
Prens
25 dk
Enes Ünal, Türkiye’deki altyapı maçlarında haksız rekabete neden olan yeteneğini, birkaç yıl önce yurtdışına taşıdı. Buna karşında, Hollanda’da doğsa bugün başka bir noktada olabilirdi. Nedenlerini ve beklentilerini kendisinden dinledik.
Sizi canlı olarak ilk kez 2011-2012 sezonu Coca Cola Akademi U15 Ligi finalinde Bursaspor formasıyla Fenerbahçe’ye karşı oynadığınız maçta izlemiştim. Jenerasyonunuzun en elit ismi olarak gösteriliyordunuz. Maçın ilk golü de sizden gelmişti ama sonunda 3-1 kaybettiniz. Benim o gün gördüğüm Enes Ünal; gerek fiziği gerek oyun aklıyla lider bir oyuncuydu, sahada ‘farklı’ olduğunu gösteriyordu. Bu aynı zamanda bir baskı da yaratıyor muydu o yaşta? Erken olgunlaştığınızı söyleyebilir miyiz?
Alt yaş gruplarında sürekli lider konumda bir futbolcuydum. Kaptanlık görevini üstleniyordum. Bu durum gelişimime çok katkı sağladı. 16 yaşında A Takım’a çıktım. Hani derler ya, ‘büyük adamlarla’ oynamaya başladım. Aynı şekilde, bunun da çok faydasını gördüm. Zaten biliyorsunuz, devamında, 18 yaşında yurtdışı maceram başladı ve saydıklarımın hepsi erken olgunlaşmama yol açtı diyebilirim.
Bahsettiğim finalde Fenerbahçe forması giyen Ahmethan Köse, bu sezon A Takım’da az da olsa süre bulmayı başardı ama bunun için beş sene bekledi. Sizse bu sezona kadarki süreye beş takım (Bursaspor, Manchester City, NAC Breda, Genk, Twente) ve 115 profesyonel kulüp maçı sığdırmayı başardınız. Yurtdışına gitmeseydiniz bunu yapabilir miydiniz? Aranızdaki fark neydi?
Açıkçası kendimi kimseyle karşılaştırmak istemiyorum. Doğru olmaz. Benim o dönemki en büyük avantajım, yurtdışından birçok takımın ilgisini çekmem ve kulübümün de bana bu gözle bakmasıydı. Bu durum, bana o şansın gelmesini kolaylaştırdı elbette. Ben de çalışarak, kendimi geliştirerek bana sunulan şansın karşılığını vermeye gayret ettim.
Devamında yurtdışına çıkmak da ayrı bir avantaj oldu benim için; çünkü Türkiye’de kendimi bir bilinmezin içine itiliyormuş gibi hissediyordum. Gelişimimi tam anlamıyla sağlayabildiğime inanmıyordum. Ancak yurtdışına çıktıktan sonra bunu daha oturaklı bir hâle sokmayı başardım. En büyük avantajım da bu oldu.
Türkiye’de son dönemde yabancı sınırı tartışmaları gündemde. Ancak derine indiğimizde asıl sorunumuzun ‘oyuncu yetiştirme’ olduğu görülüyor. Siz, nadir örneklerden biri olarak problemin nerede olduğunu söyleyebilir misiniz?
Böyle bir tespitte bulunmak benim haddimi aşar, zaten bu sorunu çözebilecek konumda da değilim. Elbette konuşacak çok şey var, sayısız problem mevcut ama ne söyleyebilirim ki?
Henüz daha Bursaspor’da forma giyerken bir şeyler söylemiştiniz aslında; yabancı sınırı hakkında “Pasaport oynamıyor, kim iyiyse o oynuyor” ifadesini kullanmıştınız. Aynı şekilde, Genk’te forma giydiğiniz dönemde NTV Spor’a yaptığınız açıklamalar da çok ses getirmişti; “Bu ülkenin en iyi futbol okullarından Bursaspor’da yetiştim ama benim bile çok ciddi temel eğitim eksiklerim var. Diğer takımlardaki çocukları düşünemiyorum” demiştiniz. Bugün nasıl düşünüyorsunuz?
Bunları düşünen ve gören tek kişi ben değildim, hâlâ böyle düşünüyorum. Ama o dönem bunları söylemem ilgi çekmişti; çünkü 18 yaşında genç bir futbolcuydum, oynayan konumdaydım ve konuşmuştum. Çok insan yoktu konuşan. İlginin sebebi de buydu bence. Yoksa benim gibi düşünen ve durumun kötülüğünü gören çok insan var. Ben sadece, bunu dile getirdim.
Pasaport konusuna gelirsek; sonuçta hiçbir hoca kendi ayağına sıkmak istemez, kim daha iyiyse onu oynatır. Tabii Türkiye özelinde konuşuyorsak, aynı seviyede bir Türk ve bir yabancı oyuncu varsa ben şahsen Türk oyuncunun forma şansı bulmasını isterim. Yurtdışında benzer durumlara şahit oldum çünkü; gittiğim her ülkede benimle aynı seviyede yerli bir futbolcu olduğunda o oynadı.
Bunun dışında, kaliteli yabancılar gelecekse gelsin tabii, böylece Türk oyuncuların seviyesi de artacaktır. Genç oyuncular bu sayede kendilerini daha rahat gösterme şansı bulacaktır. Benim derdim, sırf serbest diye ülkeyi kalitesi tartışılır bir ton yabancı oyuncuyla doldurmakta. Sıkıntı kuralda değil yani, kalitede.
Zamanında çarpıcı bir İngiltere örneği vermiştiniz; alt yaş gruplarında penaltılarla da olsa yendiğiniz takım, iki sene sonra size dört atmış ki orada Dominic Solanke gibi isimler var mesela... İki takıma bakıp oyuncuların bugün geldikleri noktaları kıyasladığınızda neler söylemek istersiniz?
Sadece Solanke de değil; Patrick Roberts var, Joe Gomez var, Adam Armstrong var, Lewis Cook var... Bunların hepsi bugün takımlarında şans bulan oyuncular. Bizim tarafta ise durum ortada yani. Bu da her şeyi yeterince açıklıyor zaten.
Hatırı sayılır bir süredir yurtdışında oynayan bir futbolcu olarak dışarıdan bakmanızı rica edeceğim; Türkiye’deki futbol ortamı dışarıdan nasıl görülüyor?
Açıkçası, bu konularda gerçekten yorum yapmak istemiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim; keyfim yerinde çünkü benim tek isteğim, futbol oynamak ve hayatımdan zevk almak. Bunu da bulunduğum yerde gayet güzel şekilde başarabiliyorum.
2014 yılında, yani henüz 17 yaşındayken Al Jazeera’ye konuşmuş ve “Yıllardır Avrupa’ya hazırım” demiştiniz Yine de sormak istiyorum; Avrupa’ya gidişinizdeki motivasyon kaynağınız buraların ve belki de geleceğin muhtemel karanlığı mıydı? Bir kaçış belki de...
Bu benim en büyük hayalimdi. Daima iyi bir potansiyelim olduğuna inandım, bunun için de elimden geleni yaptım. Futbol hayatım bittikten sonra geriye bakıp pişman olmak istemiyorum. Benim motivasyonum para falan değil; futboldan keyif almak, yapabildiğimin en iyisini yapmak ve arkama baktığımda mutlu olabilmek. 15-16 yaşlarında bile Avrupa’ya gitmeye hazırdım, aynı noktadaydım, bugün de öyle...
Birkaç ay önce Ekşi Sözlük yazarlarıyla bir araya gelmiş ve onların sorularını yanıtlamıştınız. Oradaki bir cevabınıza geleceğim ama öncesinde bu ‘online buluşma’ fikrinin kimden çıktığını sorabilir miyim? Pek de rastlamadığımız türden bir hareketti zira...
Ekşi Sözlük’ü sıklıkla takip ediyorum zaten; çünkü burada gazete okuma şansım yok, gazetelerin internet sitelerini takip etmeyi de sevmiyorum, bu yüzden canım sıkıldıkça sözlüğe girip ülke gündeminde ne olup bittiğine bakıyorum. İnsanların yorumlarını okuyorum, çok hoşuma giden şeyler de oluyor aralarında. Buluşmaya gelirsek; bir abim var (Ebubekir Kaplan), onun önerisiydi, benim de hoşuma gitti.
Bu buluşmada yazarlardan biri size “Manchester City ile Premier Lig’de bir maça bile çıkmadan başka takıma transfer olmak sizin için başarısızlık mı?” demişti. Siz de ona bunun planınız dâhilinde olduğunu söylemiştiniz. Planınızı biraz daha açmanızı isteyebilir miyim?
Benim asıl planım, Avrupa’ya adım atmaktı. Bunu yaparken kulübüme de para kazandırmak istiyordum ki Manchester City, o dönem için iyi bir teklifte bulundu. Ben de kabul ettim ama zaten bu teklifi kabul ederken İngiltere’de kalamayacağımı biliyordum. Çalışma izni sıkıntılarını geçtim, kalsam da bana bir faydası olmayacaktı ilk etapta. Konuşmuştuk, Hollanda ya da Belçika’ya kiralanacaktım. Bunların hepsi, transferden önce görüşüp birlikte anlaşmaya vardığımız adımlardı. Muhtemel takımlarla bile konuşulmuştu hatta. İlk bir-iki senem, bir üst seviyeye hazırlık olarak geçecekti yani.
Tabii bu sürecin sonunda Hollanda Ligi’nden Manchester City kadrosuna direkt geçiş yapacağımı da düşünmüyordum. Arada büyük bir uçurum var sonuçta. İki ihtimal vardı önümde; ya City kadrosunda üçüncü-dördüncü forvet spotunu zorlayacaktım ya da yine kiralık gidecektim. Öyle konuşulmuş, Almanya’dan bazı takımlarla da görüşülmüştü hatta. Ancak ben de kiralık sürecinden yorulmuştum, sürekli ülke ve takım değiştirmek zor gelmeye başlamıştı.
Bir de şu var; Hollanda ve Belçika gibi liglere kiralık gittiğinizde adaptasyon süreciniz daha kısa olabiliyor çünkü oralarda kendi pozisyonunuzdaki rakipleriniz diğer liglere kıyasla daha zayıf. Ama Almanya ve İspanya gibi liglerde bir sene içinde kendinizi tamamen kabul ettirmeniz, oynamanız, takıma adapte olmanız çok daha zor. Ben de bu yüzden, böyle bir lige gitmek ama daha uzun süreli bir kontratla kendime yatırım yapmak istedim.
Geçen ay Oğuzhan Özyakup’la konuştuğumuzda da benzer bir örnek vermiş ve Arsenal’da forma giydiği dönemde önüne iki yol çıktığını söylemişti; kiralık olarak farklı takımlara gidip Arsenal’a dönmeyi beklemek ya da düzenli oynayabileceği ve istikrar sağlayabileceği bir takıma transfer olmak... Kendisi ikinci yolu seçmiş ama diğer yoldan giden Francis Coquelin gibi örnekler de var. Sizin City kariyeriniz de sanki ilk yolla başladı ama sonradan diğer yola girdiniz. Bu süreçte aklınızda ne vardı? Bu kararı kimlerle aldınız? Açıkçası karar mekanizmanızın nasıl işlediğini merak ediyorum...
Elbette menajerim Batur Abi’yle (Altıparmak), Ömer Abi’yle (Koray Uzun) konuşuyoruz bunları ama en önemlisi benim kararım. İlk olarak, nerede daha iyi hissedeceğim önemli. Sonra ligin ve kulübün yapısı gibi etkenler var. Buna göre davranmaya çalışıyorum.
Hollanda’da geçirdiğim süreç benim için gerçekten çok önemliydi çünkü 16 yaşında A Takım’a çıksam da çok büyük süreler almamış, hiçbir zaman bir takımın lider oyuncusu konumunda olmamıştım ama geçen sene A Takım düzeyinde ilk defa bu fırsatı yakaladım.
Özlemiş misiniz bu hissi?
Çok özlemişim hem de... Geçtiğimiz sezon inanılmaz keyifliydi.
İlk tecrübelerinize bakıyorum; Belçika’dan bir (Genk), Hollanda’dan iki (NAC Breda ve Twente) takım var karşımda. Ancak Belçika kariyerinizin karşısında 12 maç/1 gol, Hollanda bölümünde ise 43 maç/27 gol yazıyor. Fark neredeydi?
Öncelikle liglerden çok kendi açımdan bir açıklama yapmak istiyorum. Belçika’ya gittiğimde karşımda hiç anlaşamayacağım tipte bir hoca buldum ki kendisi benim dışımda birçok oyuncuyla da problem yaşadı zaten. Genk’teki ömrü de pek uzun olmadı bu yüzden. Orası genç oyunculara şans verip onları yetiştirmeyi amaçlayan bir ekole sahip. Hoca da tam tersi bir adamdı, gençlere hiçbir katkısı yoktu. Bana da olmadı, güven aşılamadı. Kiralık oyuncuydum zaten, değersiz hissettim kendimi.
Ardından NAC Breda’nın sportif direktörü geldi, benimle görüştü. Ondan o güveni aldım. Sonra Twente aynı şekilde; güvenle birlikte liderlik şansı verdiler bana. Bahsettiğiniz farkın sebebi de buydu, yoksa inanıyorum ki bu fark oluşmazdı.
İşin teknik yönüne gelirsek de Hollanda malum; oynamayı daha çok isteyen, hücum futbolunu seven bir lige sahip. Belçika ise biraz daha atletizme dayalı, defansif, Fransa ekolüne yakın diyebilirim. Liglerini de pek hoş bulmuyorum zaten, orada geçirdiğim süreden pek keyif aldığımı söyleyemem.
Hollanda Ligi, tarihi boyunca büyük forvetler çıkardı. 90’lardan bugüne Romario, Dennis Bergkamp, Ronaldo, Ruud van Nistelrooy, Klaas Jan Huntelaar, Luis Suarez gibi örnekler verebilirim mesela. Bu noktada iki sorum var; Hollanda Ligi’ni forvetler için cazip kılan nedir ve burada geçirdiğiniz sürecin özgüveninize nasıl bir katkısı oldu?
Hollanda diğer liglere inanılmaz sayıda oyuncu ihraç ediyor. Bir futbolcu orada başarılı olunca diğer ülke takımları ona güven duyuyor. Ha, hepsi gittiği yerde başarılı oluyor mu? Olmuyor. Ama en başta kendilerine altyapısı sağlam, taktik bilgisi oturmuş, oyunu bilen bir futbolcu gözüyle bakılıyor. Çünkü orada size oyunu öğretiyorlar.
Tabii, özgüven olarak da forvetlere inanılmaz katkısı var. Sebebi de forvet odaklı bir oyun oynanması. Bütün pozisyonlar size hazırlanıyor.
Siz Türkiye’de aynı oyuncu olsaydınız bile, değeriniz oradakinden düşük olurdu diyebilir miyiz yani?
Mutlaka öyle... Sonuçta neye bakılıyor; bundan önce oradan kim çıkmış, ne kadar başarılı olmuş, hangi seviyeye gelmiş? Referanslar önemli yani...
Hatta ülke değil, direkt takım üzerinden bir örnek vereyim; Ajax’la Twente’yi karşılaştırdığınızda bile benzer bir yaklaşım farkı var. Bir oyuncu Ajax’ta 20-25 maç forma giyip fena sayılmayacak bir performans sergiliyor, sonra bir yıl kenarda oturuyor ama ertesi sezon bir bakıyorsunuz, 9-10 milyon Euro’ya transfer yapıyor.
Ya da misal, geçen yılki rakibim Kasper Dolberg... Avrupa Ligi’nde iyi performans sergiledi ama ligde benden az gol attı (18/16), diğer istatistiklerde de yakındık birbirimize ama sırf o bir yıllık performansla bile değerlerimiz arasında uçurum var şu an; ona 40-50 milyon Euro etiket biçilirken benim değerim 10-20 milyon arasında gösteriliyor. Neden? Çünkü Ajax etiketi...

Yine Ekşi Sözlük sohbetinizde ilginç bir yanıtınız var; “Yurtiçinde yıllık 1 milyon Euro ücret mi, yurtdışında 500 bin Euro mu?” diye soruyorlar, sizin yanıtınız da “Tercihlerim sorunun cevabını veriyor diye düşünüyorum” oluyor. Ben de diyorum ki tercihleriniz sadece futboldan ibaret değil. Katılır mısınız? Başka bir hayatı da yaşamak istediniz sanki?
Evet, öyle de diyebiliriz. Kesinlikle farklı tecrübeler yaşamak istedim, dil öğrenmek, başka insanlarla tanışmak istedim. Utangaç bir insandım, kendimi açmak ve zorlamak istedim. Bunu da başardığımı düşünüyorum.
Nihat Kahveci ile konuştuğumuzda bize İspanya’ya giderken “Si” demeyi bile bilmediğini ancak oraya bir an önce uyum sağlamak için her şeyi yaptığını söylemişti. Hatta eşine “Ne olursa olsun dönmeyeceğiz, oraya adapte olacağız” demiş. Ben de bugün size bakıyorum ve yurtdışına ayak bastığı günden beri ‘oralı’ gibi davranan bir insan görüyorum. Bu bilinçli bir çaba mı, yoksa içinizden mi geliyor?
İçimden geliyor, istiyorum sonuçta ama bu aynı zamanda bilinçli bir çaba. En basitinden, onlarla aynı müzikleri dinlemeye ve etkinliklere katılmaya çalışıyorum. Böyle şeyler, ortama ayak uydurmanızı inanılmaz ölçüde kolaylaştırıyor.
Bunu şöyle de düşünebiliriz; ülkemize gelmiş bir yabancı Türkçe bir cümle kursun, o insana karşı acayip bir sıcaklık gösteriyoruz. Onlar için de aynı şey geçerli. İnanılmaz fark ediyor...
Bu noktada sevgiliniz Lisa Smellers’in varlığı ne kadar etkili? İkinizin de futbolcu olması ilişkinizi kolaylaştırıyor mu? Dışarıdan bakan biri olarak, ben karşımda mutlu, birlikte zaman geçirmekten keyif alan bir çift görüyorum....
Tabii ki çok etkili... Lisa, her şeyi kolaylaştırıyor, bana desteği çok büyük. Gittiğimiz her yerde kendi sosyal ortamını oluşturuyor, takımdan arkadaşlarımın eşleri ya da sevgilileriyle samimiyet kuruyor. Fransızca, İngilizce, Flemenkçe konuşabiliyor ama şimdi İspanya’dayız mesela, İspanyolca öğrenmeye çalışıyor. Ve tüm bu çabaları, ifade edemeyeceğim kadar büyük bir katkı sağlıyor bana.
Yine Nihat Kahveci’nin bir sözü var; “Ben Türk’üm deyip Türk gibi yaşarsan dünyanın hiçbir yerinde mutlu olamazsın” diyor. Ancak biz yıllarca, Türkiye özlemiyle yanıp tutuştuğunu saklamayan, bedeni orada aklı burada isimlerle meşgul olduk. Bize bu iki davranış biçimi arasındaki farkları anlatabilir misiniz?
Hepsinden önemlisi, ‘iş zamanı iş’ kavramını ve bir profesyonel olarak yaşamayı öğrendim. Zaten işimi çok seviyor ve gereğini yapmaya çalışıyordum ama Türkiye’de bir sıkıntı vardı; iş, işte kalmıyordu maalesef. İş dışındaki hayatım da işti yani. Sürekli bir stres hâli, sadece futbola odaklanmış bir hayatım vardı. Şimdi ise sosyal hayatımı daha düzgün yaşayabiliyor, kafamı istediğim gibi rahatlatabiliyorum. Daha sakinim. Bunun bana katkısı da yadsınamaz düzeyde tabii.
Bizde, yurtdışındaki futbolcuların deliler gibi çalıştığı, fitness’tan çıkmadığı, futbolla yatıp futbolla kalktığı gibi bir algı var ama bunun yanlış olduğunu söyleyebilirim. Sadece, düzenliler ve nerede ne yapacaklarını biliyorlar. Her şey programlı. Eğlenecekleri zaman eğleniyor, çalışacakları zaman çalışıyor, dinlenecekleri zaman dinleniyorlar. En büyük fark da bu...
Manchester'da Josep Guardiola’yla birlikte çalışma imkânı buldunuz. Kendisini nasıl tarif edersiniz?
Guardiola ilk gün geldi ve direkt toplantıya girdi, anlatmaya başladı. Anlatırken de bir İngilizce, bir İspanyolca, bir Almanca, ortaya karışık, arada kafası gitti falan... Futbol için epey deli bir adam, orada zaten büyük saygı duymaya başladım kendisine. Sonra toplantı bitti, sahaya çıktık, 11-11 dizdi bizi, ilk günden taktik çalıştırmaya başladı.
Bunun dışında, antrenmanları inanılmaz tempoluydu. Düz koşu da değil, sürekli topla birlikte, sürekli tempo... Bu, futbolcu için inanılmaz bir şey çünkü sahada o gevşemeyi yakalama şansınız yok, uyum sağlayamazsanız bir saatte biter piliniz. Antrenman sonralarında inanılmaz yorgun hissediyordum bu yüzden, gerçekten. Ve söylediği tek şey şuydu: “Bu tempoya ayak uyduramayacaksanız hepiniz ayrılabilirsiniz çünkü bütün sezonu böyle oynayacağız, tempo asla düşmeyecek.”
Bugün bir şansım olsaydı, üçüncü ya da dördüncü forvet olarak sürekli Guardiola ile antrenman yapma imkânı bulabilseydim, tercihim de bu yönde olurdu. Dünya üzerinde bana bunu kabul ettirebilecek tek hoca da kendisi zaten. Beni hiç oynatmayacağını bilsem bile...
Babanız Mesut Ünal, Türkiye liglerinde yıllarca forma giymiş bir futbolcuydu. Siz de onun Sakaryaspor’da görev yaptığı dönemde futbola başladınız. Bize Bursa’dan öncesini anlatabilir misiniz?
Babam Sakaryaspor’un kaptanıydı, ben de altı-yedi yaşlarındaydım. Sürekli kulübe, tesislere gidiyordum. Çoğu şey aklımda kalmadı ama Tuncay (Şanlı) Abi ile top oynadığımı çok iyi hatırlıyorum. Babam futbolcu olmasaydı, bambaşka bir insan olabilirdim. Bu da benim en büyük şansımdı; sürekli futbolla iç içeydim, statlardaydım, tesislerdeydim. Hâl böyleyken ister istemez futbola yönelmiş oldum. Tabii içimde de varmış demek. Sonuçta birçok futbolcu çocuğu var, bu yoldan epey uzak olan.
Four-Four-Two için kaleme aldığınız yazıda Manchester City günlerinden bahsederken “Kaptan Kompany karşısında bir topa çok sert bir tekme sallayarak girebiliyorsun ve o sadece işini yapıyor, sana dönüp bakmıyor bile. Antrenmanın geri kalan kısmında arkanda birisi dolaşıyor mu diye sürekli tetikte olmana gerek yok!” demiştiniz. Son cümle önemli bir kıyas aslında, nereye referans verdiğinizi biraz daha açar mısınız?
Avrupa’da böyle; karşılıklı tekme atıyorsunuz birbirinize, hesaplaşıyorsunuz ama bu bir sorun yaratmıyor. Saha içinde olan saha içinde kalıyor. Türkiye’de ise kalmadığı olabiliyor...
Mesela City'deki sezon başı kampında, Kolarov bir pozisyonda bana çok sert girmişti ama hiç tepki vermedim hareketine. Sonrasında tedavi için fizyoterapiste gittim. Orada uzanırken Guardiola geldi yanıma ve bir anısını anlatmaya başladı: “Messi senin yaşlarındaydı, yeni yeni sahneye çıkmaya başlamıştı. Busquets antrenmanda buna bir tekme attı ve Messi hiç tepki vermedi. Hiçbir sıkıntı yaşanmadı. Ama üç gün sonraki antrenmanda bu kez Messi, Busquets’e bir tekme attı ve Busquets üç hafta antrenmana çıkamadı. Mesajı aldın mı?”
Orada bana bunu söyledi, göz kırptı ve gitti...
Siz Kolarov’a tekme attınız mı sonra?
Yok, Kolarov’a tekme atılmaz. Kolarov yer seni...

Kariyer yönetiminiz sürecinde, City’de kiminle fikir alışverişinde bulundunuz peki? Guardiola da işin içinde miydi?
Açıkçası Guardiola, o işlere girecek durumda değil pek. Bunları daha çok sportif direktör Txiki (Begiristain) ile konuşuyoruz. Planlamalar ve kariyer yönetimleri genelde onun elinden geçiyor. O da beni sürekli İspanya’ya göndermek istiyordu zaten...
Bir İspanyol olarak bunu istemesi pek de şaşırtıcı değil gibi...
Evet, mümkün. (Gülüyor) Sonunda da Villarreal’e geldim işte...
Bu transfer sürecinde garip bir olay yaşanmıştı; Twitter’da bir kullanıcı, menajeriniz Batur Altıparmak’ın “Enes, City ile konuştuktan sonra kararını verecek” tweet’ine -menajeriniz olduğunu bilmeden- “Büyük ihtimal Villarreal’de, bonservisiyle gidecek” diye cevap verdi. O an için bu cüretiyle çok dalga geçildi ama sonunda haklı da çıktı. Menajerinizle aranızda bunun sohbetini yaptınız mı hiç?
Özel bir sohbet geçmedi aramızda ama birlikte okuyup güldük diye hatırlıyorum... Zaten o sırada transferim netleşmiş gibiydi. Görüşmeler falan olmuştu yani, bitti gibi bir şeydi artık.
Peki, daha önce orada forma giymiş bir Türk’ün, Nihat Kahveci’nin varlığı, sizin için bir avantaj oldu mu? Kendisiyle konuştunuz mu gitmeden önce?
Yok, konuşma şansım olmadı. Ama onu çok seviyorlar burada. Sonuçta çok güzel işler yapmış. Bana da onu sordular hatta; “Hedefin nedir? Nihat’ı geçecek misin?” gibi...
Villarreal’de Bursaspor’dan takım arkadaşınız Cedric Bakambu ile birliktesiniz. Bu bir yandan avantaj gibi görünüyor ama ikinizin de aynı pozisyonda forma giydiğinizi düşününce tersi de olabilir. Üstelik bir de Carlos Bacca’nın varlığı söz konusu. Siz şu ana kadar takımda üstlendiğiniz rolden memnun musunuz?
Yani... Adaptasyon süreci derler ya, şu an bunu gerçekten sağlam bir şekilde hissediyorum çünkü takımda İngilizce konuşabilen birkaç kişi var. Yeni gelen hocamızın da (Javi Calleja) İngilizcesi yok. Bu da belli sıkıntılar doğuruyor tabi...
Bunun dışında, 4-4-2 oynuyoruz ve Bakambu’nun rolü, yeri garanti gibi. Hücumun lideri konumunda şu an, yanındaki oyuncu da onun destekçisi gibi görev alıyor. Ben de böyle bir formasyonda kendi oyunumdan uzaklaşıyorum biraz. Pozisyonumu bulmakta zorluk yaşıyorum.
Ancak aşılmayacak sorunlar değil bunlar. İspanyolca dersine başladım zaten, bir noktada onu çözmüş olacağım. Aynı şekilde, oyun sistemine adaptasyonumu da kısa sürede sağlayacağıma inanıyorum. Takım arkadaşlarım ve hocam, benim nasıl oynadığımı anlayacaklar. Çok büyük sorunlarım yok yani, normal bir süreç benim için, daha önce benzerlerini yaşamıştım.
“Christoph Daum’un Bursaspor’a gelişi benim için birçok şeyi değiştirdi, ‘Almanya’da bunları yapmayan forvet yok’ diyerek bana özel çabukluk ve fizik antrenmanları yaptırdı” demiştiniz. Bugün bakıyorum; kafa vuruşlarınız etkili, frikikten ve uzaktan golleriniz var, iki ayağınızı da kullanabiliyorsunuz, pas bağlantılarında durak olabiliyorsunuz, ceza sahası koşularınız etkili... Komple bir forvet olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Hedefimin bu olduğunu söyleyebiliriz; top class bir forvete evrilmek ve dünyanın en iyi takımlarında kendime yer edinmek istiyorum. Bunun için de iki yol var; ya komple bir oyuncu olacaksınız ya da bir özelliğiniz sıra dışı düzeyde olacak ki benim öyle bir özelliğim yok. Ne inanılmaz hızlıyım, ne doğuştan gelen inanılmaz bir güce sahibim, ne de inanılmaz uzunum...
Gol vuruşum her zaman iyiydi, içgüdülerim de aynı şekilde, bunu zaten gösterdiğimi düşünüyorum ama hâlâ güçlenmeye ve yere daha sağlam basmaya ihtiyacım var. Bunun dışında, özellikle İspanya Ligi’ndeki oyunun temposuna alışmam lazım. Her özelliğimi yavaş yavaş da olsa geliştirmem gerekiyor, zira şu anki konumumda kalırsam istediğim yere gelebileceğime inanmıyorum.

Hollanda’da üç gol attığınız bir maçtan sonra “Ertesi sabah, maçta ne hissettiğimi unutuyorum” demişsiniz. Sormak istiyorum; 16 yaşında, Süper Lig’deki ilk maçınızda Galatasaray’a gol attınız ve Süper Lig’de gol atan en genç oyuncu oldunuz. O golü ve o ânı da hatırlamıyor musunuz gerçekten?
Çok hayal meyal; gerçekten öyle. Oyuna nasıl girdiğimi, maçta nerelerde topla buluştuğumu hiç hatırlamıyorum mesela. Sadece o gol dokunuşu var aklımda, bir de maçın ardından izlediğim özetlerden tribünlerdeki insanların duygusallığı, o kadar. Maçın sıcaklığıyla gece uyuyamadığımı hatırlıyorum bir de...
Örnek aldığınız bir futbolcu var mı?
Stiliyle, tarzıyla, o umursamazlığıyla Zlatan Ibrahimovic’i çok beğeniyorum ama kendime her şeyiyle birebir örnek aldığım bir oyuncu yok. O sıkıntı... Dünya üzerindeki tüm büyük forvetleri keyifle izliyorum, hepsinden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Ama bu top class forvetlere bakınca hiçbirinin birbirine benzemediğini görüyorsunuz zaten. Ben de öyle olmak istiyorum, kendine has...
İspanya’daki oyun temposundan bahsetmiştiniz az önce, gerçekten bu kadar bariz bir fark var mı?
Var... Hollanda Ligi’nde de temponun arttığı dakikalar oluyor ama bunun yanında çok uzun süreli boşluklar da var. Mesela biraz iyi bir takımsanız topa uzun süre sahip oluyorsunuz, bu sayede forvetler de dinlenme şansı buluyor. Ama İspanya’da böyle bir lüksünüz yok; topa sahip olma yüzdeleri maçlarda genelde yakın dağılıyor. Dağılmadı diyelim, 70’e 30’luk bir fark yaptınız mesela, onu da yüksek tempoda gerçekleştiriyorsunuz zaten. Oyunu rakibin sahasına yıkabildiğiniz süre çok uzun olmuyor.
Sahaya çıktığınızda rakibi çözmeniz, kendinize kısa yollar bulmanız ne kadar zaman alıyor? Beşinci dakikada bir yol çizebiliyor musunuz mesela kendinize?
Maçtan önce zaten takımca bir rakip analizi seansınız oluyor. Barcelona ya da Real Madrid değilseniz antrenmanları da karşılaşacağınız takımın eksiklerine göre yapıyorsunuz genelde ki onların da rakipten bağımsız çalıştıklarını sanmıyorum o kadar. Futbol artık böyle oynanıyor; çıkıp ben kafama göre takılayım diyemezsin, rakibin zayıflıklarını bilip onların üstüne gitmen gerekiyor. Taktik oyuna çok büyük saygım var benim. Bir futbolcunun saha içindeki görevini bilmesi ve buna sadık kalması çok önemli.
Takımca yaptığımız çalışmaların dışında, menajerim Batur Abi’nin ekibindeki scout’lar da videolar gönderiyor bana; rakip stoperlerin zaaflarını ve hataya yatkın oldukları bölgeleri derliyorlar. Ben de oyunumu buna göre dizayn ediyorum. Yeni dönemde bunlar daha da arttı tabii, Wyscout gibi platformlardan rakip analizlerini izleyebiliyorsunuz. ‘Modern futbol’ diyelim, artık böyle...

Son dönemde A Milli Takım kadrosundaki yerinizi sağlamlaştırdınız ama siz yerinizi sağlamlaştırırken milli takımın neredeyse bütün parçaları yerinden oynadı. Euro 2016 ile başlayan bir süreç var, giderek kötüye giden... Bu durum sizi de etkiliyor mu? İçerideki havayı anlatabilir misiniz bize?
Etkilemez olur mu, kesinlikle etkiliyor. Futbolda ‘hava’ çok önemli. Başarılı olduğumuz dönemlere bakın; iyi bir hava yakalamış ve onu sürdürmüşüz hep. Fransa ve İspanya gibi büyük takımları geçiyorum, onlar sürekli kazanıyor zaten, bir şekilde o havayı daimi kılıyor. Ama genel olarak, futbolda iyi bir hava yakalamanın, kazanma alışkanlığı edinmenin ve sahaya o özgüvenle çıkmanın katkısı çok büyük.
Bizim ülke de duygusal, malum. Bütün gün futbol konuşulduğu için, o hava bir kez dağıldığında, sonuçlar kötü gitmeye başladığında ve işler başka noktalara kaydığında toparlanmak, o havayı yeniden yakalamak çok zor. Bu yüzden, etkilenmediğimizi söylemek yersiz olur, etkilendik tabii...
Şampiyon Bursa
2010 yılındaki şampiyonluk, inanılmaz bir mutluluktu. Stattaydım, maçtan sonra herkes sahaya atladı, ben de aynı şekilde... Maçlarda top toplayıcılık yapıyordum bazen, Atatürk Stadı’nın o havası, o atmosfer... Yeni stada da gittim ama Atatürk Stadı’nda çok anım var, onları asla değişmem...
Milli takım, son birkaç ayda hayli çalkantılı bir dönem yaşadı. Merak ediyorum; fillerin tepiştiği bu süreci, 20 yaşında bir futbolcu olarak siz ve diğer genç arkadaşlarınız nasıl geçirdiniz?
Aslında bizim yapabileceğimiz ya da düşünmemiz gereken pek de bir şey yok... Çünkü kulüp takımlarımızda ve milli forma altındaki görevimiz, futbol oynamak. Biz de nereye gidersek gidelim futbol oynuyoruz. Bunun dışında, takımın gençleri olarak kamplarda beraberiz zaten. Genelde birlikte vakit geçiriyoruz. Böyle olunca da futbola odaklanıyoruz sadece.
Şu sıralar ne okuyorsunuz?
Muhammed Ali’nin hayatını okuyorum, gayet güzel. Ondan önce de Ibrahimovic’in otobiyografisini okudum.
Dizileri de sorayım madem...
En başta Friends diyeyim, o benim ‘all-time’ favorim zaten. Ne zaman sıkılsam açıp rastgele bir bölümünü izlerim. Onun dışında, Netflix’teki dizilerin çoğunu bitirdim diyebilirim, The Blacklist mesela...
Basketbolu sevdiğinizi biliyorum, NBA’de tuttuğunuz bir takım var mı?
Boston Celtics’i çok seviyorum. Lakers’ı 4-2’yle geçtikleri o final serisi var ya; Paul Pierce, Ray Allen, Kevin Garnett üçlüsünün olduğu... O dönemde başladım NBA izlemeye ve o zamandan beri Celtics taraftarıyım, hem renkleri de yeşil-beyaz...
Peki bir Celtics taraftarı olarak Kyrie Irving-Isaiah Thomas takasını nasıl değerlendiriyordunuz?
Valla hoşuma gitti, ne yalan söyleyeyim.
Bir nevi uzak kalmaya çalışıyorsunuz yani, kendinizi soyutluyorsunuz?
Ya, öyle demek de doğru olmaz şimdi...
Milli takımla hedeflerinizi sorayım o zaman... Kağıt üzerinde çok yetenekli gençlere sahibiz; siz, Emre Mor, Yusuf Yazıcı, Çağlar Söyüncü, Cengiz Ünder... Bu çekirdek ne zaman başrol üstlenecek?
Yusuf, Emre ve Cengiz’le aynı yaş grubundayım ben. Bunun dışında; Çağlar bizden bir yaş büyük, Okay üç yaş, Hakan var... Hepimiz yakın bir yaş aralığındayız yani. Bizim için en iyisi ne olur? Bir an önce çıkıp birlikte oynayabilmek tabii, birbirimize alışmak, o havaya girmek...
Açıkçası, böyle bir jenerasyon yakalayıp iyi sonuçlar elde edebilirsek çok sevinirim. Dünya Kupası’na, Avrupa Şampiyonası’na sürekli katılım gösteren bir takımın parçası olmak, en büyük hedefim...
Önünüzde yaklaşık 15 yıllık bir kariyer gözüküyor ki...
Belki daha bile fazla...
Tamam, öyle diyelim... Bu aynı zamanda onlarca yol ayrımı demek. Kafanızdaki ideal rota nedir?
Bunu kestirmek çok zor ama bahsettiğim o top class oyuncuya evrilme süreci için önümde yeterli bir süre var. Zaten olmaya çalıştığım ‘komple forvet’ tarzı oyuncular geç olgunlaşıyor, Robert Lewandowski mesela...
Benim de önümde yaklaşık beş-yedi sene civarı bir süre var. Elbette o seviyeye daha çabuk çıkmak isterim ama başaramazsam da bunu istemekten ve bunun için çalışmaktan asla vazgeçmeyeceğim.
Beş sene sonra röportaj yapmak için kapınızı çaldığımızda, nerede bir evin kapısını açmak istersiniz peki?
Bunun da cevabı bende kalsın...
Sanırım 2012 yılına ait bir tweet’ti; sınıf arkadaşınıza “Geliyorum, sakın yok yazdırma” demiştiniz. Sonra o tweet neredeyse bir klasik oldu. Bugün ne söylersiniz?
Yazarken işlerin bu noktaya geleceğini düşünmemiştim, asla. O mesajı neden Twitter’dan yazdığımı da bilmiyorum. Herhâlde o zamanlar Twitter’ı böyle şeyler için kullanıyordum.
Bu yaz askerlik sorunu (yoklama kaçağı) nedeniyle havaalanında gözaltına alındığınızda da “Yıllar geçiyor ama yok yazılmaktan kurtulamıyorum” diye esprili bir tweet attınız. Sorun var mı hâlâ?
Ya, öyle dendi ama ‘gözaltı’ değildi o tam olarak. Askerliği tecil ettirmem gerekiyordu, onu da havaalanında halletmiş oldum. Şimdi sorun yok ama yurtdışına çıkarken sistemde sıkıntı olabiliyor hâlâ. Neyse ki artık tanıyorlar beni, “Yine mi sen?” diyorlar.