
Perde Arkası
6 dk
Bir belgeselle birlikte Michael Schumacher yeniden oturma odalarımıza konuk oldu. Peki film, Alman efsanenin karmaşık hikâyesinin hakkını verebildi mi?
Netflix, Schumacher belgeselinin Eylül ortasında yayımlanacağını duyurduğunda endişeli bir heyecan kaplamıştı içimizi. 2013'teki kayak kazasından beri hem ona tam olarak ne olduğunu merak ediyor hem de şu anki halini gerçekten görmek istediğimizden emin olamıyorduk. Şahsen belgeselden kaza sonrasına dair daha önce bilmediğimiz bir şeyi açıklığa kavuşturmasını beklemiyordum. Ama kazanın kendisini değil, Schumacher ailesinde yarattığı etkiyi göreceğimizi tahmin ediyordum. Çok saygılı, epey mesafeli ve bir o kadar da sade bir yapım olmuş Schumacher. Daha fazlası için muhtemelen uzun yıllar geçmesi gerekecek.
Motor sporları belgeselleri konusunda bir süredir kendimizi şanslı hissettirecek işler karşımıza çıkıyor. Mark Neale'ın MotoGP belgeselleri, bulunduğu dönemin ruhunu her seferinde mükemmel yansıtırken muhtemelen Drive to Survive'ın ilham kaynaklarından biri oldu. Dünyanın en zor yarışlarından biri nasıl kazanılır merak edenler Truth in 24 ile Le Mans 24 Saat'in büyüsüne kapıldı. Dünyanın en zor yarışlarından söz açılmışken, Mark Neale'ın Isle of Man TT belgeseli TT: Closer to the Edge'i mutlaka anmak lazım. Bu bahsettiklerim tam anlamıyla belgesel bakış açısına sahip, genel bir anlatıya sahip olan işler. Yakın dönemdeyse motor sporlarından portreleri resmeden belgeselleri görmeye başladık.
Aslında kaskın arkasındaki insanı gösterip daha önce tanışmadığımız bir tür yarışçıyla bizi tanıştıran ilk isim Roman Polanski'ydi. 1971 Monaco Grand Prix'si haftasında Sir Jackie Stewart'ın hayatına göz atan Weekend of a Champion hep modern gladyatörler olarak adlandırılan yarış pilotlarının günlük yaşamını tam bir kamera-göz bakış açısıyla anlatıyor.
Asif Kapadia ile Manish Pandey'in eseri Senna ise daha farklı bir noktada. Sonsuz arşiv görüntüleri sayesinde hiç konuşan kafa göstermeyen belgesel, film gibi bir hayata sahip Ayrton Senna'yı kurmaca ve belgesel arasında bir yerde anlatıyor. Onlarca ikonik an ilk kez gün yüzüne çıkarken, Antonio Pinto'nun mistik ve duygu yüklü müzikleri Senna'nın karakteriyle yüzde yüz örtüşüyor. Senna muhtemelen, bu yazıda sayacaklarımız arasında belgeselcilik olarak en etkileyici iş.
2017 yapımı Williams ise beni olumlu anlamda şaşırtan bir belgeseldi. Genellikle imajını ve yarış mirasını korumaya çalışan takımın zor günlerden geçtiği dönemde biraz algısını değiştirmek için böyle bir belgesel çektirdiğini düşünmüştüm. Fakat kendimi Sir Frank'in eşi Ginny Williams'ın hatıratından uyarlanmış, alabildiğine şeffaf ve belki de fazla dürüst bir belgesel izlerken buldum. Ailenin yaşadığı zorlukları, parçalanmaları, başarıları ve başarısızlıkları süslemeden önümüze koymayı başarmışlardı. Yine aynı yıl Bruce McLaren'ın hayatını anlatan McLaren belgeseli de görücüye çıkmıştı. Yeni Zelanda'dan çıkıp sporun en büyük takımlarından birinin nasıl kurulduğuna dair yer yer canlandırma görüntüler ve güzel arşiv kayıtlarıyla yeterli bir hikâye anlatmışlardı. Yönetmeninin de The World's Fastest Indian filminin arkasındaki Roger Donaldson olduğunu hatırlamak lazım.
Son olarak geçtiğimiz yıl Fangio belgeselini izleme fırsatı bulduk. Arjantinli efsane Juan Manuel Fangio'nun hayatını, başarılarını ve bıraktığı etkiyi yine canlandırma sahneler ve arşiv görüntüleriyle anlatan film özellikle Fangio'yu tanımayanlar için güzel bir giriş niteliği taşıyordu.
Schumacher ise tüm bu bahsettiklerimden parçalar taşıyor. Ailenin sağladığı çok güzel arşiv görüntüleri var. Özellikle sosyal medyanın olmadığı, internetin henüz o kadar yaygınlaşmadığı dönemin sporcularından Michael Schumacher'i sadece yarış pilotu haliyle tanıyorduk çoğumuz. O dönemin yıldızları bu anlamda dokunulmazlardı. Perde arkasında eğlenen, üzülen, spor dünyasından uzaklaşmak için kar tatili yapan bir Michael Schumacher'i izlemek onu daha iyi tanımamızı da sağlıyor. Tıpkı Senna gibi Schumacher'in de kariyerinde epey sorgulanan anlar var. Bunları iyisiyle kötüsüyle diyerek belgesele dahil etmişler ama Williams'taki gibi bir özeleştiri penceresinden değerlendirildiğini görmüyoruz. Bunun sebebi belli tabii ki. Michael belgeselde yer alıp o anları anlatabilseydi, çok daha farklı olurdu.
Genel anlamda Alman efsaneyi uzaktan duymuş veya pek tanımayanlara anlatmak için hazırlanmış bir belgesel Schumacher. Kariyerini canlı izlemiş, çoğu ânını ezberlemiş Formula 1 seyircileri için Schumi'nin hikâyesine dair yeni şeyler vadetmiyor. Etmesi de gerekiyor mu, emin değilim. Aile babası Schumacher'i, yakınlarından dinlemenin getirdiği bakış açısı onu farklı bir yönden anlamanızı sağlıyor. Kayak kazası sonrası büyük bir titizlikle korunan Schumacher ailesi bu belgeselde kendi içindekileri de kamera karşısında döküyor.
Daha çok kariyerinin başlangıcından ilk Ferrari şampiyonluğuna kadar giden belgesel, 2013 kışındaki kayak kazasını işleyerek son buluyor. Bu noktada belgeselin neden birkaç bölümlük bir seri olarak kurgulanmadığını sorguluyor insan.
Formula 1 tarihinin en üstün dönemlerinden birini kısa bir montajla geçmek öyküyü eksik bırakıyor. En azından üç bölümlük bir belgesel serisiyle başlangıç, ilk Ferrari şampiyonluğuna ulaşırkenki süreç, sonrasında da 2006'ya ve belki de 2012'deki geri dönüşe kadar işlenebilirdi. Burada sporcu Michael Schumacher'i anlatan ve işleyen pek çok materyal bulmak mümkün, kabul ediyorum. Ama en dokunulmaz zamanlarında bir insan olarak Schumacher neler yaşıyordu bilmek güzel olabilirdi. Eğer eldeki tek seçenek iki saatlik bir belgesel yapmaksa, bu bahsettiğim konuları hızlı geçmek cesur ama etkili bir karar. Fakat bir mini seri ve yaklaşık dört-beş saat, Alman efsaneyi çok daha zengin bir biçimde anlatmaya fırsat verebilirdi.
Bu tür yapımları bizim görmediğimiz kısıtlamaları da dahil ederek değerlendirmek gerekiyor. Drive to Survive yeni seyircileri çekebilmek için olaylara daha dramatik bakıyor veya olmayan yerlerden drama çıkarabiliyor. Çok detaylı ve herkesin her şeye hâkim olduğunu bilerek tasarlanan yapımlar, konuya daha yüzeysel bakıp herkesin izleyebilmesini sağlayan yapımlardan daha iyi değiller. Asıl sorun her zaman bu iki kitleye de hitap edebilecek yapımlardan geçiyor. Schumacher de bu pencereden bakıldığında çığır açmayan fakat güzel bir belgesel olarak hafızalarda yer alıyor.