
Vamos!
8 dk
Sonuna kadar savaşmak, katiyen pes etmemek, her seferinde geri dönmek… Rafael Nadal’ın sembolleşen özellikleri, ona milyonlarca hayran kazandırdı. Şimdi o taraftarlardan kendi Rafa öykülerini dinliyoruz...
Nadal'a Adanan Hayat
Michael Jordan, Michael Schumacher ve Tiger Woods… Ben bu sembol isimlerin karşısında kim varsa genellikle kendimi onlara yakın bulurum. Rafael Nadal’a olan sevgim de aynı şekilde başladı. Aslında ilk olarak, Gustavo Kuerten’i Roland Garros’ta izlerken hatırlıyor olsam da tenis izleme hususunda devamlılık sağlayamamıştım. Ta ki 2006 Wimbledon finalindeki Federer-Nadal kapışmasına denk gelene kadar. İsviçreli öyle bir ilk set oynamıştı ki Nadal oyun dahi alamadan 6-0 kaybetmişti. Tribünlerin de Nadal tarafında olmadığı kolaylıkla hissediliyordu. O anlarda içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim; kendimi maçın her geçen dakikasında daha da Nadal’a yaklaşırken buluyordum. Nihayetinde Rafa o gün bir Grand Slam finali kaybetmişti ama bilmiyordu ki azılı bir taraftar kazanmıştı.
Sonrasında geçen yıllarda Rafa’ya olan sevgim Grand Slam turnuvalarının dışına çıkıp hayatımın değişilmez parçalarından birine dönüştü. Sizce bir ATP 250 turnuvası finalinden sonra hüngür hüngür ağlamam, kaybedilen tarihî 2012 Avustralya Açık finalinden sonra Ankara soğuğunda sokağa çıkıp karların içinde anlamsızca yatmam veya 2013 Roland Garros yarı finalinden sonra mutluluktan üzerimdeki tişörtü parçalamam Fotoğraf mantıklı mı? Ya da sadece iki hafta olan yıllık iznimin büyük çoğunluğunu Nadal’ın maç takvimine göre ayarlamam? Hayatımda bunun gibi daha onlarca hikâye olduğunu düşünün... Evet, belki mantıksız buldunuz ama olsun. İşte ben Rafa’yı o mantıksızlıklar kadar çok seviyorum. Üstelik hayatı da bu hikâyeler artsın diye yaşıyorum… / Batuhan Batılı
İlham Kaynağı
1980’lerdi… İnternet yoktu. Kitaplar, ama en çok da televizyon, benim gibi yalnız çocukların can simidiydi. Fahri İkiler’in tenisi sevdirdiği kuşaktanım yani. Onun sesiyle izlediğim ilk Wimbledon hâlâ hafızamda. İlk görüşte aşk! Navratilova, Graf, Hingis, Seles, Agassi ve Sampras’ı izliyor, aldıkları sayılarda büyüleniyor ama en çok da tenisçilerin korttaki yalnızlıklarıyla yakınlık kuruyordum. O yalnızlıkla kendiminki arasında kurduğum bağ tenise olan tutkumun fitilini ateşledi. Tek sorun, tenisin aşırı beyaz ve sınıfsal kibriydi. İdare edilebilirdi... Ettim.
Sonra Roger Federer çağı başladı. Herkes ona hayrandı ancak etrafındaki mükemmellik haresi ve hep kazanması İsviçreliyle arama bir duvar ördü. Sonra panzehiri Nadal çıkageldi. Henüz küçücük bir çocukken Federer’in karşısında elleri titremeden oynayabildiği için kalbimi çalmıştı. İsviçrelinin aksine, hiçbir şeyi çok kolay yapıyor gibi görünmüyordu. Sahip olduğu ya da ileride olacağı hiçbir şey armağan değil de çok çalışmanın, mücadele etmenin sonucu gibiydi. Kafamda kendi hayatımla özdeşleştirdiğim hâli, sonraki yıllarda da paralellikler gösterdi. Sakatlıklar nedeniyle geçirdiği zorlu dönemlerde ben de hayatımda karanlık zamanlardan geçiyordum. Zorlu zamanlarda garip bir yoldaşlık duygusu geliştirdim Rafa’yla. Bir şekilde tünelin sonundaki ışığı bulabilmesi, hâlâ güç ve umut veriyor bana.
Nadal’ın mükemmellik zırhının arkasına saklanmayan, hatalarını, güçsüz olduğu anları da kucaklamayı bilen hâli, zorlukları aşma becerisi ve çok çalışarak inşa ettiği kariyeri beni bir ‘fan girl’ yaptı. Siyaseten bana çok uzak tavrı, kadın-erkek eşitliği konusunda söyledikleriyle sinirimizi bozuşu, İspanya’da olan bitenlere dair kraliyet ve iktidar yanlısı sözleri tüylerimi diken diken etse de onu kafamda zaten ‘kusursuz’ bir yere oturtmadığım için, saçmaladığında eleştirebiliyorum. Onu eleştirebilecek, bazen sinir olacak kadar seviyorum. İspanyolcadaki en sevdiğim kelimelerden biri, “Vamos!” Bunun biraz Rafa’yla da ilgisi elbette var. Çok yaşasın! / @bercikristin

Evlat Gibi
Tenis izlemeye Wimbledon’la başlayıp Stefan Edberg hayranı olduktan bir süre sonra Fransa’nın kırmızı toprağına gözüm kaydı. Onun üstünde sıralamadan bağımsız olarak başarılı olan Sergi Bruguera, Arantxa Sanchez Vicario ve Carlos Moya gibi İspanyol tenisçiler de 10’lu yaşlarıma damga vurdu. Dolayısıyla 19’unda bu turnuvayı kazanan Rafa’nın radarıma girmesi gayet doğaldı.
Fakat ilginç şekilde onun çıkışı; üniversite sonu, askerlik ve iş hayatı gibi sebeplerle tenisten koptuğum döneme denk geldi. Genelde başaltı sporcuları destekleyen ben, Roger Federer’in dominasyonunda tenisten iyice kopmuştum. Rafa’yı ilk izleyişim bu nedenlerle 2008 Wimbledon final maçına kadar ertelendi.
Şimdi, bu belki de iyi olmuştur diye düşünüyorum. Zira Fransa Açık finallerinden birinde izlesem, İspanyol olduğu için bu zafer normal gelecek ve belki bir hayranlıkla sonuçlanmayacaktı. Oysa rakibinin zemininde ilk iki seti kazanıp maçın final setine gitmesine engel olamayışına rağmen son seti inatla 9-7 kazanması beni bu kolsuz tişörtlü, kapri şortlu çocuğa daha çok bağladı. Sonrası bambaşka zaten. Rafa’nın bir numaraya çıkması, “Çok yoruldu, bitti artık” denilen üç sakatlık arası, hepsinden geri dönüşü, 32 yaşında en iyi tenisini oynadığını düşündüren müthiş formu, en sevdiğim Grand Slam’i 11 kez kazanışı, mütevazılığı, çocukça takıntıları… Sanki evladımmış gibi; o tenisi bıraktığında boşluğunu doldurmak çok zor olacak. Ve sanırım o yüzden, Federer’in 36 yaşında yaptıkları beni de umutlandırıyor. / Baran Güven