
Robbie McEwen: “Pogacar gibi yükselişler nadir gerçekleşir”
6 dk
Yol bisikleti tüm draması ve rekabetiyle birlikte 2025 sezonunu açtı. Yeni sezona dair beklentileri ve hikâyeleri kariyerinde toplam 24 Büyük Tur etap galibiyeti bulunan ve şimdilerde Eurosport yorumculuğu yapan Avustralyalı eski sprinter Robbie McEwen ile konuştuk.
2025 yılında sprintlerde kimlerin öne çıkacağını düşünüyorsun?
Şu ana kadar izlediklerimize bakarsak geçen yılın devamı olacak gibi görünüyor. Tim Merlier inanılmaz formda. Her zaman en iyi seviyede rekabet ediyor ve yarış tarzını gerçekten beğeniyorum. Diğer sprinterlere kıyasla biraz gizemli bir tarzı var, genellikle geriden gelip herkesi şaşırtıyor. Gücü gerçekten etkileyici. O ve Jonathan Milan en iyi iki sprinter konumunda.
Jasper Philipsen’in de onlarla birlikte anılması gerektiğini düşünüyorum. Form olarak çok geride değil, sadece en iyi seviyesiyle arasında ufak bir mesafe var ve bu da kısa sürede kapanacaktır. Yani Merlier, Milan ve Philipsen üçlüsü en istikrarlı isimler olacak ve bu sezonun toplu sprint finişlerinde en çok zafer kazananlar olacaklar.
Tabii diğer sprinterler de şans bulacaktır. Caleb Ewan’ın pelotona dönüşünü ve nasıl bir performans göstereceğini merak ediyorum. Ayrıca Dylan Groenewegen hâlâ inanılmaz hızlı ve iyi bir gününde herkesi geçebilecek kapasitede.
Ama genel olarak 2025’te izlenmesi gereken büyük üçlü: Merlier, Milan ve Philipsen.
Senin jenerasyonundaki sprinterler ile şu anki sprinterler arasındaki farklar neler?
Açıkçası, çok fazla şey değişmedi. Jonathan Milan gibi bir sprinterin ürettiği güce tanık olmak inanılmaz. Sprintini tüm gücüyle atıyor, en önde kalmaktan çekinmiyor ve bisikletiyle adeta güreşiyor. Savruk görünebilir ama ürettiği saf gücün bir sonucu. Bana Tom Boonen’ın toplu sprint finişlerini hatırlatıyor.
Her sprinterin kendine özgü bir tarzı ve küçük alışkanlıkları var, bu da sprintleri ilginç kılan şeylerden biri. Ben özellikle taktiksel kararlar verebilen ve rakiplerine göre stratejisini anlık olarak değiştirebilen sprinterleri izlemeyi seviyorum. Bu yüzden Tim Merlier, Jasper Philipsen gibi isimleri takip etmek hoşuma gidiyor. Hem güçleri ve hızları var hem de yarış içinde uyum sağlayabiliyorlar.
Philipsen’i özellikle gücü ve hızı açısından çok beğeniyorum. Ancak biraz daha dikkatini toplaması ve gereksiz risklerden kaçınması gerektiğini düşünüyorum. Sprint tarzına yönelik bazı eleştiriler yapıldı ve bunların bir kısmı haklıydı. Ama artık öyle bir noktaya geldi ki en ufak hatası bile büyük bir mesele hâline geliyor ve bu her zaman adil değil. Onun, agresif tarzını korurken aynı zamanda daha güvenli ve kontrollü bir şekilde kazanmaya odaklanmasını isterim.
Geçmişle kıyasladığımda sprint dünyasında büyük değişimler olduğunu söyleyemem. En hızlı, en cesur ve en iyi takım desteğine sahip olanlar yine zirvede. Sadece sahnedeki oyuncular değişti.
Şu anda İtalya’da bisiklet dendiğinde akla gelen iki isim Filippo Ganna ve Jonathan Milan. Ne kadar güçlü ve hızlı olduklarını hem pist hem de yol bisikletinde gösterdiler. Bu yıl tamamen yol yarışlarına odaklandılar. Önümüzdeki Bahar Klasikleri’nde, örneğin Milan-San Remo ve Paris-Roubaix’de ikisini de göreceğiz. Bu sezon onlardan beklentilerin neler?
İkisi için de yüksek beklentilerim var. Jonathan Milan için en büyük dileğim formunun zirvesine henüz ulaşmamış olması çünkü şu ana kadar gösterdikleri inanılmaz. Ürettiği güç değerleri, kazandığı yarışlar ve genel formu gerçekten etkileyici. Umarım önümüzdeki birkaç ay boyunca bu seviyeyi koruyabilir.
Onu, Merlier ve Philipsen gibi en iyi sprinterlerle başa baş mücadele ederken ve kazanırken izlemek muhteşemdi. Performansı fazlasıyla etkileyici. Geçen yılki Giro harikaydı, özellikle Tim Merlier ile olan sprint kapışmaları dikkat çekiciydi. Şimdi neler yapabileceğini görmek için heyecanlıyım.
Milan-San Remo, onun özelliklerine çok uygun bir yarış. Özellikle de cüsseli bir bisikletçi olmasına rağmen tırmanışları ne kadar iyi çıktığını düşünürsek, Bahar Klasikleri’nin ilk yarışlarındaki performansını izlemek için sabırsızlanıyorum.
Filippo Ganna’ya gelirsek, bence zaten iyi bir seviyede ama hâlâ gelişim alanı var. Formunu adım adım en iyi hâline getirmeye çalışıyor. Milan’a kıyasla daha tecrübeli ve en büyük hedeflerini, özellikle Paris-Roubaix’yi gözüne kestirmiş durumda.
Ganna’nın taşlı yollarda neler yapabileceğini görmek beni heyecanlandırıyor. Veriler gösteriyor ki gücüyle ve yetenekleriyle en iyi isimlerle birlikte anılmalı. O sadece olağanüstü bir zamana karşı uzmanı değil, aynı zamanda sprintlerde de hızlı. Tecrübesi var ve çok güçlü bir ekibe sahip.
INEOS bu sezon gerçekten farklı bir kimliğe büründü. Bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi bir değişim yaşadılar. Daha heyecan verici, daha agresif bir takım hâline geldiler ve bunun karşılığını almaya başladılar. Ganna’nın tam potansiyelinin henüz açığa çıkmadığını düşünüyorum, o yüzden umarım bu yıl bunu başarabilir.
Sprint finişlerinde ulaşılan hızın artık bir sorun hâline geldiğini ve önlem alınması gerektiğini düşünüyor musun? Vites sınırlandırması veya daha ağır bisikletler gibi çözümler öneriliyor. Senin görüşün nedir?
Açıkçası, herhangi bir kısıtlama getirilmesini desteklemiyorum. Evet, hız biraz arttı ama sprintlerin şu anki temposuna baktığımda, en fazla saatte yarım kilometrelik bir artış görüyorum. Eğer bu isimleri Petacchi ve Cipollini’nin dönemindeki hızla kıyaslarsak aslında daha hızlı gitmiyorlar. Asıl değişen şey bu hızlara ulaşabilen bisikletçilerin sayısının artmış olması. Eskiden bunu yapabilen bir ya da iki isim olurdu, şimdi bunu yapabilen en az sekiz sprinter var.
Bunun sebebi daha iyi antrenman yöntemleri, daha odaklı hazırlık süreçleri ve takımların çalışma ortamındaki gelişmeler. Ayrıca aerodinamikteki ilerlemeler, ortalama hızın yükselmesinde büyük rol oynadı. Maksimum hız biraz arttı ama pelotonun geneli bu gelişmelerden faydalandığı için genel yarış temposu da yükseldi. Ancak bunun sınırlandırılması gerektiğini düşünmüyorum.
Aynı şekilde, daha da hızlanmak için özel bir çabaya gerek olduğunu da düşünmüyorum. Aerodinamik, bisiklet ağırlıkları ve benzeri konularda mevcut düzenlemeler bence yeterli. UCI’ın hızları artırmak ya da düşürmek için herhangi bir değişiklik yapmasına gerek yok.
Organizatörlerin, UCI ile iş birliği içinde, parkur tasarımlarını daha dikkatli düşünmesi bence en önemli konu. Yolun tipi ve finiş çizgisinin konumu, yüksek hızı dengelemeye yardımcı olabilir. Örneğin eğer belirli bir bölgede sürekli kuyruk rüzgarı varsa orada finiş kafa rüzgarı yönüne alınmalı. Ayrıca finişi inişe koymaktan kaçınılmalı. Bu tür basit değişiklikler, yarışların güvenliğini önemli ölçüde artırabilir.
Tüm yarış boyunca ortalama hız da biraz arttı. Genel yarış temposu hakkında da aynı şekilde mi düşünüyorsun, yani herhangi bir kısıtlamaya gerek olmadığını mı söylüyorsun?
Evet. Vites, yuvarlanma direnci gibi şeyleri sınırlamaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Hızlı ve agresif yarışları izlemek harika. Yeni bir akım var: Mathieu van der Poel, Remco Evenepoel ve Tadej Pogacar gibi isimler erken atağa kalkıp yarışı şekillendirmeyi seviyor. Bu tür agresif yarış tarzı, yıllar içinde ortalama hızların yükselmesine yol açtı.
Ama yarışlarda hızın bir sorun olduğunu düşünmüyorum. İzlemesi heyecan verici, ayrıca agresif yarışlar spora fayda sağlıyor. Hem izleyiciler hem de yorumcular için daha keyifli bir yarış atmosferi oluşturuyor ve yarışı daha çekici hâle getiriyor.

Robbie McEwen üç defa kazandığı yeşil mayosuyla...
Caleb Ewan’ın INEOS’a katılması biraz sürpriz oldu. Sonuçta INEOS hiçbir zaman klasik bir sprint takımı olmadı, değil mi? Sence başarılı bir sprint takımına dönüşebilirler mi? Bu süreç nasıl işler?
Bence bu INEOS’un, Mark Cavendish’in Team Sky’daki döneminden beri eksikliğini hissettiği bir şeydi. Bir süre Elia Viviani ile denediler ve bazı başarılar elde etti ama hiçbir zaman en üst düzey sprinterler arasında yer almadı. Ara sıra kazansa da hep bir adım gerideydi. Bu yüzden Caleb’i getirmek hem takım hem de onun için doğru bir hamle.
En önemli şey Caleb’in kendine duyacağı güven olacak. Takımda gerçekten “hoş geldin” hissini yaşaması ve ekibin, sprint etaplarında kazanabilecek bir sprintere sahip olmayı gerçekten istediğini göstermesi gerek. INEOS’un ona destek verebilecek gücü var.
Sadece kendisiyle iyi uyum sağlayacak bir-iki takım arkadaşı bulması gerekiyor. Eğer birlikte birkaç başarı elde ederlerse, o özgüven de artacaktır. İlk yarışlarda nasıl bir uyum yakalayacaklarını görmek ilginç olacak. Son dönemde çok fazla yarışmadığı için başlangıçta biraz zorlanabilir, ama zirve formuna ulaşması ve kazanmaya başlaması için ona birkaç ay vermeye hazırım. INEOS formasıyla toplu sprint finişlerinde yeniden bir sprinter görmek harika olacak.
INEOS bu sezona güçlü başladı, oysa geçen yıl onlar için biraz hayal kırıklığıydı. Bu istikrarı sürdürebilirler mi?
Bence bu dönüşümün arkasında doğrudan bisikletçilerin kendisi var. Sonuçta pedalı çeviren onlar ama dışarıdan bakınca, takım içindeki rollerine çok daha fazla sahip çıktıklarını görüyorum. INEOS’ta eskiden her şey bir sisteme bağlıydı, ne zaman ne yapacakları kesin kurallarla belirlenmişti ve bir formüle göre hareket ediyorlardı.
Şimdi ise daha içgüdüsel bir şekilde yarışıyor gibiler, fazla düşünmeden ve telsizden gelecek talimatları beklemeden hareket ediyorlar. Önceden tüm o planlama ve yapı içinde sıkışmışlardı ama artık tekrar içgüdüleriyle yarışıyorlar. Kendilerini yarışlara bırakıyorlar ve bundan keyif alıyorlar, sürekli baskı dolu bir sürecin içinde değiller.
Takımdaki kıdemli isimlerin, özellikle Kwiatkowski ve Geraint Thomas’ın, bu yeni zihniyetin öncüsü olduğunu düşünüyorum. Gerçekten taze bir bakış açısı var ve bu da takımı ileriye taşıyor. Şu ana kadar gördüklerimden çok memnunum.
Şu anda üç tür bisikletçi var: yalnızca tek bir disiplinde yarışanlar, hem Büyük Turlar hem de tek günlük klasiklerde yarışanlar ve yol bisikletinin yanı sıra farklı disiplinlerde de yarışanlar. Sence bu son kategori bisikletçiliğin geleceğini mi temsil ediyor?
Bence kesinlikle öyle. Pidcock gibi çok disiplinli bir sporcuya bakarsak, hem dağ bisikleti hem de cyclocross hem de yol bisikletinde yer alıyor. Wout van Aert, hem cyclocross hem de yol bisikletinde yarışıyor. Mathieu van der Poel ise hem cyclocross’ta hem de yol bisikletinde dünya şampiyonu olmuş bir isim. Bu bisikletçiler farklı disiplinlerde yarışarak yetiştiler ve hatta Peter Sagan bile yol bisikletine geçmeden önce dağ bisikleti geçmişine sahipti.
Ben de bu durumu kendi kariyerimden anlayabiliyorum. Profesyonel olduğumda BMX geçmişim vardı ve pist bisikletinde de yarışmıştım. Birden fazla disiplinde yarışan bisikletçiler, yalnızca tek bir alana odaklananlara kıyasla teknik beceri açısından büyük bir avantaja sahip oluyor. Tabii ki Büyük Turlara odaklanıp hiç dağ bisikletine binmemiş ve kendi alanında en iyisi olmuş bisikletçiler var. Ama teknik beceri açısından bakarsak çok disiplinli yarışçılar net bir üstünlüğe sahip.
Eğer yarışların ortalama hızlarının artışından, daha yüksek tempodan ve kazaların tehlikesinden bahsedecek olursak - ki evet artık daha fazla kaza var gibi görünüyor ama bence bunun nedeni, her yerde kameraların olması ve her kazayı daha net bir şekilde görebilmemiz - genç bisikletçilerin farklı disiplinleri denemesini kesinlikle destekliyorum. Sadece yol bisikletine odaklanarak yetişen bir sporcuya göre teknik becerileri çok daha iyi durumda oluyor. Bu da uzun vadede yarışlarda yaşanan kazaların azalmasına yardımcı olacaktır. Pelotonda kendilerini daha iyi kontrol edebilirler ve daha güvenli yarışabilirler.
Bu yıl klasiklerde Mads Pedersen’den beklentilerin neler?
Şunu kesin olarak söyleyebilirim ki Mads, yarıştığı her kilometrede sonuna kadar mücadele edecek. Son birkaç sezonda inanılmaz bir performans sergiledi ve Mathieu van der Poel gibi “büyük favori” gösterilen isimler olsa bile Mads hiçbir zaman bu büyük favorlerle baş başa mücadele etmekten kaçınmadı. Bunu Gent–Wevelgem’de görmüştük.
Mads’in yarışma tarzını gerçekten çok seviyorum. Çok pozitif bir yarışçı, saldırmaktan ve kendini ortaya koymaktan hiç çekinmiyor. Her zaman agresif ama aynı zamanda adil bir şekilde yarışıyor.
Onu izlediğinizde, her yarışta kazanmak için %100’ünü veren birini görüyorsunuz. Bu gerçekten heyecan verici. Mads çok yönlü bir bisikletçi; toplu sprint finişiyle bir yarı-klasik kazanabilir ya da yarışın bitimine 120 kilometre kala on kişilik bir kaçış grubunun içinde yer alabilir. Yarışı kendisi koparıp iki kişilik bir kaçışa girebilir ya da solo bir zafere ulaşabilir. Kazanmak için birçok yolu var ama değişmeyen tek şey, onun zafer açlığı. Bu açlık onu izlemeyi bu kadar keyifli hâle getiriyor ve bu yüzden birçok insan onun yarışlarını büyük bir heyecanla takip ediyor.
Sence Lidl-Trek önümüzdeki birkaç sezon içinde INEOS veya Jumbo-Visma gibi zirveye oynayan en büyük takımlardan biri olabilir mi?
Kesinlikle. Özellikle klasikler açısından %100 katılıyorum. Mads Pedersen, Jasper Stuyven ve Jonathan Milan’ın yanı sıra onları destekleyen deneyimli birçok isim var. Bu üçlü, takımın klasiklerdeki liderleri olacak.
Ancak genel takım açısından konuşacak olursak, UAE ve Jumbo-Visma gibi ekiplerle yarışmak kolay değil. Tadej Pogacar ve Jonas Vingegaard gibi iki büyük liderleri var ve onları yenmek gerçekten zor. Diğer tüm takımlar, en iyi ihtimalle onlarla podyumu paylaşmayı umabilir.
Tao Geoghegan Hart, birkaç sezon önce yaşadığı kalça sakatlığından sonra geri dönmekte zorlandı ama şimdi Lidl-Trek ile anlaştı. Onun yeniden yükselişe geçmesini umuyorum, ancak şu an için onları genel klasman yarışlarında büyük favoriler arasında görmüyorum.
Şu anda onları gerçekten güçlü kılan şey sprint yarışları/etapları ve klasiklerdeki kadroları. Ama onları diğerlerinden ayıran asıl nokta takım içindeki uyum ve organizasyon. Fiziksel güçleri kadar, takım içindeki birliktelikleri de çok sağlam. Birbirlerini iyi tanıyorlar ve bu takım ruhu, bu sezonki başarılarının temel taşı olacak. Kazanabilecek güce sahipler ve bunu destekleyen güçlü bir takım yapıları var.

Eski İspanyol bisikletçi ve Galiçya Turu’nun (O Gran Camiño) organizatörü olan Ezequiel Mosquera, UCI puan sistemini eleştirdi. Sistemin tek günlük yarışları fazla ödüllendirdiğini, buna karşılık haftalık turların, etaplı yarışların yeterince değer görmediğini ve bunun katılımda dengesizliklere yol açtığını söyledi. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Evet, bence bu oldukça adil bir eleştiri. Farklı yarışlarda sunulan puanlara baktığınızda durum gerçekten çarpıcı. Beş-altı gün süren haftalık bir yarışta büyük bir çaba harcayabilirsiniz, ama başka bir bisikletçi, nispeten alt seviyede sayılabilecek bir tek günlük yarışa katılıp, haftalık turlarda günlerce mücadele eden birinden daha fazla puan kazanabilir. Bu, sistemde net bir dengesizlik olduğunu gösteriyor.
UCI puan sisteminin ve farklı yarış kategorilerine göre sıralama sisteminin uzun yıllar boyunca kendisini hatırlatacağını düşünüyorum. Oldukça karmaşık bir sistem ve organizatörler açısından zorlayıcı bir durum.
Gran Camiño’da ben de yorumculuk yaptım ve bildiğim kadarıyla yalnızca dört WorldTour takımı var. Önceki yıllara kıyasla çok daha az. Quick-Step, Uno-X ve Movistar gibi takımları görmek güzel ama genel olarak yarıştaki kadro, olması gerekenden daha zayıf.
Organizatörler için bu durum gerçekten zor, çünkü takvime bağlı olarak yılın belirli dönemlerinde, hak ettiklerini düşündükleri seviyede bir rekabet ortamını yakalayamayacaklarını biliyorlar. Bunun büyük bir kısmı takımların puan toplama rekabetinden kaynaklanıyor ve UCI’ın “küme düşme” sistemi bunu oldukça acımasız hâle getiriyor. Bu yüzden bazı yarışlar, aslında hak ettikleri seviyede katılım göremiyor.
UCI puan sistemine bağlı olarak Astana ve Cofidis gibi takımların WorldTour seviyesinde kalma mücadelesini izlemek ilginç oluyor. Bu biraz futboldaki kümede kalma mücadelesine benziyor. Sence bu puan sistemi adil mi, yoksa halk için fazla karmaşık mı?
Sana katılıyorum. Küme düşme sistemi bana çok da ters gelmiyor. Hangi takımlar birinci ligde kalmak için mücadele edecek, hangileri düşecek… Bunu izlemek rekabete ekstra bir boyut katıyor. Bir takım iyi performans göstermiyorsa alt seviyeye düşüyor ve tekrar yükselmek için savaşması gerekiyor. Bu, sporu daha rekabetçi yapıyor.
Ancak bisiklet, bu konuda futbola kıyasla daha zor bir durumda. Futbolda bir takım küme düştüğünde yeni sezonda tekrar mücadele edip üst lige çıkma şansı buluyor. Bisiklette ise küme düşmek, sponsorların ilgisini kaybetmesine neden olabilir ve bu da bir takımın toparlanmasını çok daha zor hâle getiriyor.
Küme düşme sistemine karşı değilim ama puanların nasıl dağıtıldığı konusunda bazı sıkıntılar var. Bazı takımlar, küçük yarışlardan kolay puanlar toplayarak sistemin açıklarını kullanabiliyor. Bu durum sinir bozucu olabiliyor çünkü büyük takımlar düşük seviyeli yarışlarda “meyveleri topluyor” ve bu da küçük takımların zafer kazanmasını zorlaştırıyor. Bunun sonucunda da küçük takımların sponsor bulması ve ayakta kalması zorlaşıyor.
Belki de bunu düzeltmek için, WorldTour takımlarının belirli alt seviye yarışlara katılımı sınırlandırılabilir. Örneğin, 1.2 seviyesindeki yarışlara katılmamaları ama 1.1 seviyesinde yarışabilmeleri gibi bir düzenleme getirilebilir. Bu, büyük takımların düşük seviyeli yarışlarda puan toplamasını biraz engelleyebilir. Bu hassas bir konu ama senin gibi düşünüyorum, küme düşme mücadelesini izlemek kesinlikle eğlenceli.
Önümüzdeki birkaç yıl içinde yeni bir süperstar ortaya çıkacak mı, yoksa her şey Pogacar’ın etrafında dönmeye devam mı edecek?
Bence Pogacar, Evenepoel ve Vingegaard üçlüsü bir süre daha sporun zirvesinde kalacak. Ancak başka isimlerden de ışık veren performanslar görüyoruz.
Juan Ayuso gibi bazı genç yetenekler bizi şaşırtmaya devam ediyorlar. Ama tercihleriyle ilgili soru işaretlerim var. Açıkça takımının yıldızı olmak istiyor ama istediği buysa şu an yanlış takımda olabilir.
Gerçek anlamda süperstar seviyesine gelecek isimler açısından ise şu an elimizde çok büyük bir yetenek havuzu var. Pogacar, Evenepoel veya biraz daha geriye gidersek Peter Sagan gibi bisikletçiler hemen sahneye çıkıp büyük yarışları kazanmaya başlıyorlar. Bu tür yükselişler çok nadir gerçekleşir, her yıl böyle bir bisikletçi ortaya çıkmaz.
Elbette yetenekli genç isimler var, ancak şu an Pogacar, Evenepoel ve Vingegaard’ın yanına koyabileceğimiz yeni bir süperstar görmedim.
Bununla birlikte umut verici işaretler var. Örneğin, Ocak ayında Tour Down Under’da Lidl-Trek’in 18 yaşındaki Danimarkalı ismi Albert Withen Philipsen birçok kişiyi etkiledi. Çok genç olmasına rağmen inanılmaz güçlüydü.
Peki, süperstar olacak mı? Genç yaş kategorisinde süperstardı, ancak WorldTour seviyesinde süperstara dönüşmek bambaşka bir seviye. İnsanlar şimdiden onun hakkında heyecanlı ve bunda haklılar. Ama unutmamız gereken şey şu: O hâlâ çok genç. Gelişimini dikkatli yönetmek önemli olacak.