Patroniçeler Dergâhı

12 dk

Erkek tenisinin zirvesine dair tartışmalar bitmiyor. Peki ya kadınlar? Serena tarihin en iyisi mi? Yoksa tarih ile sosyoloji bize başka isimler fısıldıyor mu?

Birkaç yıldır Serena Williams ile ilgili konuşurken halihazırdaki rakipleriyle olduğu kadar, hatta belki de bundan çok daha fazla oranda tarihle yarıştığı dile getiriliyor. Aktif oyuncular içerisinde ona rakip olabilecek sayılara sahip hiç kimse olmadığı için bu çok normal. Ama daha önemlisi, oyunun diğer büyüklerinin kendi devirlerinde limitleri ne ölçüde zorladıklarının, başarıyı tartmak için çok geçerli bir referans noktası oluşu. Dönem dönem bakıldığı zaman kimin yaptığı işler daha etkileyici? Milyon dolarlık sorunun ta kendisi işte bu.

Serena'nın tüm zamanların en büyüğü olduğu hususuna karşı üretilebilecek argümanların sayısı bu kadar azalmışken tarihin ve sosyolojinin söyleyebilecek bir çift sözü kalmış olabilir mi? Bilirsiniz, Michael Jordan'ın 'Gelmiş Geçmiş En Büyük' etiketine en çok muhalefet edenin, 1961-1962 NBA sezonunda triple-double ortalaması tutturmuş Oscar Robertson olduğundan bahsedilir. Jordan için 'En büyük' ifadesini duyduğunda "Hayır, benim!" dermiş. Ben şahsen Navratilova ya da Graf için benzer hikâyeler hiç duymadım. Ama 2010'lar biterken bu eğlenceli ve biraz da provokatif oyunu bizim oynamamamız için hiçbir beis yok, hatta belki de bunun tam zamanı.

Doğrusunu isterseniz, bu tür kıyaslamalarda zaman makinesini ancak belli bir noktaya kadar geriye sürme şansımız var. Plütonyum noksanlığından falan değil, arkamızdan koşturan Libyalılar da yok, çok şükür. Ama şu var; eskiye gittikçe dönem şartları, içinde bulunduğumuz çağdan o kadar uzaklaşıp farklı hale geliyor ki ortaya anlamlı bir mukayese koyma imkânı kalmıyor. Dolayısıyla en yakından başlamak en mantıklısı.

Steffi Graf 1990'ların kadınlardaki en dominant oyuncusuydu. Ancak onu starlık mertebesine 1990'ların çıkardığını söylemek 1980'lere haksızlık olur. 1990'lar başlarken Steffi'nin 8 Grand Slam'i ve olimpiyat tekler altın madalyası bulunuyordu. Üstüne üstlük 1988'de Golden Slam gerçekleştirerek ağızları açık bırakmıştı. Alman oyuncu Türkiye'nin özel televizyonlarla tanıştığı, Süper Baba ve Bizimkiler izleyip Naumoski ile Efes Pilsen'in basketbol devrimine tanıklık ettiği o on yıla 14 Slam sığdırdı. Bu, o zamanki zengin oyuncu kadrosunu düşündüğümüzde kesinlikle çok etkileyici bir ara toplam. 'WTA'in en görkemli on yılı' iddiasını 2000'lerle beraber en fazla sahiplenen 1990'larda, Steffi'nin yaptıkları elbette daha da değer kazanıyor.

O günlerde Graf'ın en büyük rakiplerinden olan Arantxa Sanchez Vicario, 2010'lar başlarken verdiği bir röportajda "8-10 çok üst seviye oyuncu her zaman birbirimizle rekabet halindeydik. 1 numara olmak ya da Grand Slam kazanmak öyle bir anda kucağınıza düşen bir şey değildi. Bugün herkes için fırsatlar daha fazla. Büyük bir şampiyon olmadan da 1 numara olunabiliyor. 1990'lar WTA'in en kaliteli dönemiydi" demişti. Her ne kadar gümbür gümbür gelmekte olan Monica Seles'in 1993'te bıçaklanması, Graf'ın o yıllardaki hegemonyası için ilanihaye bir asterisk olarak kalacaksa da tüm veriler ışığında Serena'ya karşı en güçlü tez galiba Bayan Forehand'e ait.

1980'lere baktığımızdaysa elbette karşımıza Martina Navratilova gerçeği çıkıyor. Tıpkı Graf gibi o da gerçek anlamda ışıldayacağı on yıla, bir öncekinden sağlam bir miras taşıyarak girmişti. 1970'lerin son iki Wimbledon'ını kazanan Çek asıllı tenisçi, bir diğer büyük yıldız Chris Evert ile müthiş bir ikili çekişmeye girmiş, bu sayede hem kadın tenisini hem de kendi statüsünü çok yukarılara çekmişti. Çernobilli, Naimli, VHS videolu o yıllarda Navratilova tam 15 Grand Slam kazanmayı başardı. 1984 sezonunda ise 74 maçlık bir galibiyet serisi tutturdu. İstatistikler harika şeyler söylese de o dönemki havuzun doksanlar kadar derin olmadığı bir gerçek. İki kutuplu olarak başlayan bu on yılda Navratilova ve Evert'ın parsayı topladığı, 1987 ile beraber Graf'ın da devreye girmesiyle şimdinin ATP Turu'nda gördüğümüz Üç Büyükler sultasına yakın bir resmin ortaya çıktığı söylenebilir.

1960'lar deyince akla ilk gelen isimse Margaret Court'tan başkası değil. Bu ismi bugünlerde Graf veya Navratilova'dan da daha sık duyuyor olmamız aslında Serena ile ilintili. Zira ABD'li raketin halihazırda kıramadığı tek ciddi rekor, Court'un toplam 24 Grand Slam rekoru. Fakat teniste 1960'ları bütünsel olarak ele almak güç.

Helen Wills Moody

Helen Wills Moody

1968'den önce profesyonel oyuncuların majör turnuvalara girişlerine izin verilmediği için elde edilen başarılar, sayılar ve diğer her şey bir parça ikircikli. Yine de Avustralya Amazonu lakaplı oyuncunun bu on yılda kazandığı 16 slam öyle yabana atılacak cinsten değil. Günün sonunda bu 16 slam, erkek ya da kadın, bir oyuncunun tek on yıla sığdırdığı en fazla büyük kupa rekoru teniste. Tabii burada hemen şerhleri düşmeye başlamak gerekiyor. Bu 16 slam'in yedi tanesi Avustralya'da, yani Court'un kendi ülkesinde. Avustralya deyince, elbette şimdikinden çok başka bir turnuvayı kastediyorum. Avustralya Şampiyonası, daha ziyade yerel oyuncuların ilgi gösterdiği, dışarıdan katılımın o devirdeki ulaşım şartlarına binaen hayli zor olduğu bir müsabaka. Ama şu da var, modern dönemin start aldığı, yani profesyonellerin Grand Slam oynamasına ilk defa izin verilen 1968 Roland Garros sonrası, Court'un kazandığı üç birincilik bulunuyor altmışların geri kalanında. Hemen akabinde, yani 1970 senesinde de takvim Grand Slam'i yapması, oyuncunun 1960'lardaki hegemonyasının sadece zayıf rakipler sayesinde olmadığının en açık göstergesi.

Savaş sonrasının, yani 1950'lerin kadınlardaki bayrak oyuncusu ise Maureen Connolly. Daha 19 yaşında, 1951-1954 yılları arasında dokuz slam kazanmayı başaran Küçük Mo, aynı zamanda kadınlarda kariyer Grand Slam'i yapan tarihteki ilk isim. 1951 yılında Amerika Açık'ı, 1952'de Wimbledon'ı, 1953'teyse önce Avustralya Açık'ı, daha sonra da Fransa Açık'ı kazanarak o zamana kadar görülmemiş bir başarıya imza atmış. Bununla da yetinmemiş, 1953 senesinde Wimbledon ve Amerika Açık'ı da kazanarak takvim Grand Slam'ine yürümüş. 1954'te, üst üste üçüncü Wimbledon'ını kazandıktan yalnızca iki hafta sonra at binerken gerçekleşen, kariyerini bitirecek olan o tuhaf kazayı yaşamasaydı istatistik kâğıdının durumu ne olurdu, bunu kestirmek mümkün değil.

Ancak o yıllarda Doris Hart dışında gerçek anlamda kendisini zorlayabilecek biri olmadığı ve kaza olduğunda 50 maçlık bir Grand Slam galibiyet serisine sahip olduğu için çok çılgın projeksiyonlar yapmak olası. Spor ekonomisinin ve doğal olarak rekorların henüz var olmadığı bir atmosferde bugünün kaidelerine göre yaşayan, Grand Slam yapmak için gemiyle Avustralya'ya giden bir tenisçiden bahsediyoruz. 1957'de kaleme aldığı Forehand Drive'da "Kortta sadece rakibimi görürdüm. Bitişiğimde dinamit patlatabilirdiniz ve bunu fark etmezdim bile" sözleriyle kendini tarif ediyor. Her şey beraber düşünüldüğünde, onun sadece kadın tenisine değil, kadınların spor ve toplumdaki konumlarına hizmet için de sıradışı katkılar sunduğu açık. Ellilerin ilk yarısına sığdırdığı dokuz slam zaferi farklı bir eksende karşılık buluyor, Graf ya da Serena'nın irsaliyelerine karşı ilk bakışta zayıf görünse de.

Bu noktadan geriye gitmenin türlü sakıncalar içerdiğini anlatmıştım en başta. Elliler bile zaman makinemizin akı kapasitörünü epey zorladı ve Büyükbaba (ya da kontekstimize uygun olarak Büyükanne) Paradoksu'nun sınırlarında gezinmeye dahi başladık. Ancak otuzlara kısa bir ziyaret yapmak ve son bir ismi daha mercek altına almak zorundayız; Helen Wills Moody. Moody'nin önemi Serena ile paylaştığı bir rekorla daha iyi anlaşılabilir. İki farklı on yılda en fazla Grand Slam kazanan tarihteki iki oyuncu onlar. Helen Wills Moody ilk slam'ini 1923'te kazanıp otuzlara gelindiğinde 11'e ulaşmış ve koleksiyonuna bir de olimpiyat altın madalyası iliştirmiş. Müteakip on yılda ise sekiz slam zaferi daha tatmış. 1926 Wimbledon yarı finaliyle 1933 Wimbledon yarı finali arasında namağlup kalmış ve bunu yaparken bir set bile kaybetmemiş. 'Little Miss Poker Face' olarak tanınan oyuncu, Amerika'nın ilk kadın sporcu ünlüsü olarak kabul ediliyor. Kraliyet aileleriyle ve sinema yıldızlarıyla dostluklar kurmuş. Kortlara etek modasını getiren figür de ondan başkası değil. Wimbledon'da elde ettiği rekor 8 şampiyonluk sayısı 1990'a, Navratilova'nın dokuzuncuyu kazandığı yıla kadar, tıpkı sağlam ve anıtsal bir ortaçağ kalesi gibi ayakta kalmayı başardı. Bu da onu modern ahbaplarına eklemlememiz konusunda argümanları çoğaltıyor.

Sonunda bugüne geri dönme vakti geldi. Geçmişi çomaklarken, umalım da Nazi tenisçi Gottfried von Cramm'ın 37 slam kazandığı ya da Steffi Graf'ın Doğu Almanya'da büyüdüğü bir alternatif tarih şeridine yol açmamış olalım. Yok, neyse ki her şey yerli yerinde duruyor. Serena hâlâ 23 slam'e sahip ve hâlâ son iki on yılın en dominant kadın tenisçisi. 2000'lerde 11, 2010'lardaysa 12 majör turnuva birinciliği yaşadı, 2020'ler için planıysa 25'e ulaşmak ve okumakta olduğunuz bu gibi yazıların gelecekte artık kaleme alınmaması için, kronolojide 2000 öncesi muhtelif anlara terminatörler yollamak.

Kimin hikâyesi ve rakamları daha etkileyici? Artık bir cevap duymak istiyorsunuz, biliyorum. Milyon dolarlık soruya cevap vermek o kadar kolay iş değil. 'Yakın Zaman Yanılgısı' (Recency Bias) son zamanların popüler bir kavramı ve bu kavramın gündeme girmesinin ciddi bir farkındalık yarattığına inanıyorum ben şahsen. Temelde, yakın zaman önce cereyan eden şeylerin zihnimizde daima daha büyük bir etki yaptığını anlatmak için kullanılıyor. Serena'nın başarılarına tanıklık ettik ve etmeye de devam ediyoruz. Canlı canlı görüyor, hatta soluyoruz. Steffi'nin 88'deki Golden Slam'i ise o kadar uzak ki adeta bir mit. 60'lar ya da 30'ların bu düzlemde nereye oturduklarını varın siz hesap edin.

Ancak Serena'nın son yirmi yılda emek emek ortaya çıkardığı mirası elbette bu küçük akıl oyununa bağlayamayız. Sayılar ve veriler ortada. Bilhassa 2010'lardaki yetenek havuzunun dar, kalitenin düşük olmasından bahsedeceksek, evet bu anlaşılabilir bir çekince. 2010'ların WTA Turu, rakiplerinin yok olmasıyla, tek bir tepe yırtıcının bir anda yalnız başına kaldığı; geyiklerle, tavşanlarla, koyunlarla dolu bir ada olarak tasvir edilebilir en ideal biçimde. Yine de unutulmaması gereken husus, günümüzde bir şeyler kazanmanın, eski devirlere kıyasla çok daha büyük bir mesele halini aldığı.

Profesyonellik, para ve bunlara mukabil katılımcı sayısının misliyle artması zaten başlı başına bir aritmetik sorun olarak ortaya çıkıyor Serena Williams gibi müddeiler için. Bir de sosyal medya çağında yıldızların sürekli göz önünde olması, en ufak bir konunun dallanıp budaklanabilmesi hiç de azımsanmayacak bir problem. Evet, belki ufak bir konu değil ama Serena'nın önceki yıl Osaka ile oynadığı Amerika Açık Finali'nde yaşadıklarının nasıl bir heyelan etkisi yaptığı ve bu etkinin Serena'nın kaç slam'ine daha mal olduğunu düşündüğümüzde meseleyi daha iyi kavramak mümkün oluyor. İşin özü, içinde bulunduğumuz konjonktürün baskı anlamında kendinden öncekilerden katbekat zorlayıcı olduğu.

Büyük resme bakarsak, her sekansın ve her oyuncunun kendine göre avantaj ve dezavantajları var. Son tahlilde bunların birbirlerini götürdüklerini varsaymak ve istatistik bilimine sığınmak en sağlıklısı olarak karşımıza çıkıyor. Modern dönemin en fazla kazanan oyuncusu olarak Serena, diğer bütün isimlerden daha geçerli bir hak iddiasına sahip. Ama eğer işin içine biraz öznellik ve sanatsallık katacak olsaydık, benim nazarımda Steffi Graf'ın 1990'lardaki manzumesi, başı ve sonu ile daha meriyyül hatır hissettiriyor. Bir parça romantizmden kimseye zarar gelmez, öyle değil mi?

Socrates Dergi