bir buçuk sene içinde Final Four’a ulaşıldı. Teşhis neydi? Neyi değiştirdiniz?

Her şey için zamana ihtiyacınız vardır. Mesela ben takıma çok geç katıldım. Temmuz ayının sonlarıydı… Geldiğimde gördüm ki burada bazı değişiklikler yapmak gerek. Oturdum ve bir plan çıkarttım. Planımı yönetime sundum ve eş zamanlı olarak bize yardımı dokunabilecek bazı insanlarla görüşmeye başladım. Tabii kadronun güçlendirilmesi de bu plana dâhildi. Neyse işte, dediğim gibi, temmuz ayının son bölümündeyiz. Takımların büyük bölümü kadrolarını tamamlamış. Transfer edilme ihtimali bulunan oyunculardan oluşturduğum listeyi yönetime sundum. “Tamam bunlar olur, diğerleri olmaz koç” dediler. Mutabakata vardık. Ardından ben de yaz ligini izlemek için ABD’ye gittim.

Benim ABD seyahatim esnasında, basketbol şubesinde bazı değişiklikler oldu. Döndükten sonra yeni bir liste oluşturmam gerekti. Tekrar konuşmaya başladık. O yüzden Fenerbahçe’de ilk sezonumda, zaman zaman transfer edilme ihtimali bulunan oyuncularla ya da başka takım yöneticileriyle direkt iletişim kurmam icap etti. Ancak benim işim transfer görüşmesi yapmak olmamalıydı.

Gelir gelmez bunları yaşadıktan sonra, yönetime “Gelecek dönemde 24 saat arayabileceğim, iletişim hâlinde olabileceğim birine ihtiyaç duyuyorum. Taleplerim ve takımın iyiliği için...” dedim. Yönetim de zaten benimle aynı fikirdeydi ve altı ay dolmadan Maurizio Gherardini göreve başladı. Onunla, daha 90’larda tanıştığımız günden beri aynı çizgideyiz. Maurizio ne düşünüyorsa, ben de aynı paraleldeyim.

Şimdi yapılması gereken, biraz sabretmek. Sakin olmalı ve gelişim kaydedildiğine inanmalıyız. Ben gelmeden önce Fenerbahçe’nin Euroleague derecesi neydi? İlk grupta 5-5’le Top 16. Orada? 2-12. Toplamda 25 Avrupa maçında yedi galibiyet, 18 mağlubiyet. Bir sonraki sezon ben göreve başladım. 8-2 ve 6-8’le sezonu toplamda 14 galibiyet, 10 mağlubiyetle tamamladık. Bu benim ilk sezonum. İkinci sezonu konuşmaya dahi gerek yok. Bu takım, bu kulüp için her şeyin ilacı zaman. Biraz beklemek lazım. Maurizio Gherardini’nin bu kulübe gelişi, GM oluşu çok önemli. Fenerbahçe artık Avrupa’da çok saygın bir basketbol kulübü. Doğru yoldayız ve işimizin daha bitmediğini, daha çok başlarda olduğumuzu biliyoruz. Fenerbahçe, bugünkünden çok daha saygın bir konuma gelecek. Hepimizin hedefi bu.

Maurizio Gherardini’nin Euroleague şampiyonluğundan ziyade, CSKA, Barcelona ve geçmişteki PAO örnekleri gibi ‘sürekli Final Four için rekabet eden bir yapı’ üzerinde durduğunu görüyoruz. Siz de ‘zaman’ ve ‘sabır’ vurgusu yaptınız. Proje hangi aşamada?

Seyirci rakamları bize fikir vermeli, değil mi? Maurizio ve ben göreve başlamadan önce seyirci ortalaması 3 bin civarındaydı. Son iki yılda ortalamamız 10 bin seyircinin üzerine çıktı. Bu alanda, Avrupa’nın zirvesindeki kulüplerden biriyiz. Ayrıca, geçen yıl kombine satışlarında rekor kırılmıştı. Bu sezon kombine fiyatları neredeyse iki katına çıktı ama satış rakamı aynı. Umarım gelecek yıl daha da fazlası olacak.

Bazıları söylediklerimi ciddiye almıyor. Eğleniyorum ya da şaka yapıyorum zannediyorlar. Bir gün Fenerbahçe’nin salonuna kombine bilet almak için gelen taraftarlar gişeden geri dönmek durumunda kalacak. Çünkü bilet bulamayacaklar. Tüm kombineler satılmış olacak. Benim hayalim bu. Maurizio da yanıma gelip “Koç, bir problemimiz var. Biletler bitti” diyecek. Tabii sadece Maurizio ve ben değil, basketbol şubesi bünyesindeki her çalışan bunu düşlüyor. Başkan, profesyoneller, teknik ekip… Herkes. Fenerbahçe zaten kendi kaynaklarını yaratabilen bir kulüp. Ama bu kombine ve seyirci atılımı, Maurizio’nun bahsettiği seviyeye gelinmesi için önemli adım olacak.

Geçen yıl takımın hayal kırıklığı yarattığı Pınar Karşıyaka serisine dönüp baktığınızda ne söylersiniz? Fenerbahçe neden elendi?

Elbette herkes, sezon sonunda şampiyonluğa ulaşma ihtimalimizi yüksek görüyordu. Normal sezonu birinci bitirmiştik ve Euroleague’de elde edilen Final Four başarısı ortadaydı. Oyuncularıma tam olarak bunu anlatmaya çalıştım. Final Four’da olmanın ne ifade ettiğini, bittikten sonra ne hissedeceklerini tasvir etmeye çabaladım. “Ben 15 Final Four oynadım” diye başlayan cümlelerimin hiçbiri sonuç vermedi. Burada oyuncuların da suçu yok çünkü her seferinde, her sene aynı şey oluyor. PAO’da ve başka yerlerde de bunu hep yaşadım. Euroleague’de şampiyon da olsanız, yarı finalde de elenseniz sonrasında toparlanmak çok ama çok zor oluyor. Motivasyon ve duygular, o geri dönüş yolculuğunda dip noktada çünkü. O haftayı kaldırmak, fiziksel ve mental açıdan çok zor.

Ufuk Sarıca da basketbolu seven, işine bağlı bir koç. Bence oynattığı basketbolu izleyince hakkında net fikir sahibi olabileceğiniz nadir antrenörlerden biri. Takımın kontrolü onda. Çok çalışkan. Boş bir rakibe ve antrenöre elenmedik en nihayetinde. Günün sonunda bakıyorum, Pınar Karşıyaka’ya iki maçta uzatmada kaybettiğimizi görüyorum. Detaylar belirleyici oldu. Elbette bir hayal kırıklığı. Belki bu yıl için iyi bir tecrübe olacak. Her zaman, gelişmek için şansınız vardır.

Koç, bu yıl Ocak ayındaki Darüşşafaka maçı sonrası basın toplantınıza katılmıştım ve orada CSKA maçında oynamayan oyuncuların dahi ertesi gün bireysel antrenmana çıkmayışına sitem etmiştiniz. Bireysel idmanı zorunlu tutmadığınız günlerde aynı durum devam ediyor mu?

Bu yıl bir kez daha oldu. Maçlardan sonra zorunlu idman koymadığım günlerde, genellikle yardımcılarım oyuncularla geceden iletişim kurar ve “Yarın gelin” derler. Bu gruba da ufak sakatlıkları bulunanlar ya da genç oyuncular dâhil olur genellikle. Bu sene, bir kez daha takımı test etmek istedim.

Yardımcılarıma bir maçtan sonra “Yarın kimseye haber vermeyin” dedim. Maçtan sonraki gün Ülker Arena’ya geldik ve baktık ki kimse yok. Ben şut attım. Röportajın başında Dejan’dan bahsettik ya, Bodiroga neden büyük oyuncuydu? Sadece takımı için uğraşan bir adam, nasıl böylesine büyük yıldız oldu? Çalışarak, çalışarak ve çalışarak... Bodiroga’nın rutinini şöyle anlatayım:

Avrupa maçı yaptık, kaybettik: Dejan ertesi gün idmanda.

Avrupa maçı yaptık, kazandık: Dejan ertesi gün idmanda.

Avrupa maçı yaptık, 40 attı: Dejan ertesi gün idmanda.

Yugoslavya’da ‘taş elli’ diye bir tabir vardır. Her yerden, her şekilde sayı atabilen adamlara öyle derler. Antrenmanda ekstra 500 şut atıp elinin altında acı hisseden oyuncular içindir. Bakın, şutörlerle karışmasın. Arada büyük fark var. Skorerler için diyorum bunu. Antrenmanda BAM BAM BAM maça çıkıp yine BAM BAM BAM. ‘Taş elli’ yakıştırmasını hak edenler iyi antrenman yapmıştır. Çünkü canları acıyordur. O acıyı hissetmezsen bir anlamı yok. Bodiroga hissederdi.

Kazansan da kaybetsen de… Ertesi sabah, idman. Çünkü yaşamında bundan daha önemli bir şey yok. Oyuncularımın büyük bölümü, hayatlarındaki en güzel dönemin basketbol oynadıkları periyot olduğunu anlamıyor. Bir gün farkına varacaklar. Bir gün gelecek ve “Ah keşke yarın 30 saniyeliğine basketbolcu olabilsem” diyecekler. En iyi ihtimalle, şut atacakları bir pota olur yanlarında. Fazlası değil.

Dejan Bodiroga, Sasha Djordjevic ve Dimitris Diamantidis gibi oyuncuları, “Onlara hep minnettar kalacağım. Tek bakışımdan beni anlıyorlardı” diye andınız. Son dönemde bu mertebeye en yakın isim, Nemanja Bjelica mıydı?

Kesinlikle. Zaten o yüzden hayal kırıklığı yaşıyorum. Gittiği için, beni bıraktığı için mutsuzum. Benimki bencilce bir bakış açısı elbette. Diamantidis, Bodiroga, Djorjdevic… Hepsiyle çok uzun yıllar geçirdim. Nemanja ayrılma kararı aldığında buna saygı duyduğumu söyledim ama içim cız etmişti; çünkü bu isimlerle karşılaştırdığında beraber çok az vakit geçirmiştik. Burada devam etmesi hâlinde hem onun hem de bizim için daha iyi olacağını düşünmüştüm. Olmadı. Gitti.

Sizin NBA ihtimalinizi ele alacak olursak… İsmini açıklamak istemeyen bir Euroleague pivotundan alıntı yapıyorum: “Obradovic’in NBA’de takım çalıştırma ihtimali yok. Oyuncular iki haftadan sonra kazan kaldırır. Öyle herkese bağırıp çağırarak olmaz.” Ne dersiniz?

Kim bunu söyleyen? Ben gerizekâlı mıyım? Bu adam her kimse yanılıyor. Benim için adaptasyon gayet kolay olur çünkü Avrupa ile NBA’in farkını iyi biliyorum. Orası ayrı bir dünya ve ABD’de aynı Avrupa’daki gibi koçluk yapacağını düşünmek aptallıktan başka bir şey değil. PAO’dan ayrıldıktan sonra dönemin Detroit Pistons GM’i, arkadaşım Joe Dumars’ın yanına gezmeye gitmedim herhâlde. Joe bana “Koç, benimle 24 saat her şeyi konuş. Bana her şeyi sor” diyordu ve antrenmanlarda, seyahatlerde hep beraberdik. Oranın dinamiklerinden haberdarım. NBA’de koçluk yapsam orada bambaşka bir adam olacak halim yok, yine kendi tarzımla yaparım. Sadece Avrupa ile karbon kopya olmaz.

Peki bir diğer dostunuz Gregg Popovich örnek teşkil eder mi? Koç Pop’ın “Zeljko’nun setlerini çalıyorum” açıklamasından sonra, Spurs sisteminde Panathinaikos ya da Fenerbahçe’den setler tespit ettiniz mi?

Tespit etmeme gerek yok. Zaten Spurs’ün ele alış şekline yakından bakarsanız, Avrupa’yla büyük benzerlikler taşıdığını görebilirsiniz. Zira Popovich, Birleşik Devletler’de Avrupa basketbolunu ciddiye aldığını ve buradaki oyunu takip ettiğini ifade eden ilk koç. Çok dürüst bir adam. Bunları söylemek onun için problem değil. Başkalarının fikirlerinden etkilenmeyi problem olarak görebilecek biri değil. Hiç olmadı. Ben de öyleyim. Problem etmem.

Popovich, kadrodaki her oyuncunun kendini önemli hissetmesini sağlıyor. Mesela geçen konuştuğumuzda bana, “Zeljko, şimdi basketbolu izlediğimde sürekli ‘isolation’ görüyorum. Bu çok canımı sıkıyor ve endişeleniyorum” dedi. Tamamen katılıyorum. Takımlar Spurs’ü ya da kolektif basketbol oynayan başka organizasyonları izleyerek onları modelleyebilir. Bunda bir sakınca yok. Aksine, basketbol gelişir ve daha ileriye gideriz.

Başka ülkelerde çalışan antrenörler benim antrenmanlarımı ziyaret etmek için izin istiyor. Geçmişte sürekli basketbol kamplarına, seminerlere katılırdım. Şu anda böyle bir duruma gerek yok. Çünkü farklı bir dönemdeyiz, değil mi? Ben Fenerbahçe’ye ilk geldiğim dönemde farklı bir şeyler denemek istedim ve bu iki senelik periyotta Avrupa’da setlerimin çalındığını gördüm. Oyunumu kopyalamak istediler. Problem var mı? Yok. Mantıklı. Kazanan takımı kopyalamak basittir. Burada soru, kopyaladığın sistem senin takımına iyi gelecek mi? Sisteme uygun oyuncuların var mı? Bu ana planın yanında sen ne kadar alternatif üretebilen bir koçsun? Yoksa, kopyalamakla bir yere varılsaydı antrenörler arasında ayrım olmazdı. ABD’de sezon başlamadan bütün oyun setleri dağıtılıyor. Dünyada her antrenör istediği takdirde o setleri alabilir. Saklayacak bir şey olsa dağıtılmaz.

(Geçen sezonki Fenerbahçe setlerini göstermek istiyor ama dosyayı bulamıyor) Nerede bu setler? Biraz bekleyin... Galiba eve götürdüm. Geçen sene, bu yıldan daha kalın bir dosyamız vardı. Set oyunları, felsefemiz falan. Bu yıl, bu dosyaya ihtiyacım yok. Çünkü yeni bir sezondayız. Yeni oyuncular var. Kadro yeni. Geçen sezondan elbette birkaç oyun planı geçerliliğini koruyor ama takımın tamamı değişmişken ben nasıl geçen yılki setleri oynatayım?

Atina’ya yakın bir sahil şeridinde bar açma hayalinizin olduğundan bahseden arkadaşlarım var. Rivayete göre adı da ‘Teenagers’ olacakmış, doğru mu?

Evet, doğru ve arkadaşımız umarım ortak değildir. Zamanı yaklaşıyor. Belki Fenerbahçe’nin hemen ardından, belki biraz daha sonra… Atina’da çok iyi bir dostum var. Bir iş adamı. Yaşıt sayılırız, benden iki yaş küçük. Onun işi stresli. Benimki malum. Yani aslında bir şaka sonucu ortaya çıkan plan, son dönemde gerçek olmaya doğru ilerliyor. İleride, kendime ait bir yer olsun istiyorum. Dostlarımı ağırlarım. Onlara servis yaparım. Barda çalışma fikri bile rahatlatıcı. ‘Teenagers’ isminin çıkış noktası ise… Yaşımızla alakalı. Hâlâ iki ‘teenager’ gibi hissediyoruz, o yüzden.

Peki Fenerbahçe son durak mı? “13 yıl boyunca Panathinaikos’tan ayrılmayı hiç düşünmedim” demiştiniz...

2012’de Yunanistan Ligi şampiyonluğunu Olimpiakos’a kaybettiğimiz gün, Panathinaikos taraftarı, takımın konakladığı otele geldi. 3 bin kişi civarı bir topluluktan bahsediyorum. Otel dışında bekliyorlardı ve daha sonra içeri girdiler. Benim Panathinaikos’ta devam etmemin, kaybedilen bir kupadan daha önemli olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Ben odadaydım. Kapı çaldı. “Koç, aşağıda seni bekleyenler var” dediler. 3 bine yakın kişiden sığabilenler otele girmiş, gerisi dışarıda. “Hepinize çok teşekkür ederim. Bu, birlikte olduğumuzun, birbirimizi sevdiğimizin bir göstergesi. Bunca yıl boşa geçmemiş. Bundan sonra da devam etmemiz için bu sevginiz çok önemli” gibi bir şey dedim onlara.

Bu sözlerimden de “Obradovic devam ediyor” anlamı çıkmış. Ben sonra yönetimle konuştum ve anlaşamadık. Panathinaikos’tan neden ayrılmak durumunda kaldığımı, PAO taraftarının çok iyi bildiğini düşünüyorum. O güne kadar Panathinaikos’u bırakmayı hiç düşünmemiştim.

Panathinaikos’tan ayrıldıktan sonra “Koç, basketbol olmadan nasıl yaşıyorsun?” diye sordular. Valla gayet güzel yaşadım. Bir yıl tatile çıktım, sevdiğim şeyleri yaptım. Ailem mutlu oldu. Barselona’da evim var, kızım orada okula başladı. Yılın yarısını onunla geçirdim. Belgrad, Atina, Cacak, Detroit… Annemi ziyaret ettim. Gezdim, dolaştım. Görüşmekte zorlandığım arkadaşlarımla vakit geçirdim.

Sonra Fenerbahçe geldi. Mutlu oldum. İstanbul’a geleli iki seneyi geçti, hâlâ çok mutluyum. Ne kadar çalışacağımı biliyor muyum? Hayır. Çünkü yakın geleceği tahmin etmek imkânsıza yakın. Mutluyum ve Fenerbahçe’den başka hiçbir şey düşünmüyorum. Düşünmek için vaktim de yok zaten. Sözlerimden daha önemli bir kontratım var. Noel’de ailemle beraber olmayı tercih ederdim ama bir gün önce Efes’le oynuyoruz. Şikâyet etmiyorum. Bu iş için yaşadığımı defalarca söyledim. Antrenörlük yapmayı seviyorum. Sadece ve sadece... Bazen, az da olsa rahatlamaya ihtiyacım var. Mesela yıllarca beraber oynadığım, yardımcım Vladimir Androic’le her maçtan sonra yemeğe gideriz. Bazen arkadaşlar da olur yanımızda. Bana, “Zeljko iyi misin? Yorgun gözüküyorsun?” diye soruyorlar. Evet, yorgun gözüküyorum. Çünkü yorgunum. Maç beni yoruyor. İki saat boyunca tüm konsantrasyonumu tek noktaya veriyorum. O stresli, yorucu iki saatten sonra rahatlamalıyım.

Yani, menüden doğru içkiyi seçmem gerek.

Kısa-kısa

Belgrad ’05: Antrenörlük kariyerimin en acı günleri. En büyük yenilgimi orada aldım. Bugün bile EuroBasket 2005’e dair konuşmakta zorlanırım. Kabullenmem çok zor oldu.

Şerefe: Öğrendiğim ilk Türkçe sözcük. ‘Hesap’ demeyi de seviyorum. Dışarısı için önemli kelimeler bunlar.

Ülker Arena: Fenerbahçe taraftarı, oyuncuların benden daha önemli olduğunu anlamalı. Elbette Ülker Arena’da benim için tezahürat yaptıklarında onur duyuyorum ama takım, oyuncular daha önemli. Önce onlar. Sonra ben.

Mirsad Türkcan: Fenerbahçe’ye geldiğim yaz beni kaç kez aradı bilmiyorum. “Koç Fenerbahçe’yle imzalamalısın” diyordu sürekli. Buraya gelmemde emeği büyüktür.

Arvydas Sabonis: Birlikte Euroleague’i kazandık. NBA’e gitmeye karar verince takımdan dokuz oyuncuyu değiştirmek durumunda kaldım.

“Ben bunun üstesinden geleceğim"

Fenerbahçe’nin başında OAKA’ya çıkarken hissettiklerimi kelimelere dökebileceğimi zannetmiyorum. Atina’daki maçtan önce Panathinaikos’la İstanbul’da oynamıştık ve Alvertis’e ‘Çok tuhaf hissediyorum’ demiştim. Alvertis de ‘Koç peki OAKA’ya gelince ne yapacaksın?’ cevabını vermişti. Devre arasında Giannakopoulos Kardeşler Pavlos ile Thanasis’in ağladıklarını görünce duygularımı kontrol etmekte çok zorlandım. Tabii bu sırada tüm pankartlar, tezahüratlar, videolar… Fenerbahçe soyunma odasında takımıma, ‘Çocuklar bugün bir şeyler olacak. Bir şeyler hazırlamışlar ama ne olduğunu bilmiyorum. Merak etmeyin, bunun üstesinden geleceğim. Siz konsantre olun’ dedim. Oyuncularıma verdiğim sözü tutmaya çalıştım.

"Özel uçakla dönmedik ki?"

Zaman zaman kulak misafiri oluyorum. ‘Fenerbahçe’nin acayip parası var' diyorlar. Mesela son Final Four’da sürekli lafı geçti. Neymiş, biz Madrid’den özel uçakla geri dönmüşüz. Yok öyle bir şey. Biz de ekonomi sınıfında döndük, diğer herkes gibi. Bunda da bir problem yok. Fenerbahçe’nin iyi bir bütçesi var ama abartıldığı gibi kaynaklara sahip değiliz. Yalan söylemesinler. Ben Aziz Yıldırım’a gidip ‘Başkanım 70 milyon Euro istiyorum’ demiyorum.

“Avrupa'daki tek takımız"

Avrupa’da dört genç oyuncuyla oynayan tek takım Fenerbahçe. Berk, Ercan, Egehan ve Ömer Faruk. Sadece Euroleague’de değil, Türkiye ya da Avrupa’nın başka yerinde bu yaş grubunda dört oyuncu barındıran bir takım yok. Adriyatik, İtalya, İspanya, VTB… Hepsine bakın. Sezon başında Maurizio’yla oturduk ve kulüp yöneticileriyle de görüşüp böyle bir karar aldık. Semih, Emir gibi oyuncuların yanı sıra, milli takım forması giyen Oğuz, Serhat, Kenan da gitti. Tercih meselesi. Burada benim için önemli olan, taraftarın desteğini almak. Onlar memnunsa ben de mutluyum.

Çocuklar iyi çalışıyor. Daha iyi olabilirler, orası kesin. Sahaya daha çok karakter koyabilirler. Ben bazen, onlardan daha motive olduğumu görüyorum ve bu hoşuma gitmiyor. Gözlerinde o alevi göremediğimde çıldırıyorum.

Socrates Dergi