Penaltı Endişesi

10 dk

Büyük yazar Haldun Taner’in kaleminden Edebiyatın sporla temas ettiği noktalar ve gündelik hayata dair kıyaslamalar…

Değil mi ki spor, toplum yaşamında en önde bir ilgi alanı, öyleyse her zaman yaşamla övür olmak zorunda olan edebiyat da ona el atacak. Atıyor da zaten. Değme yazarların bazı yapıtlarının spor terminolojisinden alınmış adlar taşıması rastlantı değil. Örneğin, bir zamanlar iyi bir yüz metreci ve çevik bir kaleci olarak tanınan Henry de Monterland sporu edebiyat alanına sokup onurlandıranların başında akla geliyor. Onun Kılıçların Gölgesindeki Cennet ve Altın Kapı Önünde Onbirler adlı iki romanı vardır. Daha sonra bu iki romanı Monterland Les Olympiques adı altında birleştirdi. Sporun şiirini, felsefesini, hümanizmasını, çok formda bir atlet gücü ile orada yansıtır. Cennet’ten kastı stad’dır. Öyle bir cennet ki kişilerin soy, varlık, sınıf üstünlüklerine papuç bırakmaz. Orada iltimas, tekel sökmez. Her birey, kendi yalın vücut ve zekâ yetenekleri ile katılacaktır bu yarışa. Öyle bir cennet ki herkesin gerçek değeri vurulmaktadır bu mihenk taşına. Bu sporseverin satırlarını okurken kanınız oksijenlenir adeta. Paul Soudy ne güzel söylemiş: “Proust’un zamanında edebiyat, kapı penceresi sımsıkı kapalı bir odanın içinde kalmıştı. Monterland geldi. Proust’un öldüğü odanın sımsıkı pencerelerini ardına kadar temiz havaya açtı.”

Yves Gibeau’nun Beyaz Çizgi adlı romanı da bu oksijenli türün bir başka örneğidir. Atletizm dünyasının erkekçe mücadelesini yansıtır. Her satırında kulvarların pist kokusunu duyar gibi olursunuz. Ben Gibeau’yu okurken delikanlılık günlerime dönmüş gibi olur, sevgili Semih Türdoğan’ın, Mehmet Ali Aybar’ın yönetiminde tarihi Taksim Stadyumu’nun, ya da Yeşilköy top sahasının derme çatma pistlerinde yaptığımız antrenmanları ansırım.

İngiliz yazarı Alan Silltoe’nin Uzun Mesafe Koşucusunun Yalnızlığı adını taşıyan bir uzun hikâyesi vardır. Alman dili yazarlarının en ilginci sayılan Peter Handke’nin de ünlü bir romanı Penaltı Sırasında Kalecinin Korkusu adını taşıyor. Vurucu bir ad değil mi? Futbol, oldum olası gerilim dolu bir spor. Penaltı ise futbolun en gerilimli bir anı. Ne var ki, Peter Handke’nin bu romanı, sanılabileceğinin tersine, baştan aşağı futboldan ve maçtan söz etmiyor. Roman eski bir kaleci ve şimdi de işinden çıkartılmış bir antrenör olan Josef Bloch’un yaşamından bir kesit veriyor. Yüz yirmi beş sahifelik kitabın ancak son üç sahifesi bir futbol maçını ve bir penaltı atılışını içeriyor. Bloch küçük bir alanda hiç tanımadığı iki takımın maç yaptığını görür, tribünlere ilişir. Yanındakine takımları sordu. “Bu rüzgârda havadan oynamak hata” dedi. Adam “Ben de burada yabancıyım” dedi, “İki gün sonra gideceğim.” “Oyuncular çok bağırıyorlar” dedi Bloch, “İyi bir takım sessiz oynar.” “Kenardan seslenip akıl veren antrenörleri yok” dedi adam.

Günter Netzer

Günter Netzer

Bloch yanında başka seyircileri fark etti. Bunlar kendi aralarında konuşuyorlardı. Bloch konuşana değil, hep konuşulana bakıyordu. Yanındakine “Bir hücum sırasında forları değil de yalnız kaleciyi izlemeyi hiç denediniz mi?” diye sordu, “Çok zordur gözünü toptan alıp kaleciye çevirmek. Onun sağa, sola, öne, arkaya gidip iki eli baldırında top izlemesini seyretmek. Doğal gelmez insana. Sıradan seyirci kalecinin farkına gol kurtarırken ya da gol olduktan sonra varır. Topsuz olan, top bekleyen kaleciye bakmak acaip gelir insana.” “Denedim olmuyor” dedi yanındaki, gözlerini tekrar forlara çevirip, “Kaleciye bakarken gözlerim şaşılaşıyor.” “Alışılır” dedi Bloch, “Ama gülünçtür gerçekten.” O sırada bir penaltı oldu. Hakem oyuncuları ceza alanından dışarı çıkarıyordu. Penaltıyı atacak oyuncu topu yerine yerleştirdi.

“Kaleci, hangi köşeye atacak diye düşünüyor şimdi” dedi Bloch, “Atacak adamı eski oyunlardan tanıyorsa her zaman yaptığı gibi, şu köşeye atar, diye geçirir aklından. Ama penaltıcı da kalecinin bunları düşünebileceğini geçirmektedir aklından. Kaleci düşünmeğe devam eder, ama bu sefer beni atlatmak için ters köşeye de atabilir. Kalecinin bu ihtimale de takılacağını hesaplayan penaltıcı, şutunu yine her zamanki köşeye atmaya karar verebilir ya da vermeyebilir. Bu böyle sürer gider.”

Kaleci çizgi üzerinde yerini almıştı, penaltıcı gerildi. “Penaltıyı atacak koşmaya başlayınca kaleci, istemeden planjon yapacağı yanı belli eder ve penaltıcı da rahatlıkla topu öbür köşeye gönderebilir” dedi Bloch, “Ama usta ise penaltıcı topa vurduğu anda kestirdiği yana atılıp tutabilir de.” Penaltıcı hızla koşuyordu. Açık sarı ploverli kaleci hiç kıpırdamadan durdu. Ve top ellerinde kaldı.

Roman böyle bitiyor. Hani bizim televizyonumuz Türk öykücülerinin öykülerini filimleştirmeğe girişip de sonra yasaklayarak yüzüne gözüne bulaştırdı ya, Alman televizyonu da Handke’nin bu yapıtını filimleştirmiş. Ama yaptığından pişman olmadan efendi efendi gösteriyor televizyonda. İyi yönetilmiş, iyi sunulmuş oyundan sonra ilginç bir röportaj sunuldu; Alman Milli Takımı’nın kalecisi Mayer’le yine Alman Milli Takımı’nın en ünlü penaltıcılarından Netzer’e spiker, film hakkındaki düşünceleri sordu. “Penaltı atılacağı sırada çok korku duyar mısınız?” sorusunu, Mayer şöyle cevapladı: “Kılım bile kıpırdamaz. Penaltı gol demektir. Olan olmuştur. On bir metreden beş küsur metre karelik koca bir düzeye atılan şutun gol olma olasılığı çok büyük, tersi ise küçüktür. Tek yapabileceğim şey, kendimi bir köşeye rastgele fırlatmaktır. Adam tesadüfen oraya doğru atmayı tasarlamışsa topu çelmek olasılığım golü önleyebilir. Bu da tamamen şansa kalmıştır.” Şimdi bir de penaltıcı-başı Netzer’i dinleyelim: “Penaltı olunca içimi bir korkudur kaplar, ayaklarım tir tir titremeye başlar. Evet kale 7,44 metre geniş, 2,14 metre de yüksektir ama kaleci bana çaylak gibi bütün kaleleri kapatmış görünür. Sinirlenip topu dışarı atabileceğim olasılığı, iyi ayarlayamayıp kale direklerine çarptırma olasılığı ve nihayet kalecinin attığım şutu kurtaracağı olasılığı beni deli eder. Düdük bir an önce çalsa da bu karabasan bitse diye bakarım. Penaltı yarı gol sayılır, attın mı doğal karşılanır ama bir de kaçırdın mı bir numaralı halk düşmanı olursun, penaltıcılık düşman başına.”

Alman yazarın kitabına seçtiği ad, böylece iki ünlü futbolcu tarafından yalanlanıyor, asıl korkan meğer penaltı atanmış. Edebiyatla gerçek, demek bir yerde, çelişkiye düşebiliyor. Üstün durumda saydığımız, bir yerde, kötü durumdakinin sükûnetine imrenebiliyor. Bu korku işi, biraz da kişilerin yaratılışına, duygusallık ya da duygusuzluk gradolarına göre değişebilir.

Ar damarı patlamış, yüzü süngerle yıkanmış, dana yürekli politikacılar, ister penaltı atsınlar, ister kaleci dursunlar, kılları kıpırdamaz, utanma hassasını kaybettiklerinden sorumluluk korkusuna karşı da şerbetlidirler.

Yazar: Haldun Taner

Socrates Dergi