
Rekabet Sanatı
15 dk
Naz Aydemir Akyol 15 yaşından beri büyük takımlarda, büyük sorumluluklar alıyor. Türkiye’nin en komple pasörü Socrates’e konuştu.
Sizin döneminizden önce pasör algısı biraz farklıydı. Eleonora Lo Bianco gibi biraz daha kısa boylu, çok fazla blok yapamayan pasörler vardı. Ama sizle birlikte bu algı değişti. Katılır mısınız?
Aslında voleybol değişti. O dönem oynanan voleybol ve oyun kalitesi ile bugünkü arasında dağlar kadar fark var. Kısa pasör demek; karşı takım için bir avantaj, hücum koridorunda kullanabileceğiniz rahat bir alan demek. Ne kadar iyi bir pasör olursa olsun... Oyunun bir yerinde dezavantaj yaşıyorsunuz sonuçta, bu yüzden pasörlerin boy ortalamasının arttığını düşünüyorum. Ama tabii pasörü kısa boylu olsa da bunu telafi edebilen ve arkada iyi savunma kurabilen çok iyi takımlar da var.
Savunma, blok, servis... Hepsinde belli bir standardın üstündesiniz. Çok yönlü oyununuzu neye bağlıyorsunuz?
Bunun için altyapı antrenörlerime teşekkür etmem gerekiyor, başta da Mehmet Bedestenlioğlu ve Alper Erdoğuş’a. A Takım kadrosuna girene kadar bir tek libero pozisyonunda oynamadım. Eczacıbaşı altyapısında bize aşıladıkları felsefeye göre altyapıda her oyuncu, her pozisyonu ve o pozisyonun psikolojisini bilmek zorundaydı. Bu, benim için avantaj oldu. En büyük eksiklerimden biri defansımın zayıflığıydı ama A Takım’a çıktıktan sonra, yavaş yavaş bu alanda da eksiğimi kapatmaya başladım.
Genelde ‘90 jenerasyonuna vurgu yapıyorsunuz, Instagram ve Twitter paylaşımlarınızda hep bu jenerasyona bir gönderme var. 2007 Meksika Dünya Yıldızlar Şampiyonası’nda gümüş madalya kazanmıştınız ama o jenerasyondan çok büyük yıldızlar çıkmadı sizin dışınızda. Sebebi ne?
Bence ‘90 jenerasyonunu özel kılan şey takım oyunu oynamamızdı. Takım olarak çok iyi bir kimyamız, arkadaşlığımız ve başımızda da çok iyi antrenörlerimiz vardı. Bu, sahaya da yansıyordu. Ama bakarsan, o kadrodan Gözde Yılmaz İtalya’da oynuyor. Asuman var, ben varım. Melis Gürkaynak var, o da Vakıfbank’ta. Neşve, Halkbank’ta oynuyor. Fatma Yıldırım, A Milli Takım’a davet aldı bu yıl ilk defa. O kadar da başarısız bir jenerasyon değil yani. Bu biraz da şunun gibi; 100 metre 10 saniyenin altında koşulamadı, koşulamadı sonra biri bir koştu ve ardından herkes 10 saniyenin altına inmeye başladı. Biz, dünya ikincisi ve Avrupa üçüncüsü olduk. Bizden sonra gelen ‘94 jenerasyonu da bu başarıya ulaşılabildiğini gördüğü için, ev sahibi olmanın da avantajıyla bayrağı devralıp dünya ve Avrupa şampiyonlukları yaşadı.
Çok genç yaşta A Milli Takım ve Eczacıbaşı’nda oynamaya başladınız. Yanlış hatırlamıyorsam 15 yaşında Türkiye şampiyonluğu yaşadınız. Kariyeriniz neredeyse 10 yıla dayanıyor ancak şimdilerde bu kadar genç yıldızlar çıkmıyor. 15 yaşında bir sporcu olarak bu başarıya nasıl ulaştınız?
Evet, bir şeyleri başardım ama yanımdaki insanlar da bana çok destek oldu. O dönem Eczacıbaşı yönetimi, menajerimiz Selcan Teoman ve antrenörümüz Marco Motta bana güvenmeseydi böyle olmazdı. Şu an kimse 15 yaşında bir çocuğu, oyun kurucu olarak sahaya koymaz. Basketbolda da böyle, futbolda da böyle... Yani, ben de koymam. Bu çok nadir oluyor. Ben de elime gelen şansı iyi kullandım. Altyapılarda kendimden dört-beş yaş büyüklerle oynayarak geldim, 13 yaşındayken 18 yaşındakilerle antrenman yapıyordum. Benim pozisyonumda smaçörleri yönetmeniz gerekir, bir ışık verebildim ki bu şansı tanıdılar.
Özgüveninizin çok olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hep özgüvenliydim, evde öyle yetiştirildim. Bahar Abla’nın olmadığı ilk antrenmanda “Bahar Abla yok” dedim, “Bahar gitti” dediler hani “Sen varsın” der gibi... “Nasıl yani?” dedim. Bir sene önce Top Teams Kupası’na gitmeden önce anneme diyordum ki “Ben Özlem Özçelik’e nasıl pas atacağım?”, bütün gece ellerim titredi uyuyamadım. Ama sonra, sanki evrim geçiriyorsun, kendine güvenin geliyor, destek görüyorsun, kötü pas atsan da telafi ediyorlar. Pasörlükte kendine güven çok önemli, güvenin arttıkça her şey daha kolay oluyor.
Aileden bahsettiniz, bunun önemi ne kadar büyük? Şimdiki çocuklar aileden o özgüveni alabiliyorlar mı mesela?
Bugün gözlemlediğim çocuklar, genelde anne babanın koruması altında gelişiyor. Herhalde ben ve arkadaşlarım, sokakta oynayan ve öğretmenlerine “Eti benim, kemiği senin” diyerek teslim edilen son nesildik. Annem ve babam bana küçüklükten beri şunu dediler: “Bak bu böyle, şu şöyle, eksisi bu, artısı bu, sen seç, deneyip mutsuz olursan da gel, biz yine buradayız.” O yüzden, ben de hep istediğim yönde ilerledim. Düştüm, kalktım ama düşmeyi de öğrendim. Şimdiki çocuklar düştü mü hemen anneleri babaları tarafından kaldırılıyorlar. İleride çocuğum olursa umarım böyle yapmam. Çünkü bu, çocuğun gelişimine negatif etki ediyor.
İlk kez 2008’de Final Four oynadınız ve geçen sene yedinci kez oradaydınız. Her şey değişiyor, takımlar değişiyor, voleybol değişiyor ama siz hep aynı yerdesiniz. Bu iyi bir planlamanın sonucu mu, yoksa kendinizi sürekli hazır tutmanızın da etkisi var mı?
Hepsinin etkisi var. “Naz hep iyi takımları seçti” diyorlar ama Fenerbahçe’ye gittiğimde takımın nasıl olacağını bilmiyordum ya da Vakıfbank’a geldiğimde transferlerin kim olacağından haberim yoktu. Şunu söyleyebilirim sadece; gittiğim yerlerde iyi bir kimya yakalanıyor ve bana da bu başarılı takımları emanet ediyorlar.
Sizi alan takım, zaten yatırım yapacak bir takım oluyor yani. Doğru mu anladım?
Türkiye’deki yabancı sınırlaması nedeniyle, yabancı pasör çok büyük lüks. Türk pasörle oynamak zorundasın. Pasörün Türkiye’yi taşıyabiliyorsa Şampiyonlar Ligi’ni de idare edebiliyor ve takım iki alanda da pasör değiştirmeden oynayabiliyor. Benim için büyük bir gurur tabii. Bu yıl sekizinci Final Four’u oynarız diye umuyorum, takımın havası çok iyi ama göreceğiz bakalım.
73 maç üst üste kazanma başarınız var. Guinness Rekorlar Kitabı’na bile girdi. 73 maç üst üste kazanan bir takımın soyunma odası nasıl olur? 50. maçtan sonra, 60. maçtan sonra ne oluyor? O noktalara geldiğiniz zaman stres mi baş gösteriyor, yoksa “Nasıl olsa kazanırız” mı diyorsunuz? Rekorun sona erdiği Fenerbahçe maçından önce çok mu gergindiniz mesela?
Yok, değildik aslında. İlk yıl galibiyetleri saymıyorduk hiç, bize söyledikleri zaman “Evet ya, bu kadar maç olmuş” diyorduk. Tek derdimiz o sezonu namağlup tamamlamaktı. Yenilgiyi hiç aklımıza getirmedik. Ertesi sene de aynı şekilde başlayıp devam ettik. Ama hafif hafif olumsuz sinyaller veriyorduk yani. Fenerbahçe’den önce bizi yenen çıkmamıştı. Gözde ile konuştuğumuzda “Biri bizi yense de takımın artısını, eksisini bir görsek” diyorduk. Çünkü kazandıkça sorunlar halının altına itiliyordu. Oysa yenildiğinde videolar 10 bin kez izleniyor; kim nerede hata yapmış, ne doğru, ne yanlış, hepsi görülüyor.
İyi oynamadığınızı mı düşünüyordunuz?
Tam olarak öyle değil. Seriye başladığımız sezon şöyleydi; ilk sete rölantide giriyorduk, rakip takımı tartıyorduk, oynamamız gerektiğinde de beşinci vitese atıp gidiyorduk. Psikolojik açıdan böyle yani, “Hadi saldıralım” demiyorduk. Ya da karşı takımın bizi yenemeyeceğini anladığımız zaman daha da rölantide, kendimizi çok zorlamadan oynuyorduk. Ama ikinci sezonda o vites artırma olayını tam halledemedik. Artırıyorduk ama karşıda da bize aynı şekilde cevap veren bir rakip buluyorduk. O yüzden, yenilmek mantıklıydı. İyi oldu.
Gerçekten iyi mi oldu? Yenilgiden sonra elbette üzülmüşsünüzdür ama “Artık böyle bir şey konuşulmayacak” dendi mi mesela soyunma odasında?
Hayır, o muhabbeti hiç yapmadık. Soyunma odasına geldik ve herkes oturdu. Üstümüzden yük kalkmış gibi oldu. Ben hiç o baskıyı hissetmemiştim zaten, “Aman yenilmeyelim” falan... Her seferinde kazanmaya çıkıyorduk, zaten kim kaybetmek için çıkar ki sahaya? 73 maç yenilmedik, keyifliydi. 74. maçta da bitti.
Yine böyle bir seri yakalanabilir mi?
Zor, artık takımlar daha denk. Biraz da şansımız yaver gitti aslında; Fenerbahçe fazla yatırım yapmıyordu, Eczacıbaşı’nı da sekiz kez yenmiştik.
Hayallerle yaşar ya sporcular, siz kazanılmamış pek de bir şey bırakmadınız. Lig ve Şampiyonlar Ligi şampiyonlukları, MVP ödülleri… Kendinizi nasıl motive ediyorsunuz? Hayalleriniz neler?
Her sene, aynı hedeflerle tekrar başlıyoruz. Benim için de her sene hedef; Süper Kupa, Şampiyonlar Ligi, Türkiye Kupası ve lig şampiyonluğu… 10 yılda yedi Türkiye şampiyonluğumuz var. Bu kadar çok kazanmak da iyi değil aslında, kaybedince yıkımı büyük oluyor. Kazanmanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum ve maç ya da kupa kaybedince birkaç gün depresif bir ruh haline bürünüyorum.
Eşim Cenk kendisinden örnekler vererek beni teselli etmeye çalışsa da voleyboldaki maraton basketboldan daha farklı. Onların bizimki gibi bir seri yakalaması çok zor, maç tempolarını düşününce mutlaka mağlubiyetler oluyor. O yüzden, ben yenilgileri Cenk’e göre daha depresif yaşıyorum. Bütün spor dallarında olduğu gibi bizde de en gurur verici başarılar, milli takım forması altında yaşananlar. Olimpiyata gidebilmek, en büyük hedef. Kazanabileceğinizi bildiğiniz şeyleri kazanamadığınız zaman hayal kırıklığı da büyük oluyor. Birkaç yıldır yaşadığımız şey de tam olarak bundan ibaret. Umarım bu sene, o şanssızlığı kırarız.
Avrupa Şampiyonası büyük bir yıkım olmuştur sizin için…
Finale kalırız diye düşünüyorduk; çünkü kuramız resmen “Yürü git” diyordu bize. Ama olmadı işte. Sebeplerini sorma, ben de bilmiyorum.
Dünya sıralamasında 10. sıraya çıktık ama herkes biraz daha fazlasını bekliyor sanki. Ortada bir başarı mı var, yoksa başarısızlık mı? Ligimizin en iyi lig olduğu söyleniyor, milli takım özelinde de daha fazlası olabilir miydi?
Olabilir miydi bilmiyorum ama olmalı. İki Avrupa Şampiyonası’nı madalyasız kapattık. Geçen Dünya Şampiyonası’na da yavaş başladık, sonra sonra açıldık. Nedenini gerçekten bilmiyorum. Bireysel açıdan pozisyonunda oldukça başarılı sporculara sahibiz. Olimpiyat sonrasında da bir yenilenme sürecine gireceğimizi düşünüyorum. Antrenörümüz gençlerle çalışmayı seviyor, bazı oyuncular da çok uzun zamandır kadroda. Ama önce şu olimpiyat oyunlarına bir gidelim de...
Facebook sayfanızın 150 bin, Twitter hesabınızın 60 bin takipçisi var. Dünyada, voleybol özelinde böyle bir örnek yok. Bunu nasıl başardınız?
İlk çıktığımda, insanlar beni evin küçük kızı gibi görüyorlardı. Fenerbahçe’ye transfer olunca tanınırlığım arttı. Üstüne milli takım oyunculuğu ve Vakıfbank’ta kazandığımız başarılar derken, bu tanınırlık iyice büyüdü. Kişisel olarak özel bir çabam yok ama çocuklarla iletişimim iyidir.
Sosyal medya analizi yaptırdığımız zaman yaş grubu çok küçük çıkıyor, maksimum lise yaşlarında. Hayran kitlesi değil de böyle küçük bir arkadaş kitlem var diyeyim. Bunu da sosyal medyadaki doğru paylaşımlara bağlıyorum.
Sosyal medyada bazı kullanıcılar “Ben de pasörüm, senin gibi olmak istiyorum” yazmışlar. Bunları görünce mutlu oluyorsunuz, değil mi?
Evet ama hepsine cevap veremediğim zaman çok üzülüyorum. Tek bir kız çocuğunun bile voleybola başlamasına vesile olduysam ne mutlu.
Çocukların voleybola eğiliminin eskisi kadar güçlü olmadığı söyleniyor, tenise doğru bir kayma var. Katılır mısınız?
Kadın voleybolu, kadın basketboluyla birlikte takım sporlarında en başarılı olduğumuz branş ama yeterli sponsor desteği bulunamıyor. Basketbolda reklamlarla bir bilinirlik yaratılıyor ama voleybolda bu yalnızca turnuva dönemlerinde oluyor. Futbolda ise turnuvalardan önce, uzun uzun, artık oyuncuların yüzlerinin akıllara kazındığı reklamlar yayınlanıyor. Bunların etkisi çok büyük. Artık voleybolda da buna başlanacağını düşünüyorum. Bize anlatıldığına göre, her başarıdan sonra spor okullarında kayıt patlaması yaşanıyormuş. O yüzden, bu biraz da başarıyla alakalı.
Maç sırasında gözünüz pek bir şeyi görmüyor, en zayıf rakibe karşı bile hep aynı motivasyonla sahaya çıkıyorsunuz. Bu istikrarı korumak zor değil mi?
Yaptığım işten keyif alıyorum. Rakip zayıfsa maç belki o kadar keyifli olmuyor ama ben kendi sahamda, kendi arkadaşlarımla yaptığım şeyden mutlu olmaya bakıyorum, yeni şeyler deniyorum. Çok tempolu antrenmanlar yapıyoruz, zayıf bir rakibe karşı oynarken tempo çok düşük, sıkılıyorsun, yanındakilerle uğraşmaya başlıyorsun bu sefer, onları motive ediyorsun, güldürüyorsun. Gözde de öyle mesela, itici kuvvet gibi ama herkes böyle olmak zorunda değil. Ben tavlayı da kazanmak için oynarım. Cenk’le evde oynarken “Yeter, ben oynamıyorum!” diyerek tavlayı kapattığım çok olmuştur.
Bir Pau Gasol yazısı vardı geçen sayılarda. Dışarıdan soğuk görünüyor ama babaannesiyle kart oynarken bile delirirmiş, sizde de o içgüdü mü var?
Kaybetmeyi sevmiyorum, o dalga geçilebilme ihtimali beni deli ediyor. Kendimle çok dalga geçerim ki başkalarına o fırsatı tanımayayım, kazanayım ki konuşmaya devam edebileyim.
Tenise ilginiz olduğunu biliyorum, Nadal hayranısınız. Benzeşen noktanın, her şeye sahip olmanıza rağmen asla pes etmemek olduğunu söyleyebilir miyiz?
Keşke herkes öyle olsa. Yapı meselesi bu, sonradan kazanılabilecek bir şey değil. Dün çok yorgundum mesela, dinlenememiştim. Antrenmanda ağırlık taktık bacaklara, yirmişer kilo. “Nasıl bitecek bu idman, bari rölantide gideyim” dedim. Sonra antrenmanda istatistik tutulan bir bölüm vardı, sonuçlar geldi, en iyi derecelerden biri bende. “Hani rölanti gidecektim?” dedim kendi kendime. Sadece maçta değil, antrenmanlarda da böyle yani.
Voleybolla ilgili yapısal değişikliklere nasıl bakıyorsunuz? Oyunu hızlandırmak adına 25’lik yerine 21’lik setler düşünüldü ama camia pek sıcak karşılamıyor gibi?
Herhalde 21’lik setler olsa, biz o 73 maçlık seriyi yakalayamazdık, çünkü hep geriden gelip kazanıyorduk. Galiba Giovanni (Guidetti), “Üç set oynanacağına beş tane 15’lik set oynansın” dedi ama benim kişisel olarak bir görüşüm yok. Basketbolla ilgili bir fikrim var ama; bizdeki gibi olsa, hata yaptığında karşı takım sayı alsa mesela... Kaç kişi şut atabilir öyle bir durumda? FIBA’nın yerinde olsam değiştiririm. Adam maça başlıyor, sekizde sıfırla oynuyor, hâlâ o dokuzuncu şutu atmaya cesareti olacak mı?
Olimpiyat hayaliyle ilgili neler söylersiniz? Bir kez yaşadınız o deneyimi. Voleybolun başkentlerinden Rio’da bir kez daha oynamak nasıl geliyor kulağa?
Hepimizin öyle bir hayali var, Hele 2012’de Londra’yı yaşadığımız için daha çok var. Sürekli Rio’dan bahsediyoruz, “Ocak gelse de maçları oynasak” diyoruz. Hatta üçüncü maçı onlarla yapacağız diye Gözde’yle birlikte takımdaki Hollandalılara takılıyoruz bazen.
Geçen sefer, Ankara’daki elemelerde birinci olmamız gerekiyordu. İkinci olsak, Mayıs ayındaki elemelere bile kalamıyorduk. Şu anki kadar büyük bir umudumuz yoktu ama seyirciyle beraber adım adım yükselerek kazandık. Rusya’yı yendik, Sırplar grupta elendiler ama onlar için durum farklıydı; belki bir şansları daha olacağı için çok bastırmadılar. Şimdi ise kuramız yine bir derece kolay. Burada en kritik maçı Hollanda’ya karşı oynayacağız. Grupta birinci olup Rusya’dan bir şekilde kaçmak gerekiyor. Rusya Avrupa Şampiyonu, iyi oynadığı zaman zor durdurulan bir ekip. 2012’de yendik ama kolay değil, yüzde 50 şans var. Kumar oynamaktansa grup ikincisiyle oynamak daha garanti. Finalde kaybetsen bile elemelere hak kazanıyorsun, geçen seferki gibi değil. “Kaybetsen de bir şansın var” fikri, sporcular için çok önemli. “Kaybedersek hiç şansımız yok” fikrine kıyasla söylüyorum tabii. Yarı final maçını kazanırsak olimpiyat şansımız epey artacak. Mayıs ayında gelecek takımları düşünüyorum ve en kötü oradan Rio’ya gideceğimizi tahmin ediyorum.
Fenerbahçe’ye gelmeden önce İtalya Ligi’nde oynama hayaliniz vardı, İtalyanca öğreniyordunuz hatta. Şimdi?
Yurt dışı tecrübesi istiyorum ama şu an Türkiye’deki şartlar çok daha iyi. Kendi evin, kendi ülken, bildiğin dili konuşuyorsun, alıştığın bir ortam var... O tecrübeyi istiyorum ama burada başarılar kazanırken “Yok bunu istemiyorum, kendime yeni bir macera arıyorum” demek çok akıllıca gelmiyor bana. Yapmak istiyorum ama yapacak mıyım bilmiyorum. Şehrin iyi olması lazım bir kere. Burada alıştığım bir standart var, gidip de Polonya’nın küçük bir kasabasında yaşayamam, nazlıyım biraz o konuda.
Voleybolu bıraktıktan sonraki dönem için bir planınız var mı?
Spor psikolojisi üzerine master yapıp altyapıda çocuklarla çalışmak istiyorum. Yetiştiğim dönemde, farklı gelir seviyelerinden, farklı kültürlerden gelen birçok çocuğun çok iyi birer sporcu olabilecekken o eşiği atlayamadığını, eriyip yok olduğunu gördüm. O yüzden çocuklara yardımcı olma fikri cazip geliyor. Yoğun tempodan bıkıp kariyerini noktaladıktan sonra menajer olup yine aynı yoğun tempoya girmek kabus gibi bir şey. Belki bir 10 yıl sonra işin yönetim kısmında yer alırım ama şu anki fikrim böyle, biraz daha idealist bakıyorum.
Bir yandan gündemi de takip ediyorsunuz. En son, araç servisi uygulaması Uber’in hayvanları evlere taşıma kampanyasına tepki gösterdiniz. Hiç kendinizi frenleme ihtiyacı hissettiğiniz oluyor mu?
Göz önündeki insanlarız, biz fikirlerimizi ifade etmezsek kim ifade edecek? Diyorlar ki “Sen sporcusun”, e ben sporcuyum da ot değilim ki! Aldığım bir eğitim var, beynim var, olayları yorumlayış şeklim var... Kimi ilgilenmediğinden, kimi belki korktuğundan fikirlerini açık açık ifade etmiyor... Ben, kendim için doğru olanı ifade etmeye çalışıyorum. Uber özelinde de şöyle; çocuklar 15 dakika sevecek diye hayvanlara bütün İstanbul’u gezdirmek bana doğru gelmiyor, yazık yani. O zaman 30 lira indirim yap, hayvanları insanlara götüreceğine insanlar barınaklara gitsin.
Sizin çocukluk hayalleriniz neydi? Hayallerinizin ötesine geçtiğinizi düşündünüz mü hiç?
Voleybolcu olmak istemiyordum. Aile çevresi hep voleybolcu, “Ne zaman başlayacaksın?” soruları geliyordu, ben de “Başlamayacağım” demiştim. Basketbolu denedim bir sene ama turnike atmamı isteseler karpuzlama atarım, o kadar alakam yok. Yüksek atlama yapıyordum okul takımında, atletizm ülkede daha iyi şartlara sahip olsa belki devam ederdim. O dönem hazırlık yarışmalarına katılmıştık, hakem olmadığı için tescil edilmedi ama Türkiye rekoru kırmıştım. Hatta bugünlerde dahi en sevdiğim sporculardan biri Blanka Vlasic’tir. Sonuçta spor illa hayatımın bir yerinde olacaktı; çünkü o rekabet duygusunu tatmin etmen gerekiyor. Sekiz aylıkken bir kaydım var; annem yastık atıyor, onu kovalıyorum annemi geçmek için. Yani o yaşta nereden biliyorsun ki rekabet duygusunu?
Çalıştığın en iyi antrenör?
Birini söylesem diğerine ayıp olacak. Marco (Motta) beni sahaya atmasa bugün burada olmazdım, Ze Roberto’dan çok şey öğrendim ama Giovanni’nin (Guidetti) yeri bende ayrı.
Diğer maçları izliyor musunuz?
Yazın değil ama normalde iyi maçları izliyorum. Son yıllarda erkek pasörleri izlemeye başladım. Eskiden hiç keyif almazdım erkek voleybolundan. Kadın voleybolu da çok hızlandığı için erkek voleyboluna yaklaşmaya başladı. Mesela Gözde’yle bizim altı numaradan vurduğumuz bir geri hücumumuz var; kısanın orta oyuncunun arkasından geldiği. Onu erkekleri izleye izleye yaptık. Onlarda asansör var, biri inip biri vuruyor. Bilinçli olmasa da izleye izleye bir süre sonra oyununa yansıyor işte.
En iyi arkadaşınız Bahar’dı, onun gitmesi nasıl hissettirdi?
Üzüldüm. Çat kapı gittiğim bir arkadaşımdı sonuçta. Ama onun için de çok güzel bir tecrübe oluyor, farklı bir yeri yaşıyor, bana da anlatıyor. Skype’ta 7/24 konuşacağız neredeyse, gitmiş gibi gelmiyor o yüzden. Ocak’ta yine gelecek, sonra üç ay, üstüne bir sezon daha kalacak, sonra bitti gitti. İstanbul’da olup başka bir takımda da oynasa, antrenman saatlerini denk getirmek o kadar zor ki... Dün akşam 18.00’de antrenman vardı mesela, eve 22.00’de gittim. O saatten sonra kimle görüşeceksin de, yemek yemeye enerjin olacak da... Ertesi sabah yine 09.30’da antrenman var.