
"Pazubant takmakla kaptan olunmaz"
9 dk
Sedat Özden ismini lig şampiyonu kadrolarda görebilirdik. Fakat o Bursaspor’da kalmayı seçti ve ‘Sedat 3’ olarak kulüp tarihine adını yazdırdı. Unutulmaz kaptan ile efsane mertebesine yükseldiği şehirde konuştuk.
1971 senesinde amatör takımlardan Bursa Gençlerbirliği’nde oynarken, o zamanlar Bursaspor’da yardımcı antrenörlük yapan Metin Oktay, bir maçıma denk gelmiş. Bu arada Sabri Kiraz da beni tespit etmiş zaten. O maçta voleyle bir gol attım, iyi de top oynadım. Metin Ağabey, “Bu adamı alın!” demiş ama o zamanlar çok zayıf olduğum için diğer yöneticiler, “Çırpı gibi adam, bundan topçu mu olur!” itirazında bulunmuşlar. Metin Oktay gayet kendinden emin bir şekilde, “Bir gün Türkiye’nin en büyük topçusu olacak” karşılığını vermiş. Birkaç yıl sonra profesyonel sözleşme teklif ettiler ve 12 bin 500 liraya imzayı attım.
İlk seneler biraz zorlandım. Hatta hiç unutmam; iç sahada oynadığımız bir maçta oyuna sonradan girdim, koşuyorum, didiniyorum, her şey bana göre iyi gidiyor. Biraz sonra kapalı tribünün önünde Ender Konca bana bir kalça koydu, topla birlikte dışarıya çıktım. Kendimi tribünlerde hissettim. O an profesyonel ligin ne olduğunu anladım ve altı aylık özel çalışmalara başladım.
Gegiç’in gelmesi çok önemliydi, müthiş idmanlar yaptırırdı. Birçok kez “Bu maçı sen alacaksın” derdi bana. Dakikalarım arttı ama o sene Avrupa maçlarında tecrübesizliğim nedeniyle çok oynatmadı. Yine de çeyrek final rövanşında Dinamo Kiev’e karşı sahaya çıktım. SSCB’deki maçta buzlu bir hava ve 100 bin küsur insan vardı. Benim de ilk gece maçımdı hatta. Kiev takımında defans ve orta sahanın bağlantısını sağlayan Konkov’la adam adama oynadım. Gegiç, alnımdan öpüp tebrik etti. Adım attırmadım ama sahada yerinde durmuyordu; bir oraya, bir buraya… Makina gibiydiler.
Ömeragiç döneminde artık takımın değişmeziydim. Ama diğer arkadaşlarımdan hiç ayırmadım kendimi. Gündüz Tekin Onay, “İmparator, nasılsın?” dediğinde, “Ağabey, çocukların içerisinde böyle konuşma” derdim. Çilli Mehmet (Özgül) bize geldiğinde sefer tasında ona yemek taşıdım, primler verilmediği zaman takım arkadaşlarımın yastıklarının altına paralar bıraktım… Fıtık ameliyatı oldum, 35 gün sonunda sahaya çıktım ve Fenerbahçe’ye attığım golle galibiyeti getirdim. Pazubant takmakla kaptan olunmaz, örnek olmak zorundaydım. Genç oyuncuları benimle özel antrenmana kalmaları için teşvik etmeye çalışırdım. Benimle çalışan Semih (Yuvakuran) ve Beyhan (Çalışkan) iyi topçular oldular mesela…
“Giderim, vebalini siz ödersiniz"
Sözleşmem 1979’da bitiyordu. Süleyman Kuşçu’ya, “Ağabey, 1 milyon verin sözleşmeyi uzatalım. Bursa halkı da gitmemi istemiyor, ben de istemiyorum” dedim. “Ne diyorsun sen!” diye çıkıştı. Rasim (Kara) de Beşiktaş’tan haber gönderiyor, 4 milyon artı 500 bin liralık teklif var. “Ağabey, Beşiktaş 4 milyon veriyor” deyince, “1 milyon üzerinde kim veriyorsa git!” cevabını verdi. Meğer Beşiktaş ile Bursaspor daha sözleşmem devam ederken anlaşmışlar, sonradan öğreniyorum… “Giderim, vebalini siz ödersiniz” deyip İstanbul’a gittim. Rasim karşıladı beni. Önce Ertuğrul Yalçınbayır’ın şirketine gittik 4 milyonluk çeki aldık, ertesi gün de başkan Gazi Akınal’ın fabrikasına gittik. Orada, transfer dönemi bitene kadar İtalya’ya gitmem ya da yönetimden birisinin Tarabya’daki yatında kalmam fikirleri atıldı ortaya. Baba Hakkı da gelmişti. Dudağını sarkıtarak, “Bu adama güvenim sonsuz. Nereye giderse gitsin artık ‘Kartal’ oldu” dedi. Oradan çıktık, Sıraselviler’deki kulüp binasına gittik. Ulvi ve Necdet de sözleşme imzalamış, 100 bin liralık alacaklarını tahsil etmeye gelmişler. Benim elimde 4 milyonluk çek, onlardaki çeyreği bile değil. Kafam allak bullak oldu; buraya gelirsem, “Gelsin o kurtarsın takımı” der bu çocuklar diye düşündüm. Rasim bir yere gitti, ben de taksiye atladım Karaköy’e gittim. Oradan da deniz yoluyla Mudanya’ya geçtim. Amacım, ailemle vedalaşıp dönmekti.
Bu arada, genel kaptan Cavit Çağlar Bursa’da olduğumu duymuş. Telefon etti, “Baba Hakkı’ya söz verdim” desem de büyük ısrarlar sonucu kulübe gittim. Taraftarlar kulübün etrafında yönetimi protesto ediyor. Cavit Çağlar da kendinden emin; kulübe noter bile çağırmışlar. Beşiktaş’ın verdiği çeki gösterdim, aldı yırttı. “N’olacak ağabey yırtsan, yine alırız” deyince “Buradan çıkamayız” karşılığını verdi. İki saate yakın baskı yaptılar, kan ter içinde kaldım, karnıma ağrılar girdi. Neticede Bursaspor’a imza attım ve Beşiktaş’a attığım imza geçersiz kaldı.
Bir süre Rasim’le küs kaldık. İki ay sonra İnönü’de Beşiktaş’la oynuyoruz, benim golümle 1-0 kazandık. On binlerce kişiden küfür yedim ama haklıydılar. Özellikle de Baba Hakkı’ya karşı yüzüm kalmadı. Seneler geçse de hâlâ unutamam.
1981’de Atatürk’ün 100. doğum yılı nedeniyle Avrupa Karması ile Fenerbahçe bir maç yaptı. Orada Avrupa Karması’nda Cruyff’la beraber oynadım. “Avrupa’da futbol oynayacak tek Türk futbolcu Sedat” demişti.
Bu maç için İstanbul’a gelmeden iki gün önce Bursaspor ile sözleşmemi uzatmıştım bir buçuk milyon karşılığında. İstanbul’da Volkan Yayın’la birlikte Harbiye’de bir otelde kalıyorduk. Maç bitti, birlikte bir şeyler içmeye çıktık. Otele döndüğümde, görevliler Ali Şen’in beklediğini söyledi. Bir baktım Fenerbahçe’nin antrenörü Rausch’la birlikte beş yönetici oturuyorlar. Rausch, “Tek transfer istiyorum, o da Sedat 3” demiş. Odaya çıktık, Ali Şen durumu anlattı ve odadaki telefonu kaldırarak “Süleyman Kuşçu’ya Bursaspor’da oynamak istemediğini söyle” der demez elindeki çeki masanın üzerine bıraktı. Önce telefonu kapadım, sonra çeke bir baktım, 10 milyon yazıyor! Çok çok büyük para ve daha da üstüne çıkabileceklerini söylüyorlar. Yarım saat terler boşandı; Bursa’da 20 daire alırsın o parayla. En sonunda “Ağabey, ben bunu yapamam” dedim ve imzalamadım. Odadan çıkarken Rausch geldi, “Seni istememde ne kadar haklı olduğumu gösterdin. Saygım bir kat daha arttı, tebrik ederim” dedi.
"Bursa'da her şeyi yaşadım"
Son senemde (1986) Türkiye Kupası’nı kazandık. Kupa finalinden önceki gece bütün seyirciler otele gelmiş. Ben de uyuyorum. Gürültüler artınca, rüya mı görüyorum acaba diyerek uyandım. İçeriye yardımcı antrenör Sinan Oral girdi, “Seni istiyorlar kaptan” dedi. Bir çıktım, davullu zurnalı en az bin kişi var. Bağırarak konuşmaya başladım: “Kimse konuşmasın. Ne yapmaya geldiniz? Yarın müsabaka oynayacak futbolcuları rahatsız ediyorsunuz. Şampiyonluk mu istiyorsunuz, mağlubiyet mi? Şampiyonluğumuzu istiyorsanız lütfen burayı terk edin!” Konuşmam biter bitmez tık çıkmadı ve sessizce boşalttılar orayı.
Ertesi gün çıktık maça; Atatürk Stadı’nda 25 bin kişi… Rakip de Altay’dı. Erdi, İsa, Sejdic falan güçlü bir takım. Bizim çocuklar da çok durgun bir futbol oynuyor. Taç çizgisinde bir pozisyon oldu, İsa’ya (Ertürk) topla karışık sert girdim, taca çıktık beraber. Sırf takım hareketlensin diye yaptım hareketi. İsa bağırdı: “N’apıyorsun!” Ben de aynı şekilde karşılık verdim: “Sus, konuşma fazla!” Ortalık karıştı, arkadan hakem Coşkun Kutay geldi. Ben devam ettim: “Bu sahadan sen değil, ben değil, Coşkun Kutay bile çıkamaz!” Coşkun Hoca, “Tamam Sedat” falan dedi ama istediğimi yapmıştım. Takım, seyirci, herkes kendine geldi… Önce Macar Tulipan attı, ikinci yarıda da Beyhan penaltıdan attı ve kupayı kazandık. Ligden düşme durumumuz vardı ama kupayı kazanınca o zamanki statü gereği ligde kalmayı da garantiledik. Şehir büyük bir coşku yaşamıştı.
O sene sonunda jübile maçı için Fenerbahçe’yle görüşmeye gittik. Fenerbahçe Başkanı Tahsin Kaya, “Ben futboldan anlamam, kararı antrenör Stankovic verir” deyince Stankovic’in yanına gittik, “Olmaz, Türkiye’de herkes futbolu bırakacak, sonra Sedat 3 bırakacak. Bir şartla jübilene gelirim; futbolu bırakıp Fenerbahçe’ye geliyorsun ve oynayabildiğin kadar oynayıp takım kaptanlığı yapıyorsun. Sana 50 milyon ve jübile garantisi veriyorum” dedi. “En iyi zamanımda gelmedim, şimdi gelemem” falan desem de ikna olmadı. En sonunda sakatlığım olduğunu bu yüzden jübile kararı aldığımı söyleyince ikna oldu ve Fenerbahçe maçıyla jübilemi yaptım.
Bursa’da her şeyi yaşadım. Milli takıma yükseldim, kaptanlık yaptım, sekiz sene Bursa’nın kaptanıydım, Türkiye Kupası kazandım… Nereye gitsem sevgi devam ediyor, bugünkü futbolcular, eski futbolcular, hepsinin bana karşı saygısı büyük. Bu duyguları yaşıyorsam daha ne isteyeyim ki!
Rantçı amigoların işin içine girmesiyle futbolu bırakma kararı aldım. Daha sonra A sınıf antrenörlük diploması alsam da yapmadım, kendi işim vardı. Hele bugünkü ortama hiç dahil olmak istemem.
14 sene bir takımda oynamak, sonra teknik ekipte yer almak, sevgimi ve tutkumu hep diri tuttu. Bursaspor şampiyon olduğu sene sadece bir taraftar olsam da heyecandan maçları tamamlayamıyordum. Son maçta da aynı şey oldu. Çıkacağım maçtan ama o kadar kasılmışım ki hareket edemiyorum. Maç bitti, bu sefer de öbür maçı beklemeye başladık. En son ‘şampiyon’ anonsu yapıldı, kendimi kaybettim. Bir baktım soyunma odasına gitmişim, orada ağlıyorum. Ertuğrul sarılıyor, kaptan Ömer sarılıyor… Bunları hiç hatırlamıyorum, sonra anlatıyorlar. Oradan çıkmışım, Kültür Park’a gelip bir sigara yakmışım. Oradan eve mi gittim, ne yaptım bilmiyorum. Kendi kaptanlığımda şampiyon olmuşuz gibi sevindim.
"Düğüne mi geldin?"
Milli takımla 1978 Dünya Kupası’nı kıl payı kaçırdığımız dönemi unutmam. İzmir’deki iki maçı kazansak gidecektik, olmadı… Avusturya maçında Cemil Turan’ın iki topu çime vurarak falso aldı, dışarı çıktı. Sonra ters bir vuruştan gol yedik ve hayallerimiz bitti.
1980 Avrupa Şampiyonası Elemeleri’nde Federal Almanya’ya karşı iki maç oynadım. O müsabakalarda beni izleyen Zaragoza ile Stuttgart’tan transfer teklifleri aldım. Tabii Avrupa transferi olunca Bursaspor da anlayışla karşıladı. Oynayacağımdan da çok emindim, kendime güveniyordum. Zaragoza temsilcileri AdaPalas’a geldi, her şeyde anlaştık ama askerlik yapmadığım için yurt dışına çıkış iznim yoktu. Benim için büyük bir talihsizlikti.
Kuzey İrlanda maçı öncesinde İzmir’de kamptayız… İstanbul basınında kaptanlık için benim esamim bile okumuyor. Coşkun Özarı ve genel menajer Ziya Şengül beni çağırdılar. Coşkun Ağabey, yeni kaptanın ben olduğumu söyledi. Akşam yemeğinde de tüm takıma açıkladı. Orada şöyle bir konuşma yaptım: “En ufak alınganlığı olan arkadaşımız kaptan olabilir. Arkasında çıkmaktan hiç hicap duymam.” Fakat bütün çocuklar pazubandı benim hak ettiğimi söylediler. Üç-dört maç kaptan çıktım. Bunlardan en önemlisi, Wembley’de İngiltere’ye karşı oynadığımız maçtı. Orta saha oyuncusu olmama rağmen o maçta libero oynamıştım.

Wembley’de libero oynayacağım İstanbul’daki kampta belli oldu. Bölgenin asıl adamı Abdülkerim’di (Durmaz) ama formsuzdu ve Coşkun Özarı beni libero olarak değerlendireceğini söyledi. Bir gün kampta Abdülkerim’i elinde sigarayla gördüm. Kaptan olduğum için benden saklamaya çalışıyordu. “Biraz sonra odana geleceğim” dedim ve ayrıldım oradan. Sonra odasına gittim, “Ver bir sigara” dedim. Kem küm etti… Başladım konuşmaya: “Bak Abdülkerim, ben kaç yaşındayım? 32-33. Sen kaç yaşındasın? 24-25. Hangi mevkide oynuyorsun? Libero. Ben? Orta saha. Senin yerinde olsam, orta sahadan 32 yaşında bir adam benim yerimde oynayacak olsa, anam avradım olsun çantamı alır defolup giderim bu otelden! Gurur meselesi yaparım.” Biraz utandı galiba, “Bıraktım Sedat Baba” dedi. O olaydan sonra da her hafta beni aradı. Ama daima haftanın karmasına seçildi. Çok çok yetenekli bir liberoydu, zaten ondan dolayı uyarmıştım.
Maçtan önce Fenerbahçeli Hüseyin (Çakıroğlu) hastalığı nedeniyle kadrodan çıkartıldı. Yerine Ünal Karaman dâhil edildi. Maça çıkacağız, Mehmet Yenice yanıma geldi, “Kaptan, Ünal’da lastik krampon var, yağmur da yağıyor. Senin kramponları verebilir misin?” dedi. Çıkıştım tabii, “Sen düğüne mi geldin?” diyerek. Ben her maça dört çift krampon götürür ve bakımlarını bizzat yapardım. Ünal’ın öyle bir sıkıntısı olunca da maçta giyeceğim ayakkabıları verdim. Ama bir söz aldım, “Bu kramponlar kötü oynamaz Ünal, alıyorsan iyi top oynamalısın” uyarısında bulunarak verdim kramponları. Neticede, Ünal ilk milli maçına benim kramponlarla çıkmış oldu.
Bobby Charlton Bursa’ya geldiğinde beni sormuş; meğer İngiltere’deki kampta izlemiş. Bizimkiler anca o zaman beni aramayı akıl etmiş. Bu yüzden gitmedim. Kulüpler, Avrupa’nın tam tersine efsane futbolcularıyla iletişimi koparmak için her şeyi yapıyor. Geçmişine değer veren kulüp yok Türkiye’de!