Pragmatist

17 dk

Arjantin’in 1986 zaferinin hikâyesi, “Maradona tek başına şampiyon yaptı” cümlesiyle başlar ve pek de uzun sürmez. Ancak teknik direktör Carlos Bilardo’nun yaptıklarına bakınca, anlatıyı bir kez daha gözden geçirmek gerekiyor…

Getty Images

22 Ekim 1969, La Bombonera, Arjantin… Gece, dünya futbol tarihine ‘Bombonera Katliamı’ olarak geçecekti. Estudiantes ve Milan arasındaki Kulüplerarası Dünya Şampiyonası maçında kan akmaya başlamıştı. Estudiantes’li futbolcular, Milan forveti Nestor Combin’in burnunu kırmış, Gianni Rivera’ya yumruk ve tekme atmış, her pozisyonda vahşice müdahaleler yapmıştı. Şiddet o kadar rahatsız ediciydi ki savunmacıları Madero, Suarez ve kaleci Poletti, 30’ar gün hapis cezasına çarptırıldı. İpin başını çeken Poletti, ayrıca ömür boyu futboldan men edildi. Milan, muharebeden 2-1 mağlup ayrılsa da ilk maçtaki 3-0’lık skorla kupayı kazanmış ama dönüş uçağını bir nevi hastane olarak kullanmıştı. Aslında Estudiantes’i tanıyanlar için bu garip bir durum değildi. ‘Katil Gençler’ olarak nam salan takımın patronu Osvaldo Zubeldia, bu stili takıma yerleştirmişti…

Arjantin, 1910’lu yıllardan itibaren futbolu en zarif şekilde oynamayı amaç edinmişti. Fakat 1950’lere gelindiğinde, La Nuestra adını verdikleri bu tarzdan verim alamamaya başladılar. 1950 ve 1954 Dünya Kupası’na katılmadılar, 1958’de henüz grup aşamasında elendiler. Dönem, Avrupalılarla aşık atma dönemiydi ve Brezilya, 4-2-4 dizilişi ile bunu başarmıştı. Arjantin’in de bir çözüm bulması gerekiyordu.

Futbolu sevmekten çok, futbolu anlamaya çalışırdı.” Jonathan Wilson’ın Kirli Yüzlü Melekler: Arjantin Futbol Tarihi adıyla Türkçeye çevrilen kitabında yer verdiği bu söz, gazeteci Osvaldo Ardizzone’ye aitti. Ardizzone’nin bahsettiği isim ise Osvaldo Zubeldia. Futbolculuk döneminde “Akıllı ama çelimsiz” yorumlarına maruz kalan Zubeldia, henüz saha içi kariyeri sürerken oyun üzerine düşünmeye başlamıştı. Futbolu bıraktıktan sonra daha da yoğunlaştı. Video kasetlerle Doğu Avrupa’ya kadar uzanıyor, oyunu La Nuestra’nın dışına nasıl çıkaracağını düşünüyordu. Neler yapacağını, 1961’de başına geçtiği Buenos Aires takımı Atlanta’da gösterdi ve takımı ligde üst sıralarda tuttu. 1965 yılında, Estudiantes’le anlaştığında ise Arjantin futboluna unutulmaz bir iz bırakmak için hazırdı.

Video izleme seansları, pres ve duran top çalışmaları, ofsayt tuzağı… O yıldan itibaren Estudiantes’li oyuncular için bu bir rutine dönüşmüştü. Futbolcuların, bunlardan bıkma lüksleri yoktu. Oyuncularını sabah dörtte tren istasyonuna götüren Zubeldia, işçileri gösterip “Bunu yaptım çünkü ne kadar şanslı olduğunuzu görmenizi istedim. Hem para alıyor hem de âşık olduğunuz şeyi yapıyorsunuz; futbol oynuyorsunuz” diyordu. Sadece oyun içinde etki yaratmıyorlardı. Rakipleri her şeyiyle inceliyor, futbolcuların özel hayatlarına kadar bilgi sahibi oluyorlardı. ‘Ana kuzusu’ rakiple alay etme ya da eşi ameliyat olan futbolcunun eşiyle ilgili ağır laflar etmek, bunlardan bazılarıydı… Oyunu akıllıca oynasalar da gereğinden fazla sertlik yapmaktaydılar ve hem mental hem de fiziksel açıdan rakibi yıldırmaktaydılar. 1968’de Copa Libertadores’i kazandıklarında Arjantin’de mutlu olanlar da vardı, La Nuestra elden gittiği için mutsuz olanlar da… O sene Kulüplerarası Dünya Şampiyonası’nda Manchester United ile oynadıkları maçlarda, güzel oyunu savunan Arjantinlilerin ‘Anti-futbol’ dediği şeyi, İngilizler de görmüştü. Bir sene sonraki Milan maçı da tüm dünyanın bu stille tanışmasını sağladı.

Oscar Zubeldia'nın (ayaktakilerde soldan üçünçü) çalıştırdığı, 1968'de Manchester United'ı geçerek Kulüplerarası Dünya Kupası'nı kazanan Estudiantes takımı. Carlos Bilardo da (oturanlarda soldan üçüncü) bu takımın önemli bir parçasıydı.

Oscar Zubeldia'nın (ayaktakilerde soldan üçünçü) çalıştırdığı, 1968'de Manchester United'ı geçerek Kulüplerarası Dünya Kupası'nı kazanan Estudiantes takımı. Carlos Bilardo da (oturanlarda soldan üçüncü) bu takımın önemli bir parçasıydı.

“Bir maçtaki tüm olasılıklar üzerine çalışırdık. Köşe vuruşlarını, hatta taç atışlarını bile yararlı kullanmak için antrenman yapardık. Bir de rakibimizi tuzağa düşürmek için gizli bir işaret dilimiz vardı.” Bunları, Zubeldia sisteminin en önemli parçası Carlos Bilardo söylüyordu. Eski Estudiantes’li Jose Ramos Delgado’nun “Zekiydi ama o orta sahanın en yeteneksizi oydu” sözleriyle tarif ettiği Bilardo, hem sahadaki futbol bilgisi ile hem de rakiplerine uyguladığı psikolojik baskı ile Zubeldia’nın gözbebeği olmuştu. Tartışılan antrenör, 1970’te görevden ayrıldığında, sağ kolu da ilginç bir şekilde futbolu bırakma kararı aldı ve bir sene sonra takımın başına geçti. Arjantin ve Kolombiya Ligleri arasında gidip gelen Bilardo, antrenör olarak ilk büyük başarısını, 1982’de Estudiantes’i şampiyon yaparak yakaladığında, ülke futbolu yine bir krizin içindeydi…

1978’de La Nuestra’nın en büyük sembollerinden Luis Menotti ile Dünya Kupası’nı kazanan Arjantin, dört yıl sonra İspanya’da büyük bir hüsrana uğramıştı. Önce İtalya’ya sonra da büyük rakip Brezilya’ya yenildiler. Yeni umutları Maradona’nın Brezilya maçında attığı tekme ve gördüğü kırmızı kart, onların yıkımının sembolüydü. Çözüm, Estudiantes’i şampiyon yapan Bilardo’yu takımın başına getirmekle bulundu. ‘Anti-Futbol’un çocuğu Bilardo, estetik oyunun ustası Menotti’nin yerini almıştı. Menotti, durumdan rahatsız değildi. İkili, buluşup yemek yemiş ve “Sorun yok” mesajı vermişti. Ama Bilardo’nun takımın başında çıktığı 12 Mayıs 1983 tarihli ilk maçta olanlar oldu. Yeni hoca, Menotti’nin önerdiği kaleci Gatti ve bek Tarantini’yi kadroya almadı, Menotti de Bilardo’yu ağır bir şekilde eleştiren bir yazı yazdı. Artık düşman oldukları ortadaydı…

Fakat Bilardo’nun bu özgüveni çok işe yaramış gibi görünmüyordu. 1983’te Copa America’da henüz grup aşamasında elenmiş, yıl içerisinde oynadıkları sekiz maçın yalnızca ikisini kazanabilmişlerdi. 1984’e de hiç iç açıcı girmediler. Hindistan’a sadece bir gol attılar, Polonya ile berabere kaldılar ve 20 Ocak 1984’te Çin’e yenildiler. Yaz ise daha berbat geçti. 17 Haziran’dan 25 Ağustos’a kadar özel turnuvalar ve hazırlık maçları dâhil beş kez sahaya çıktılar ve galibiyet alamadılar. Dahası, son maçta Güney Kore karşısında 4-0’lık felaketle sahadan ayrıldılar.

Aslında bu kayıp, ilerisi için büyük bir kazancın ilk adımı olacaktı. Bilardo, ülke basınının baskısından dolayı takımı Avrupa turuna çıkarma kararı aldı. 1 Eylül günü Bern’de İsviçre karşısına çıktıklarında, o zamana kadar pek de alışık olunmayan bir düzenle dizildiler. Ruggeri ve Garre iki stoper olarak savunmada yer alırken, arkalarında libero görevinde Brown vardı. Arjantin, 3-5-2 dizilişiyle İsviçre’yi 2-0 mağlup etti.

“O zaman her takım iki forvetle oynuyordu. Kanatları savunacak kadar iyi oyuncularımız yoktu. Futbol artık, orta saha muharebelerini kazananların oyununa dönmüştü. Herkes Rijkaard gibi pres ve markaj yapan, her yöne koşan, dahası bu akıcılığı hücumda da sürdüren bir oyuncuya sahip değildi. Ben de bekleri ortaya taşıyıp orta sahanın birbirine yakın olmasını sağladım.”

Yıllar sonra dokunuşunu bu sözlerle anlatıyordu Bilardo. İsviçre’den sonra Belçika ve Federal Almanya’yı da aynı dizilişle yenmeyi başardılar. Ama kıtalarına döndüklerinde tekrar bocaladılar. 9 Mayıs 1985’te Paraguay ile berabere kaldıklarında tam sekiz aydır galibiyet alamamışlardı. Ama bu maçın önemi, herhangi bir galibiyetten fazlaydı…

Diego Armando Maradona, 1982 Dünya Kupası’nda attığı tekmeden sonra milli takımda yer bulamamıştı. Onu günah keçisi olarak gösterenler vardı ama esas neden kariyerinin tepetaklak olmasıydı. Barcelona’ya transfer olmuş, istenileni verememiş, daha da kötüsü hem sakatlıklar hem de sarılık gibi önemli bir hastalık geçirmişti. Bilardo, göreve geldiği günden itibaren onu yalnız bırakmamış, sık sık İspanya’nın yolunu tutmuştu. 1983’te Maradona’yı tedavi gördüğü hastanede ziyaret ettiğinde kafasındaki lidere milli formayı garanti etmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisinden yeni kaptanı olmasını istiyordu. Bu karar, Arjantin’de büyük tartışmalara neden oldu. Birçok izleyici ve basın mensubuna göre Maradona, milli takımda çuvallamıştı ve Bilardo’nun ona güvenmesi saçmaydı. Bilardo ise daha sonraları 10 numaraya niye güvendiğini gayet basit bir şekilde anlatacaktı: “Ona inandım çünkü formda olursa oyunun dengesini değiştirebileceğini biliyordum.”

Futbolculuğu döneminde rakip psikolojisi hususunda master yapan Bilardo, Maradona’nın ona bağlı kalmasını sağlamış gibiydi. Diego, 9 Mayıs 1985’te üç yıl sonra ilk milli maçına çıktı ve takımının tek golünü penaltıdan Paraguay ağlarına gönderdi. Maradona’lı Arjantin, zorlansa da 1986 Meksika biletini almıştı. Ama Maradona hâlâ soru işaretiydi.

“1986 Dünya Kupası'ndan önce Maradona dünyanın en iyisi olarak görülmüyordu. Platini ya da Zico’nun çok arkasındaydı. Hatta gazetecilere göre takımda oynayacak durumda bile değildi” diyordu Bilardo. Maradona’nın kaptan olması ise sadece taraftarları ya da basını rahatsız etmiyordu. 1978 Dünya Kupası’nı kazandıklarında pazubendi kolunda taşıyan Daniel Passarella hâlâ takımın oyuncusuydu, üstelik de İtalya Ligi’ne transfer olmuş ve rüştünü ispatlamıştı. Ama Bilardo onu değil kaptan olarak, ilk 11’de libero pozisyonunda dahi düşünmüyordu. “İlk 11’de oynamazsam milli takımı bırakacağım” tehditlerini kulak arkası etmişti. 1978’de kaleyi koruyan Ubaldo Fillol’e göre sorun ne kaptanlık ne de Maradona’ydı: “Bize iyi davranmıyordu. Çünkü Menotti’nin sağ kollarıydık.” Passarella ile Maradona arasındaki gerginlik, Dünya Kupası elemeleri esnasında, bir kamp gününde zirve yaptı. Maradona, toplantıya geç kaldı ve Passarella da yeni kaptana çıkıştı, uyuşturucu kullandığı imasında bulundu. Bu kavga, liberonun sonunu hazırlayacaktı…

Maradona, kaptanlıkta yeni olsa da takım arkadaşlarını etkilemeyi başarmıştı. Zaten olağanüstü bir yeteneği vardı ama antrenman sahasına en erken gelen, en geç ayrılan isim olmaya başlamıştı. Kaptanlık testini ise Dünya Kupası kampında geçecekti. Bilardo’nun gece dışarı çıkma yasağını bozan kaleci Luis Islas, yakalanmıştı. Bilardo, isim vermeden fırçayı bastı ve tüm oyuncular önünde bunu yapanın el kaldırmasını söyledi. Kimseden ses çıkmadı, uzun süre… En sonunda Maradona’nın eli kalktı ve suçu üstlendi. Belki yanlış bir yöntemdi ama birçok kültürde olduğu gibi Arjantin’de de bu ‘büyük’ bir kahramanlıktı.

Ama Arjantin halkı pek ikna olmuşa benzemiyordu. Savunmacı Brown’a göre aileleri ve Bilardo’dan başka kimse onlara güvenmiyordu. Kupadan önce son yedi maçın sadece birini kazanmışlardı, onda da rakip İsrail’di. Bilardo’nun tercihleri hâlâ eleştiriliyordu. Noktayı, “Şu an 30 futbolcu tarafından anlaşılmayı, 30 milyon Arjantinli tarafından anlaşılmaya tercih ederim” sözleriyle koydu.

Zubeldia’dan öğrendiği ‘duran top takıntısı’, özel olarak getirttiği telsiz telefon ile oyuncuların odalarını arayıp yaptığı saatler süren taktik konuşmaları, video analiz seansları, hocasından çok şey kaptığını gösteriyordu. Daha ileri gittiği noktalar da vardı. Yıllarca süren “Tavuk yemeyi yasakladı” dedikodusunu sonrasında yalanlayacaktı ama oyuncuları diş ipi kullanmaya zorlaması doğruydu. Bir de gol sevinci idmanı vardı...

“Evet, bir kere çalıştık. Herkes golden sonra saçma sapan bir yerlere koşuyordu. Video kasette bir yabancı takımın maçında görmüştüm; takım golü kutlarken rakip santra yapıp hücuma çıkıyordu…”

Arjantin, ‘takıntılı’ çalışmalarının meyvesini almak için kupanın ilk maçında Güney Kore karşısına çıktığında, 4-0’lık kabusu yaşayanlar maçı ter dökerek izliyordu. Yine de kazandılar. Sonra da İtalya ve Bulgaristan’ı geride bırakıp lider olarak bir üst tura çıktılar. İkinci turda ise şansları yanlarındaydı, Uruguay’ı 1-0’la geçtiler. Bilardo, henüz 3-5-2’sini sahaya sürmemiş, Maradona’dan beklediği sihirli verimi de henüz alamamıştı. Çeyrek finalde rakip, belki de dünya üzerindeki en tehlikeli kanat oyuncularına sahip İngiltere’ydi. Zamanı gelmişti…

Arjantin, İngiltere mücadelesine 3-5-2 dizilişi ile çıktı ve son dakikalarda zorlansa da 2-1 kazanarak yarı finale yükseldi. Bu, sadece savunma önlemleri içeren bir anlayış değildi, aynı zamanda Maradona’ya istediği özgürlüğü yaratma planını da içeriyordu. Zaten 10 numaranın attığı ve kupa tarihinin en güzel golü olarak gösterilen ikinci gol de bu özgürlüğün simgesiydi bir bakıma. İlk gol ise Bilardo’nun yetiştiği Estudiantes kültürünün… ‘Tanrı’nın Eli’ başlığıyla ‘hikâyeleştirilen’ gol, birçokları için sahtekârlığın daniskasıydı. Bilardo, Maradona’nın golü eliyle attığını, maç sonundaki basın toplantısında gazetecilerin “Diego, golü elinle mi attın?” sorusuyla öğrendi. Ama ona göre ortada bir yanlış yoktu. Zamanında rakibi olan ve kendisi de çok temiz bir stille oynamayan Boca Juniors efsanesi Antonio Rattin, Bilardo’nun futbolculuk dönemini şu sözlerle anlatmıştı: “Çok sinsiydi. Hep bir dolap çevirirdi. Çok düzenbazdı; formanızı çeker, tekme yemiş gibi numara yapardı.”

Nihayet Maradona’nın gösterisi başlamıştı. Yarı finalde diziliş korundu ve Diego belki de kariyerinin en büyük performansını sahaya koyup Belçika’yı tek başına mağlup etti. Belçika antrenörü Guy Thys, maçtan sonra “Maradona bizde olsaydı, 2-0 kazanan biz olurduk” diyordu. Halkının bir şey beklemediği Arjantin, finalde Federal Almanya ile karşılaşacaktı…Bilardo, takıntılarına devam ediyordu. Bol tekrarlı idmanlar, hijyen kontrolleri, uğur getirdiği için giyilen takım elbise… Yine de her şeyden emin olmak istiyordu. Finalden önceki gece stoper Oscar Ruggeri’yi uykusundan kaldırdı ve “Yarın duran toplarda kimi tutacaksın?” diye sordu. “Rummenigge” cevabını aldı ve odasına döndü. Arjantin’in sistemi, finalde de işledi. Duran topta Brown’ın attığı golle öne geçtiler, Valdano ile farkı ikiye çıkardılar. Ama son 20 dakikada yine bocaladılar.

Bilardo’nun en az hijyen kadar titiz olduğu konuda, duran toplarda iki hata yaptılar ve Almanlar skoru 2-2’ye getirdi. Kimileri, durumu Brown’ın sakatlığının nüksetmesine bağladı ama Rummenigge ve Völler’in gol koklama yeteneklerini de yabana atmamak gerekti. Moral avantajı Almanya’nın elindeydi ama sahneye, maçta pek görünmeyen Maradona çıktı. Jorge Burruchaga’ya harika bir pas attı ve Burruchaga da estetik bir vuruşla kupayı Arjantin’e getirdi. Maç sonunda büyük bir sevinç vardı. Mutlu olmayan tek Arjantinli Bilardo’ydu: “Kornerden iki gol yedik. Ölecek gibiydim. Defalarca çalıştığımız durumlardı ama iki gol yedik. Kupaya hiç dokunmadım, madalyam bile yok, fırlatıp atmıştım.”

Bilardo’nun takıntıları zaferin önüne geçse de Arjantin, Dünya Kupası’nı kazanmıştı. Adı, bol soru işaretleri ile anılan Maradona ise bir ayda dünyanın en iyi futbolcusu hâline gelmişti. Bilardo, mutluluğa ortak olmadığı soyunma odasında, temkinli davranmaya devam ediyordu: “Önümüzde bu unvanı korumamız gereken bir Dünya Kupası daha var.”

Arjantin, yine istikrarsız bir performans serisi ile 1990’da İtalya’ya gitti. Hiç de iç açıcı bir futbol oynamasalar da finale kadar çıkmayı başardılar. Zaten “Futbol kazanmak içindir. Gösteri ise tiyatro ya da sinema için geçerlidir. Futbol başka bir şeydir. Bazı insanların kafası bu konuda çok karışık” sözlerini sarf eden bir antrenör olan Bilardo, istediğini bir kez daha almıştı. Ama bu sefer, değişen Federal Almanya karşısında hiçbir varlık gösteremediler, 1-0 kaybettiler. Carlos Bilardo, hâlâ Dünya Kupası’na dokunamamıştı.

“Matthaeus’u kupayla gördüm. Dokunmak için ondan izin istemeyi düşündüm ama utancım buna engel oldu.”

Tartışmalı dönemde iki kez evi saldırıya uğrayan ve evinin önüne önlem amaçlı “SATILIK” yazılı tabela astıran Carlos Bilardo, Arjantin’i iki kez Dünya Kupası finaline ve bir şampiyonluğa taşıdıktan sonra 1990’da görevden ayrıldı. Bilardo, Avrupa’da Sevilla’da şansını denedi, Boca ile çalıştı ve Estudiantes’te 2004 yılında antrenörlüğü bıraktı. Ama futbola dair fikirleri artık dünyada kabul görüyor.

Öğrencilerinden Diego Simeone’nin ondan çok şey öğrendiği söyleniyor. 2016’da verdiği bir röportajda “Guardiola’nın futbol anlayışını nasıl buluyorsunuz?” sorusuna verdiği cevap da kendi hocası Zubeldia’ya hâlâ sadık olduğunun kanıtı: “Benim için tek stil vardır. Tıp fakültesinde öğrendiğim şey; eğer hastaya yanlış doz verirsen hasta ölür. Onu hayatta tutmalısın. Futbolda da tek geçerli şey kazanmaktır. Sonuç ne olursa olsun.

”Menotti hayranları, Bilardo’yu pragmatist ve Zubeldia’nın futbolu çirkinleştiren ekolünün temsilcisi olarak görebilir. Milli takım danışmanlığı yaptığı 2010 Dünya Kupası esnasında “Şampiyon olursak golü atan futbolcu ile anal seks yapacağım” sözleri, Arjantin’i çalıştıran Maradona’nın kupa sonrasında kovulurken Bilardo’nun kendisine ihanet ettiğini söylemesi ya da geçtiğimiz yıl çıkan haberdeki gibi Claudia Tripi adlı taksici kadının Bilardo’nun kendisini taciz ettiği iddiaları, kişiliğinin de tartışılması gerektiğini ortaya koyabilir.

Fakat Arjantin gibi zor bir futbol coğrafyasında başardıkları saygıyı hak ediyor. Evet, kendisi kabul etmese de 3-5-2 dizilişi ondan önce de kullanılan, hatta 1986 Dünya Kupası’nda bile Belçika, Federal Almanya ya da Danimarka gibi takımların başvurduğu bir yöntemdi ama Bilardo’nun takıma kattıkları, rakamlarla anlatılacak bir olay değil. Geçtiğimiz yıllarda Messi’nin Dünya Kupası kazanmadan Maradona ile mukayese edilemeyeceğini söyleyen Bilardo, Messi’nin saha içinde özgür alanlar bulması hâlinde takımı kupaya götürebileceğini belirtmişti. Maradona, futbol tarihinin en büyük futbolcusu olarak görülüyorsa bunda 1986’daki masalın payı büyük. Bu masalı yazması için ona özgürlüğü sunan da Bilardo; hem psikolojik hem de taktiksel açıdan. Bunun hiç de kolay bir şey olmadığını bu yaz bir kez daha gördük. En azından La Nuestra’nın 2000’li yıllardaki temsilcilerinden, birçoklarına göre ‘dahi’ olan Sampaoli’nin Messi’ye bu özgür alanları bulamadığı kesin.

Socrates Dergi