
Dün, Bugün, Yarın
14 dk
Arsenal, Mesut Özil, Arsene Wenger, Fransa ve birkaç şey daha... Fransız yıldız Robert Pires Socrates'e konuştu.
Biz Robert Pires’i yeşil sahalardan tanıyoruz. Peki, profesyonel futbola nokta koyan Pires, şu sıralar neler yapıyor?
Üç farklı işim var... Arsenal’ın temsilcilerinden biriyim, kulüp adına dünyanın çeşitli yerlerindeki organizasyonlara katılıyorum. Bunun dışında Puma markasının yüzlerinden biriyim ve Fransız televizyonu beIN Sports'ta Şampiyonlar Ligi akşamları yorumculuk yapıyorum. Bu çok hoşuma gidiyor; Marcel Desailly, Eric Abidal ve Sonny Anderson gibi eski takım arkadaşlarımdan oluşan keyifli bir ekiple çalışıyorum.
Planlarınızda başka şeyler var mı?
Dürüst olmak gerekirse birinci sınıf bir kulübün, mesela Arsenal'ın sportif direktörü olmak beni heyecanlandırırdı.
Kariyerinize 40 yaşınızda son verdiniz. Kramponları çıkarmayı hiç istemiyordunuz, değil mi?
Futboldan sonuna kadar zevk aldım. Ama bir süre sonra bedenimin artık yüksek tempoya ayak uyduramadığı bir noktaya ulaştım. Son dönemde Hindistan'da oynadığımdan ve ailemden çok uzak olduğumdan, bu onlar için de zor bir hâl almıştı. Ama ben hep oynamak istiyorum. Bugün bile 5'e 5 çalışmasında zorlanmadan herkese kafa tutabilirim.
O çalışmada size zorluk çıkartabilecek birisi varsa o da Mesut Özil, değil mi?
Mesut, zaman içinde olgunlaştı ve dünya çapında bir futbolcuya dönüştü. Topla bu kadar iyi olan çok az oyuncuya rastladım. Onu izlemek çok büyük bir zevk. Ve tüm başarılarına, özellikle de Almanya ile kazandıklarına rağmen hiç değişmedi.
Mesut Özil 28 yaşında. Kendini daha da geliştirebileceği belirli alanlar var mı?
İngilizler Mesut'a büyük bir saygı duyuyor. Bu konuda Almanlarla hemfikirler. Onu özellikle çok yüksek bir oyun zekâsına sahip olduğu için beğeniyorlar ki en güçlü yanı da bu zaten. Son yıllarda, topun rakipte olduğu durumlardaki oyununda da çok büyük gelişme kaydetti. Takım arkadaşlarını desteklemek için eskiye kıyasla çok daha fazla geriye geliyor.
Daha iyi yapabileceği yegâne şey var; o da gol atmak. Gelecekte daha fazla kendini düşünmeyi ve daha isabetli şutlar atmayı başarabilirse en büyük futbolculardan biri olur. Muhteşem sol ayağıyla sezon başına 15 gol atması gerektiğini söyleyerek onu biraz kışkırtıyorum. Ama o, sürekli zekice bir pas atmayı sevdiğini ve yeğlediğini vurguluyor.
Arsene Wenger'le devam edelim... Hem insan hem de teknik direktör olarak onu çok iyi tanıyan az sayıda insandan birisiniz. 67 yaşında hâlâ bu kadar motive gözükmesinin sebebi nedir sizce?
Arsene, futbolu ve Arsenal'ı seviyor. İkisi birbirlerini buldular. Arsene'in Colney'deki antrenman tesislerindeki bürosuna uğramadığı tek bir gün yok. Antrenman olmadığında bile her gün orada belirli bir süre geçirme ihtiyacı duyuyor. Buna gereksinimi var. Evde kalmayı aklından bile geçirmiyor. Zaten bunu yapamaz da... Herhâlde kafayı yer. (Gülüyor)
Yani 21 yılın ardından hâlâ Arsenal'ın teknik direktörü olması sizi şaşırtmıyor?
Hem de hiç... Arsenal sevgisi ona her gün enerji veriyor. Hâlâ eskiden olduğu gibi son derece tutkulu ve motive olduğunu hissediyorum.
Ama ona yönelik eleştiriler de var...
O, eşsiz bir insan. 20 yılı aşkın bir süre aynı kulüpte kalmak, aslında akıl almaz bir şey. Bunu gerçekten kavrayabilmek için kendinizi arada bir çimdiklemeniz gerekiyor. 1996'da Japonya'dan Londra'ya geldiğinde Ada'da hiç tanınmıyordu. Titizliği, tarzı ve yeteneği sayesinde bu kulübü yeni boyutlara taşıdı. Bugün Arsenal İngiltere'nin de, Avrupa'nın da en büyük kulüplerinden biri. Ve bunu sadece ona borçluyuz. Arsenal'ın kesintisiz her yıl Şampiyonlar Ligi’nde oynaması da çok önemli bir başarı. Bunu başaran yegâne diğer kulüp Real Madrid ve tüm Avrupa'da başka bir örneği yok. [Editör notu: Arsenal, bu sezon sonunda Şampiyonlar Ligi vizesi alamadı.]

Wenger bu sürede hiç değişmedi mi?
Hem de hiç... İlk günküyle aynı bakış açısına, aynı felsefeye ve insan yönetimi tarzına sahip. 4-4-2'ye devam etmek yerine uzun yıllar sonra 4-5-1'e ve son dönemde üçlü savunmaya geçmesi hariç oyun sistemi de pek değişmedi.
Geçtiğimiz yıllarda Arsenal'ın transferleri yüzünden çokça eleştirilmişti...
Yılları ve devirleri karşılaştırmak hiç kolay değil. Eskiden Arsenal, görece hesaplı birçok oyuncu transfer ederdi. Şimdi artık bir stoper için bile büyük meblağlar ödemek zorunda olduğunuzu, Shkodran Mustafi örneğinde de görüyoruz. Bugünkü piyasa böyle. Bu, yetenekli genç futbolcular almak isteyen Arsene'in felsefesine uygun değil ama durumlar değişti ve o da buna uyum sağlamak zorunda. Santi Cazorla, Mesut Özil ve Alexis Sanchez alındığında da Arsenal büyük para harcadı ama hepsi de kendilerinden beklenenleri yerine getirerek başarılı oldu. Dolayısıyla ona yönelik eleştiriler her zaman haklı değildi. Ayrıca, her sezon sakatlıklardan da çok çekti.
Bugünlerde birçok insan, onun döneminin kapandığını ve gitmesi gerektiğini söylüyor. Bunu kısmen anlayabilirim, zira uzun yıllardır iki FA Cup zaferi hariç başarı yaşanmadı. Taraftarlar özlemle Premier Lig'de ya da Şampiyonlar Ligi’nde şampiyonluk bekliyor ancak takım en büyük arenada 2010'dan bu yana sürekli son 16'da elendi. Bu elbette, sadık taraftarlar için oldukça büyük bir hayal kırıklığı.
Ancak bir yandan da Arsenal son derece istikrarlı ve her sezon Şampiyonlar Ligi’ne katılıyor. Bu olağanüstü bir sonuç ve İngiltere'de bunu başaramayan pek çok kulüp var. Manchester United'a, Liverpool'a ya da Chelsea'ye bir sorun bakalım...
Peki Wenger'i idealist olarak niteleyebilir miyiz?
Kesinlikle. İdealizm, onun alametifarikası. Hangi turnuvada, hangi havada, hangi rakibe karşı olursa olsun, takımının göze hoş gelen bir futbol oynaması lazım. Ben onun takımında oynarken de bu böyleydi ve bugüne kadar da hiç değişmedi. Hector Bellerin ya da zamanında Aaron Ramsey gibi genç futbolculara zorlu görevler vermekten hiç çekinmedi. 70-80 milyon Euro’ya dünya çapında yıldızlar transfer etmektense bu tür yetenekleri geliştirmeyi tercih ediyor ve önemsiyor.
Kendisine yönelik ağır eleştirileri umursamıyormuş gibi görünüyor...
Evet, öyle... Mental açıdan son derece güçlü. Tüm bu eleştiriler yağarken o bunları kafasına hiç takmıyor. Taraftarlardan, medyadan ya da rakip teknik direktörlerden eleştiri gelmesini hiç umursamıyor. Daima kendini bundan bağımsız kılmayı ve yürüdüğü yoldan sapmadan devam etmeyi başarıyor. Tabii bu kadar güçlü olmasının bir nedeni de başkan Ivan Gazidis'in ona çok büyük bir güven duyması.
Peki hiç şüpheye düşmüyor mu?
20 yıl içinde bir kez olsun Arsene'in şüpheye düştüğünü görmedim. Son derece özgüvenli, yöntemlerine ve çalışma tarzına sadık bir insan. Takımı maç kaybettiğinde, bir sonrakinde daha iyi olacağından ve her zaman harika bir tepki gösterebileceğinden tamamıyla emin. Oyuncularına güveniyor. Kendini de yeterince eleştiriyor bence, yoksa bu kadar uzun süre dayanamazdı. Oyuncularıyla, yardımcılarıyla ve diğer yetkililerle sürekli bir fikir alışverişi içinde.
Peki ne zaman bırakacak? Bu konuda hisleriniz ne diyor?
Yapacağı işi henüz bitirmediğine inanıyorum. Arsenal'la en azından bir kez daha denemek istiyor. Önemli olan tek şey motivasyonu ve o motivasyon da kesinlikle hâlâ onda mevcut. Olası bir veda hakkında düşünmesi normal ama içinde o coşkuyu taşımaya devam ediyor. Kararında da bu belirleyici olacaktır. Kendi adıma konuşursam, ne olursa olsun, ona inanmadığım tek bir an bile yaşamadım. Büyük bir kalbe sahip, harika bir insan.
2003-2004 sezonunda İngiltere şampiyonu olmakla kalmamış, aynı zamanda hiç yenilmeyerek tarihe geçmiştiniz. İnsanlar sizinle hâlâ sıkça bu konu hakkında konuşuyor mu?
Evet, mütemadiyen. En çok da Arsenal'daki taraftarlarımız ya da Hindistan'da olduğum dönemde karşılaştığım insanlar... Bu kesinlikle kariyerimin doruk noktalarından biriydi.

O zamanki Arsenal 11’inin en güçlü yanı neydi?
Tamamen kenetlenmiştik. Thierry Henry, Patrick Vieira, Sylvain Wiltord, Kolo Toure ve Sol Campbell'la yakın arkadaştık. Özel hayatımızda da birlikte birçok şey yapıyorduk. O 11’i adım adım inşa etmiş olduğu için de Arsene Wenger'e müteşekkirim.
Başaramadığınız tek şey, Avrupa sahnesinde zirveye ulaşmaktı...
Doğru... Mayıs 2006’da finale çıktık ama ne yazık ki Barcelona'ya 2-1 yenildik. Bu, uluslararası arenada bizim için doruk noktasıydı. Ama Fransa Milli Takımı’yla da harika birkaç deneyim yaşadım. 1998'de Dünya Kupası’nı, 2000'de de Avrupa Şampiyonası’nı kazandık. Fransız futbolunun en başarılı dönemlerinden biriydi bu. 2003-2004 sezonundaki Arsenal'la benzerlikler taşıyordu; çok sayıda arkadaş kenetlenmiş ve birlik olmuştuk. Üstünden neredeyse 20 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ birbirimizle haberleşiyor ve düzenli olarak görüşüyoruz. Başarımızın sırrı da buydu.
Doğuştan Fransız olsanız da bir Portekizlinin oğlusunuz. 2016 Avrupa Şampiyonası finalinde kalbiniz kimin için attı?
Portekiz benim için çok önemli. Çocukluğumda her yaz tatilinde annem, babam ve kardeşim Tony ile birlikte Ponte de Lima'da, Braga'daydım. 17 yaşına gelene kadar her yazı orada geçirdim. Harika zamanlardı. Kuzenlerimle sürekli kumsalda futbol oynardık. Portekiz kültürü içimde yer etmiş, Portekizce konuşuyorum. Portekiz kökenli olmaktan gurur duyuyorum. Kişisel açıdan bunun, hayalini kurduğum final olduğu açık. İki ülkem finalde karşılaştı, üstelik de Fransa'da... İnanılmazdı. Ama ben Fransa'yı tuttum. Maçtan önce babama, “Başarabilirsek sizi yeneceğiz, tıpkı 2000 Avrupa Şampiyonası’nda olduğu gibi” dedim. Ama öyle olmadı.
Kariyerinizi göz önüne aldığınızda, aklınızda özellikle yer eden bir an var mı?
2000 yılında İtalya'yla oynadığımız finalde David Trezeguet'nin skoru belirleyen altın golündeki asistim tabii ki... Roger Lemerre beni ancak 86. dakikada oyuna almıştı. Sol kanatta oynamam gerekiyordu. Nasıl yapacağımı bilmesem de oyunu derhâl hareketlendirmiştim. O gün, yedek oyuncuların ne kadar belirleyici olduğu bir kez daha görülmüştü. Kenarda silahlarınız olmadan büyük şampiyonluklar kazanamazsınız.