Punk

17 dk

Sasha Danilovic 1970 yılında sıradanlığa tepki olarak dünyaya geldi. Ailesi Kızılyıldız taraftarı diye inat edip Partizan’ı tuttu, ilk NBA maçında kavgaya karıştı, 30 yaşında basketbolu bıraktı. Seveni de çok oldu nefret edeni de… Doksanların aykırı yıldızıyla buluştuk.

Zlatibor’daki 1985 yazına dair hep anlatılan bir hikâye var; daha 20’li yaşlarından koçluğa merak salmış Zeljko Obradovic, katıldığı antrenörlük kurslarından birinde 16 yaş altı Yugoslavya seçmelerini takip ediyor ve rivayete göre, Obradovic’in o gün beğendiği ve yanında getirdiği Partizan formasını armağan ettiği tek çocuk...

Benim... Yani aslında hikâye de saçma; çünkü ben aslında o zamanlar basketbola tam odaklanmamıştım. Saraybosna’da yaşıyorduk, babam da şehirdeki olimpik köy Zetra’da çalışıyordu. 1984’teki kış olimpiyat oyunları Saraybosna’da olduğundan, mahallemizde sürat pateni ve buz hokeyi gibi branşlara ilgi vardı. Ben de patenciydim. Sokakta basketbol oynuyorduk ama bir o kadar da futbol maçı yapıyorduk. Profesyonelliğe en yakın olduğum branş ise sürat pateniydi. Sabah pistte antrenman yaptıktan sonra akşam sokağa çıkardım, ya çift kale futbol oynardık ya da çift pota basketbol.

Basketbol oynadığımız akşamlardan birinde, şehrin en büyük takımı ve Mirza Delibasic’in kulübü KK Bosna’nın antrenörlerinden davet aldım. Altyapıda basketbola başladıktan sonra, sürat pateni ve futbol geri planda kaldı. Yaklaşık bir yıl basketbola ağırlık verdikten sonra, 1985’te Saraybosna’yı temsilen Yugoslavya seçmelerine gidenler arasındaydım. O kamplar da geleneksel olarak, Belgrad’la Sarabosna’ya neredeyse eşit uzaklıkta sayılabilecek Zlatibor’da (Hersek ile Raska sınırında. Günümüzde Sırbistan sınırı içinde, Belgrad batısındaki sıradağlar. Saraybosna’ya arabayla yaklaşık iki saatlik mesafede) yapılırdı. Kampa katıldım, seçmelerin ikinci ya da üçüncü günüydü...

“Hey, sıska. Sasha!” diye bir ses geldi arkadan. Döndüm baktım. Zeljko Obradovic, elinde siyah bir Partizan formasıyla bekliyordu. Benim de o dönem en sevdiğim oyuncu Boban Petrovic, desteklediğim takım da hâliyle Partizan’dı. Zeljko bunu bilmiyordu çünkü beni ilk kez o gün görmüştü. “Dule’ye (Vujosevic) senden bahsedeceğim” dedi ve benim hikâyem o gün başladı.

“Partizan forması giymek için gerekirse Saraybosna’dan Belgrad’a yürürüm” dediğinizi okudum. 15 yaşına kadar kendinizi tamamen basketbola ya da futbola adamadığınızı da düşünürsek, Partizan taraftarlığınız hangi zamandan?

Benim ailemin kökenleri Hersek Sırplarına dayanıyor. Büyük bölümü de Kızılyıldız taraftarı. Malum, Hersek ve yakınları Kızılyıldız ağırlıklıdır. Karadağ taraflarından ise genellikle Partizan taraftarı çıkar. Trebniye yakınındaki amcamlar ve Hersekli ailenin geri kalanına inat olsun diye ben de küçük yaştan itibaren Partizan’ı tutmaya başladım. Renklerini, siyah-beyaz’ı da çok sevmiştim.

Peki, Zeljko Obradovic dönemin Partizan yardımcı koçu Dusko Vujosevic’e sizden bahsettiğinde, altyapıda izinsiz kulüp değiştirmekten iki yıl ceza alıp oynayamayacağınızın farkında mıydınız? Mirza Delibasic (KK Bosna’nın başkanı) ile Dragan Kicanovic’in (Partizan’ın ikinci başkanı) yakın arkadaş olmalarına rağmen neden bu uzun cezanın önüne geçilemedi? Hiç mi yolu yoktu?

Bosna federasyonundaki gerizekalılar yüzünden. Zeljko beni keşfedip transfer sürecimi başlattıktan sonra Dusko Vujosevic, ailemle tanışmak için Saraybosna’daki evime geldi, “Eğer Belgrad’a kaçarsan bir yıl basketbol oynayamayacaksın ama ben seninle her gün bireysel olarak çalışacağım, buna söz veriyorum” diye her şeyi açık açık anlattı. Bir yıllık cezaya ailem de ikna olmuştu, ben de... Ama iki yıl? Bosna’da federasyondaki iki-üç aptal, sırf beni ikna edemedikleri için diğer genç oyunculara bir mesaj vermek istediler. “Eğer Bosna’da kalmazsanız sonunuz böyle olur. Sizi iki yıl boyunca basketboldan uzak tutarız” diyerek, bu olayın emsal niteliğini öne çıkardılar. Ben 1986 yazında Belgrad’a giderken “Bir yıl oynayamasam da problem değil” diyordum. Dule de asistanlıktan başantrenörlüğe terfi etmişti. Bu da doğal olarak sorumluluklarının artacağı anlamına geliyordu ama buna rağmen bana yaklaşımında değişiklik olmadı. Ben 16 yaşındayken yeri geldi A Takım’la çalıştım, yeri geldi Dule’yle saatlerce topsuz idman yaptım. Günde yedi, sekiz saatim antrenmanla geçiyordu. 1000 şut isabeti bulmadan tesislere dönmezdim. O sene tamamen rutine bağlı kaldım, bir sene sonra A Takım’a çıkacağım düşüncesiyle her gün çalıştım ama yeterli olmadı. 1987 yazında bir yıl daha ceza verdiler.

1987 sonbaharında ABD’ye gidip liseyi Cookeville, Tennessee’de okuma düşüncesi de bu yüzden miydi?

Evet. Dule’nin fikriydi. “En azından dil öğrenirsin” diyerek oraya yolladı beni. Tennessee’de kolej okuyan bir tanıdığı vardı, bana göz kulak olunacağından da emindi o yüzden. Normalde Belgrad, Kalemeydan’da askeri lise geleneğine bağlı bir okuldaydım (Danilovic’in bahsettiği lise şimdilerde Belgrad Air Force Akademi adı altında eğitim veriyor. Sırbistan’ın en prestijli havacılık okullarından biri) ama sürekli devamsızlık yapıyordum. Dule’nin ilk zamanlarda bundan haberi yoktu ama okula gitmediğimi öğrendiğinde, kendisiyle ‘yakın’ temasımız oldu. Baba gibiydi. Eğitime çok önem verdiğinden, benim basketbol nedeniyle devam edemeyeceğim bir askeri liseye gitmem yerine turizm otelciliğe geçmemi sağladı. Tennessee’de yedi ay kalıp geri döndüğümde sınavları vermekte zorlanmadım, öğretmenlerim çok anlayışlıydı. İngilizce de öğrenmiştim. Hazırdım.

Dragan Kicanovic liderliğinde yeniden yapılanan Partizan’da sizin yokluğunuzda çevre kulüplerden transfer edilen Vlade Divac, Zarko Paspalj ve altyapı çıkışlı Sasha Djordjevic’in bulunduğu kadroda rolünüzün ne olacağını öngörüyordunuz? Mesela, lisede kalmak hiç mi opsiyon dâhilinde değildi?

ABD’de dil öğrenmiştim ama günlük antrenman tempom yedi-sekiz saatten bir buçuk saate inmişti. Okulda basketbolda, sutopunda ve atletizmde en iyi öğrenci bendim. Daha iyi bir sporcu olmam mümkün değildi, en iyi ihtimalle aynı seviyeyi koruyabilirdim. 15 yaşından beri de Partizan’da oynama hayali kurduğumu düşünürsek... Belgrad’a mutlaka geri dönmeliydim.

“Bu çocuk gelişim döneminde iki yıl doğru düzgün basketbol oynayamadı, görelim bakalım” diyen gözlerle takip edileceğimi biliyordum. Ama ben Dule’nin projesiydim, başıma ne gelebilirdi ki? Şut mekaniğimin çok iyi olduğunu düşünüp maç başına 30 sayı attığım dönemde bile, “Hayır, şutun biraz daha yukarıdan çıkmalı. Böylece kimse seni bloklayamaz” diyen ve bana daha farklı şekilde 1000 şut attıran, idman bittikten sonra kitap okuyup okumadığımı kontrol eden kişiydi o. 18 yaşında da olsam, iyi çalıştığım sürece Dusko Vujosevic’in takımında bana yer vardı.

Verdiği tüm kitapları okumuş muydunuz? Koç Vujosevic’in yıllar boyunca oyuncularının kitap okuyup okumadıklarını test etmek için bazı sayfalara Euro banknotları koyduğu ve mesela Nikola Pekovic’e verdiği kitaplardan toplamda 500 Euro geri aldığını duymuştum...

"Çok didiştik o zamanlar"

Aralık 1993... Efes Pilsen, olaylı Saporta finalini Aris'e kaybettiği sezonun ardından tarihinde ilk kez Euroleague'de. Aydın Örs'ün takımı lige hızlı başlamış, ilk dört maçının tamamını kazanarak zirveye kurulmuş. Sasha Danilovic'in liderliğindeki Buckler, 85-65'lik galibiyetle Efes'ten namağlup unvanını alan takım oluyor. Maçtan sonraki gündem ise bambaşka... Herkesin dilinde, takımlar soyunma odasına giderken Sasha Danilovic'in Ufuk Sarıca'ya attığı uçan tekme var. Türkiye'de gazeteler, "KÜSTAH DANILOVIC" manşetleriyle çıkıyor; Aydın Örs, "Aris'in cezasını indiren FIBA buna mı ceza verecek?" diyor.

Röportaj devam ederken konuyu açmak istiyorum; fakat Danilovic gardını çoktan almış: "Hangi yıldı ya? Tam hatırlamıyorum. Kesin yapmışımdır bir şeyler... Ufuk taş gibi oyuncuydu bu arada. Çok güçlüydü..."

Ufuk Sarıca ise olayı şu şekilde hatırlıyor: "Sasha, döneminin en iyi iki ya da üç oyuncusundan biriydi. Hırçındı, hep kazanmak isterdi. Şu anda pek kalmadı öylelerinden. Buckler-Efes maçlarında da tansiyon çok yüksek olurdu, özellikle Bologna'nın o küçük salonunda... Sürekli didişirdik. Danilovic'le, Myers'la... Şunu hatırlıyorum; o uçan tekme olayından sonra biz İtalya'da kamptayken otelde yanıma gelip özür dilemişti. Güzel bir jestti."

Bu hikâyeyi bilmiyorum ama özne Pekovic ise kesin doğrudur. Ben psikoloji üzerine onlarca kitap okumuştum. Açıkçası bir bok da anlamıyordum ama Dule verdiği için okumaya devam ettim. Çünkü onun aklındakinin bizi sadece iyi bir basketbolcu yapmak olmadığını; esasen bizi iyi yetiştirmek istediğini erkenden kavramıştım. Yoksa bir basketbol koçu, neden okula gidip gitmediğinizi denetler ki? Ne çıkarı var bundan? Takım hâlinde defalarca tiyatroya gittik.

Düşünün, 1985 yazında beni keşfeden adam, Zeljko Obradovic, artık beraber tiyatroya gittiğim kişiydi. Dule, Belgrad'da problemlerle dolu iki seneye rağmen bunun gerçek olmasını sağlamıştı.

Zeljko Obradovic’in o dönemiyle alakalı Sasha Djordjevic’le konuşurken, “1991’de ne olduğunu anlamamıştık. Zeljko benim oda arkadaşımdı, ertesi gün takımın koçu oldu... Uyum sağlamak güçtü” (Socrates, Mayıs 2016) demişti. 1991-92 elbette Partizan için de tarihi bir sezon oldu ama siz o değişimin ilk günlerini nasıl anlatırsınız?

Şöyle anlatayım... Takım içinde yaptığımız bazı şakalar vardı. Sasha, Zeljko ve ben çok yakındık. Bir gün antrenmana geldik ve Zeljko’nun boynunda düdük asılıydı. Djordjevic’le ben her zamanki gibi birkaç şaka yaptık... Obradovic gülümsemedi bile. Şip-şak! Bir günde değişmişti. Bunu yapması da çok doğruydu. Belki ilk başlarda tam anlayamamıştık ama öncekinden farklı bir insan olması gerekiyordu. Profesör Aleksandar Nikolic, bizim üzerimizde otorite kurması yolunda ona çok yardım etti.

O kadronun yaş ortalaması 22’den azdı. Jugoplastika’yla birlikte tarihte Euroleague kazanmış en genç kadrodur diye tahmin ediyorum. 20’li yaşların başında olmamıza rağmen, en azından üç sezondur birlikteydik ve profesyonel bir takımdan ziyade, sanki arkadaş arasında maç yapıyorduk. Tek farkı, arkadaş arasındaki maçların Euroleague seviyesinde olmasıydı. Düşünmeden oynuyorduk. Hatta Zeljko, o yılki oyunumuz için “İçgüdü basketbolu” benzeri bir şey söylemişti. Savaşın patlak vermesi, maçları Belgrad’da değil Fuenlabrada’da oynamamız, Zeljko’nun koç olması... Her gelişme bizi daha da yakınlaştırdı. Öyle ki 1992’de iç sahada (Fuenlabrada) sadece bir maç kaybettik. Kaderin cilvesi, o da Estudiantes’e karşı...

Aynı yıl Sasha Djordjevic’le aranızın bozulma nedeni neydi? Zeljko Obradovic, ikinizin aylarca konuşmadığını, 1992’deki final maçına küs çıktığınızı itiraf etmişti....

Sahada bunu hissettirdik mi? Hayır. Ondan bahsediyorum. Yoksa ben, kız arkadaşım, Sasha ve onun kız arkadaşı, birlikte yemeğe çıkardık. Kızlar kendi aralarında saatlerce konuşur; ben çatal bıçakla oynardım, Sasha tavana bakardı... Arkadaşlar hep kavga eder. Bana inan, 1992’de neden küstüğümüzü hatırlamıyorum bile. Muhtemelen ergence bir şey yüzündendir. İstanbul’da ben 25 sayı attım, MVP oldum; Djordjevic meşhur son saniye şutunu soktu... Hayatımıza devam ettik.

1992 yazında Golden State Warriors tarafından draft edilmişken ve neredeyse tüm Avrupa kıtası peşinizdeyken neden Bologna’ya gitmeyi seçtiniz?

NBA’e gidemezdim çünkü hiç hazır değildim. Bologna, son şampiyonluğunu seksenlerin başında kazanmış bir kulüptü ama Alfredo Cazzola’nun (Araba fuarları düzenleyerek servetini sıfırdan yaratan iş adamı. Doksanların başında Virtus’u satın alıyor) yönetime gelmesiyle birlikte yatırımı artırmışlardı. Bana da iki yıl için yaklaşık 2 milyon dolar önerdiler. Eh.... Fena bir teklif değildi. Sasha Djordjevic ile Dejan Bodiroga da seçimlerini Trieste, Milano ikilisinden yana kullanmışlardı. Toni Kukoc, Benetton forması giyiyordu. Doksanlarda Avrupa’da basketbolun merkezinin İtalya olacağı açıktı. Daha ilk sezonumda ligde neredeyse 30 sayı ortalama tutturdum. Ettore Messina, birçok yönden Dule’ye benziyordu o yüzden çok iyi anlaşmıştık. Beni zorlayan, Yugoslavya’daki problemler nedeniyle ailemin durumuydu. Herkes gibi benim de o dönemden kötü hatıralarım var.

"Bana yumruk atmaya çalışmıştı"

Ettore Messina, bir otel lobisinde. Yakın gözlüğünü takmış, kitabını okuyor. Durumun hassasiyetinin bilincindekiler itinayla atıyor adımlarını… Bir kişi, Sırbistan Basketbol Federasyonu Başkanı Sasha Danilovic, “HELLO COACH!” diye bağırdığında Messina eski oyuncusuna sarılmak için ayağa kalkıyor. Hasret gideriyorlar. Akşam yemeği saatinde Messina’yı tekrar görüyorum. Turnuvada boş gün oluşundan güç bularak, “Koç, dergide Danilovic röportajı olacak. Sizden de bir bölüm içermesini çok isterim” diyorum, koç başlıyor konuşmaya…

“Sasha sizi her zaman şaşırtmanın yolunu bulur. Kariyerimde birçok yıldızla çalıştım ama sanırım aralarında en karmaşığı ve aynı zamanda en heyecan vereni oydu. Kariyerimin ilk Euroleague şampiyonluğunu birlikte kazandık. Canımın sıkkın olduğu anlarda gelir, “Koç, neyin var, hadi biraz neşelen” diye çıkışırdı. Bazen beni dövmek isterdi, yumruk atmaya çalıştığı bile olmuştu. Her açıdan büyüleyici bir karakterdi. 30 yaşında emekliye ayrıldığında şok olmuştum. O akşam belki de idmanın en iyisiydi. Manu Ginobili geldi, şampiyonluklar kazandık ama Sasha’nın bendeki yeri asla dolmadı…”

Savaş döneminde Zagreb’de oynadığınız maç, en ağırlarından biri olsa gerek... (Danilovic, bağımsız Hırvatistan’da maça çıkmış Sırp kökenli ilk sporcu)

Elbette protesto edilmeyi bekliyordum ama böylesine nefret kusacaklarını da düşünmemiştim. Yedi binden fazla Cibona taraftarı sahaya çıktığım ilk andan itibaren bana küfretti, tükürdü... Grubun açılış maçıydı ve Cibona oyuncuları, Bologna’da rövanş oynayacağımızı bildiklerinden biraz daha temkinli davranıyorlardı. Maçı en nihayetinde 20’ye yakın bir farkla kaybettik. 1993’teki rövanşa kadar da yeniden Cibona’yla oynamayı bekledim. Ocak’taki ikinci maçı 40 sayı farkla kazanmıştık. 1992-1995 arasında sevdiklerim kadar düşman da kazanmışımdır.

Çetnik selamının dini inanç temeli aşikâr ama yine de Yugoslavya’nın 1995’teki Avrupa şampiyonluğu sonrası Hırvatların podyumdan inmesine sebep olan tutumu tarih boyunca hep eleştirildi...

Kimin ne düşündüğü s.kimde değil.

"Beni bıçaklayabileceğini düşünmemiştim"

"43 yaşındaki Predrag Danilovic, 18 Mayıs gecesi yakın arkadaşı (ve eğlence mekanının sahibi) Branko Filipovic tarafından bıçaklandı. Kneza Višeslava yakınlarındaki bir kafede; cumayı cumartesiye bağlayan gece 02.20'de başlayan kavgada ilk hamle Filipovic'ten geldi. Danilovic'in kafasına kül tablasıyla vuran Filipovic, tanıkların ifadelerine göre, arkadaşının başındaki kanamayı fark edince ambulans çağırmak istedi. Danilovic bunu reddetti. İkili arasındaki kavga, Danilovic karnından bıçaklanana kadar devam etti. Ağır şiddette kanaması olan efsanevi eski basketbolcu, arabasına binip hastaneye gitti. Yoğun bakıma alınan Danilovic, hayatî tehlikesini, geçirdiği ameliyattan sonra atlattı. Bir aya yakın süre polisten kaçan Branko Filipovic, Haziran ayında yakalanıp tutuklandı. Cinayete teşebbüs suçundan 4,5 yıl hapse mahkum edilse de cezası ertelendi..." -Mayıs 2013: TANJUG Ajansı & Beograd Policija.

Bu konuyla alakalı yakın arkadaşı, eski başbakan Ivica Dacic, "Sırplar arasında böyle şeyler olur. Tipik bir bar kavgası" dese de Danilovic, pişmanlığını dile getiriyor: "Arkadaşımın hasta olduğunu göremedim, beni bıçaklayabileceğini düşünmedim. Çok kötü bir dönemdi. Beni en mutlu eden gelişmelerden biri ise Carlton'un (Myers) hastanede ziyaretime gelmesiydi..."

Peki ya Litvanyalıların maçın başhakemi George Toliver’ın yönetimini protesto etmeleri?

Hiç s.kimde değil.

Arvydas Sabonis’in üzerinden vurduğunuz smacı gündeme getirsem ortamı biraz yumuşatabilir miyim?

Olabilir.

Smaçtan sonra bir de faul istediğiniz için hakeme bakıyorsunuz, değil mi? Sabonis kadrajda olduğu için ona bakış attığınızı düşünenler çoğunlukta...

Herkes hikâyenin öyle olmasını istedi ama ben deli miyim de 2.20 boyundaki, 130 kilo bir adama öyle bakış atayım? Elbette faul bekledim. Arvydas Sabonis’e o şekilde bakamazsınız. Bakmamanız gerekir.

Partizan'dan Bologna'ya gelişinize benzer şekilde, NBA'deki haklarınızı elinde bulunduran Miami Heat'teki yönetim değişimi de (Kulüp Mickey Arison'a satıldı ve Pat Riley göreve geldi) tesadüfen 1995 EuroBasket'e denk geliyor. Yunanistan'da turnuva oynanırken Pat Riley'den gelen kontrat teklifini biraz anlatır mısınız?

Bologna'yla biten kontratım senelik 1 milyon dolardı. Piyasam belliydi. NBA'de karın tokluğuna oynayacak değildim. Panathinaikos ve Olimpiakos'un tekliflerini ilettikleri dönemde koç Vujosevic'le konuşuyorduk ve ona hangi düşünceden nefret ettiğim konusunda açılmıştım. Dule'ye, "Sırf NBA'e gitmiş olmak için gitmeye niyetim yok. Sadaka gibi bir kontrat imzalamayacağım" dedim.

Turnuva devam ederken Miami'den gelen ilk teklif üç yıllık ve Avrupa'da kazandığımdan düşük miktardaydı. Bologna'da kalmaya yakındım. O sıralarda Yunanların ilgisi de ciddi gözüküyordu ama NBA'den iyi bir kontrat alamadığımı öğrendiklerinde, tekliflerini 500 bin mark düşürdüler. Gülümsedim ve bu küçük düşürücü hareketi hiç unutmadım. Ardından Pat Riley bir hamle yaptı. Heat, Harold Milner'ı Cleveland'a göndererek cap'i boşalttı. Teklifi dört yıl, 8 milyon dolar garanti kontrat olarak revize ettiler. Benim için çok iyi bir teklifti. (1995-1996'da Michael Jordan, senede 4 milyon dolardan daha az kazanıyordu)

Pat Riley açık sözlü ve sert biriydi. Lakers-Knicks dönemlerinden antrenman temposuna dair hikâyeler anlatılıyordu ama ben Avrupa'da Dusko Vujosevic, Zeljko Obradovic ve Ettore Messina'yla çalıştığım için idman konusunda Riley'le anlaşacağımıza dair şüphe yoktu. Bana belki kalbinin anahtarlarını vermedi ama hiçbir zaman önyargılı da davranmadı. Herkesle eşit şartlara sahiptim, iyi çalıştım ve sezona ilk beşte başladım.

2017: Tarihin En Kötü Avrupa Şampiyonası

1989, 1991, 1995 ve 1997’de toplam dört kez EuroBasket’i kazandım. Basketbol kariyerimden sonra Partizan’da ikinci başkanlık ve başkanlık yaptığım dönemde sayısız turnuvaya seyahat ettim. Türkiye’deki 2017 EuroBasket kadar kötüsünü hiç görmedim. Hakem yönetimi ve atmosferiyle tarihin en kötü Avrupa Şampiyonası. Klasman maçı yok, ne yapmışsın, nereye gitmişsin, hiçbir şey ifade etmiyor. FIBA Europe’un ne yapmaya çalıştığını hâlâ çözebilmiş değilim. Bir kurum, neden iyi hakemlerle çalışabilme imkânı varken sırf inadından bu berbat hakemleri getirir? Neden böyle aptalca bir iş yaparsın ki? Euroleague-FIBA barışı sağlanmazsa bu kıtada basketbol diye bir şey kalmayacak. “NBA’in çöplüğü” olarak yolumuza devam edeceğiz.

NBA'deki ilk maçınızda kavgaya karışıp oyundan atılışınızı neye bağlıyorsunuz? 90'larda 'Riley-ball' kuralları arasında, "Sert faul yapmayıp kolay turnikeye izin veren ceza alır" ya da "Rakip takımdan düşen oyuncuyu yerden kaldıran 1500 dolar öder" gibi maddeler vardı. Daha ilk maçtan koç Riley'e, "Koç, yıllardır aradığın Avrupalı benim" mesajı mı vermek istemiştiniz?

Kavga mı? Hayır, hayır... Karşılıklı dirsekler vardı sadece, o kadar. Chris Mills bana vurdu, ben de karşılığını verdim. Koç Riley'yi daha ilk maçımda attığım 16 sayıyla etkilediğimden emindim. 'Sert çocuk' imajına ihtiyacım yoktu.

20 yıl sonraki Goran Dragic hamlesine kadar, Pat Riley sizden sonra uzun yıllar benzer rolde bir Avrupalı oyuncuyu kadroya katmadı. NBA'deki iki sezonunuzda sakatlıklar nedeniyle muhtemel 164 maçın sadece 75'inde forma giyebilseniz de; tarihin en iyisine, Michael Jordan'a karşı, hem de Chicago Bulls'un 72-10'luk 1996 sezonunda oynadınız. Nasıl bir deneyimdi?

MJ ile oynamak... Tuhaf bir duygu. Ben genellikle sahada olan biteni kısmen de olsa kontrol edebildiğime inanan bir oyuncuydum. Ancak Jordan karşınızdayken hiçbir şey size bağlı olmuyor. Sert, iyi savunma yapın, yine önemli değil. Jordan şutunu kaçırırsa iyi savunma yapmış oluyorsunuz. Ama burada sakın kendinize paye vermeyin; eğer iyi savunma yaptığınızı düşünüp Jordan'ın gözlerinin içine bakarsanız ya da bir hücumda onun üstünden sayı bulduktan sonra kafanızı sallarsanız, sizi öldürür. Bir bakmışsınız yukarıdaki tabelada "23-JORDAN 50 POINTS" yazıyor. Sadece aptallar onunla aşık atabileceğini düşünür.

Miami'de şut el bileğimden ameliyat geçirene kadar ve takasın ardından Dallas'taki yaklaşık 15 maçlık periyotta iyiydim. Mavericks'te maç başına 17 sayıya yakın ortalamam vardı. Hatta 1997-98 sezonunda takıma dönmek için anlaşma sağlamıştım. Don Nelson kontratta bazı detayların tekrar üzerinden geçmek istedi. Ben istemedim. Bologna bazı pürüzler olduğunu duydu ve bana üç sezon için 6 milyon dolar teklif etti. Ettore Messina da milli takımdan Bologna'ya geri dönmüştü. Antonie Rigaudeau, Rasho Nesterovic ve Zoran Savic'li yeni kadrosuyla Kinder'e imza attım.

Sasha'nın Dünyası

Predrag: Biri bana Sasha diye seslenmediğinde dönüp bakmam. Babam, kendi babasını onurlandırmak için nüfus kağıdına ismimi Predrag diye yazdırmış ama bana hiç öyle seslenmezdi. Annemin isteğiymiş ismimin Sasha olması…

Örümcek: Bizde örümcek öldürmek büyük şanssızlık kabul edilir. Ben de hayatım boyunca buna dikkat ettim. Hatta örümceğin uğruna inandım, bu yüzden koluma dövmesini yaptırdım.

My Way: Frank Sinatra’yı çok severim. “Emekli olurken hangi şarkının çalmasını istersin?” diye sordular. My Way’i seçtim. Aynı zamanda Ettore Messina’nın da favori şarkısıdır.

Olga: Bana kızımın junior kategorisinde kazandığı Grand Slam’lerden bahsedip yorum yapmamı istiyorlar. Olga, 2001 doğumlu. Henüz hiçbir şey başarmadı. Eski sporcu babasının onun hakkında konuşup üstünde medya baskısı yaratmasını hak etmiyor. Her gün konuşuyoruz. Onun için her şeyi yaparım.

Bijelo Dugme: Güzel müzik nereden çıkar biliyor musunuz? Belgrad, Zagreb ve Saraybosna'dan. Yugoslavya'da herkes Bijelo Dugme dinlerdi. Ben de folk müzik severim. Bijelo Dugme'yi duydukça hâliyle çocukluğum aklıma geliyor.

Ettore Messina, ikinci Bologna döneminde sizi pivot harici dört pozisyonda da oynatma isteğini, NBA'den gelişinizde daha iyi bir pasör olmanıza bağlamıştı. Sizin için ikinci dönemden öne çıkanlar neler? Carlton Myers'la iyice kızışan rekabetiniz mesela... 1998 final serisi beşinci maçındaki meşhur dört sayılık hücum, 30 yaşını doldurmadan aldığınız emeklilik kararı gibi anlar aklınızda nasıl yer etti?

Carlton'la ilk büyük maçımız, sanırım 1993 Euroclub'daydı. O dönemler Scavolini forması giyiyordu. Teamsystem'e geçmesiyle birlikte Bologna gerçek bir basketbol kenti oldu. Derbiler çok ateşliydi ve hâliyle kutuplaştırılan ikili bizdik. 1998'de Euroleague'i kazandığımızda, çeyrek finalde Teamsystem'le oynamıştık ve o gün kavgayı Gregor Fucka çıkarmıştı. Buna rağmen herkes Carlton'un bana dirsek atmaya çalıştığını konuşuyordu. Birbirimize dokunmamıştık bile orada. Nasıl kavga olsun? Şovdan ibaretti her şey. Deşarj oluyorduk.

1998'de, Euroleague kupası sonrası Kinder'le lig şampiyonluğunu da kazanıp duble yaptık. Dominique Wilkins'e karşı 1998 Final Serisi beşinci maçındaki dört sayılık oyunum herkesin aklında yer etmiş olabilir ama aslında o gün uzatmaya periyoduna kadar iyi bir maç çıkaramamıştım. Kariyerimin en iyi maçını ise yine o senenin play-off’unda, benim için 'Çingene' pankartının açıldığı Roma deplasmanında oynadım. 47’nci sayıdan sonra elimi kulağıma götürmem olay olmuştu.

Bunca yıldan sonra size kendinizi anımsatan biri var mı?

Bogdan Bogdanovic. Bazen onda kendimi görüyorum. Kötü oynadığı bir günde, son periyotta ortaya çıkıp iki el üstü şut sokunca aklım 20 yıl öncesine, Bologna'ya gidiyor. Sonra 30 yaşını doldurmadan emekli olduğumu hatırlıyorum. Geçiyor...

Bologna'dan erken ayrılışınızın sebebi neydi peki? Emekliliği açıkladığınız basın toplantısında, sakatlık problemlerine vurgu yapmak yerine, "Yoruldum, artık yeter" diyorsunuz. Sanki çok ani alınmış bir karar gibi...

Öyle zaten. Akşam idmanına çıktım, Messina standartlarında epey sert bir antrenman yaptık. Biraz yavaşladığımı hissettim. Tesislerde duş aldım, eve geçmeden önce koç Messina'nın odasına uğrayıp "Ben bırakıyorum, emekli olacağım" dedim. Pek ciddiye almamıştı. Belki bu söyleyeceğim çok havalı gelmeyecek ama antrenmanda iyi olmadığımı gördüğümde kendime güvenim çok azalırdı. Çocukluktan gelen bir dürtü sanırım. Partizan'dayken antrenmanlarda, maçlardan daha çok eğlenirdik. Bugün Bogdan'ı izlerken o yüzden kendimle bağ kuruyorum. Artık eski Yugoslav ekolünden, basketbol oynamayı sevdiğini hissettiren çok fazla genç kalmadı. Herkes ya küçük yaşta NBA'e gidiyor, ya da 18 yaşında bol sıfırlı kontratlara imza atıp "Ben oldum" diyor... Bogdan öyle değil; o, benim oğlum gibi. Birinci günden beri ayakları hep yere bastı.

Kinder'de formamın emekli edileceği bir statüye erişmişken idman sonrası yere yığılmayı ya da bir gün sahayı takım arkadaşlarımın yardımıyla terk etmeyi kaldıramazdım. O yüzden erken bıraktım.

Beni küstah bulanlar s.kimde değil. Antrenmanda veya hazırlık maçında, EuroBasket finalinde ya da Kalemeydan'da 3’e 3 bir maçta...

Hiçbir zaman kaybetmem. Ya kazanırım, ya öğrenirim...

Socrates Dergi