Roman Kahramanı

18 dk

Güzellik, karakter, duygu, atletizm... Katarina Witt'i tüplü televizyonda izlerken aklınızdan ve kalbinizden geçen birçok kelime hâlâ taze. Ve mirası bugün bile canlı...

Getty Images

Katarina Witt deyince aklıma Elif Key geliyor. Bir yazısında bahsediyordu; onlarda salataları babası yapar, elmaları annesi soyarmış. Anladığım kadarıyla annesi “koca melamin tabağı kucağına koyup” soyduğu elmanın dilimlerini “bıçağın ucuna takarak” eşine, çocuklarına servis edermiş.

Bu sahne, 1980’ler Türkiyesi’nde orta sınıf çekirdek aile olmanın resmi gibi geliyor bana. Ve zihnim hemen tamamlıyor: Oturma odasında, televizyon karşısında meyve yiyen bu mütevazı işçi/memur ailesi, Kenan Onuk’un anlatımıyla TRT’den artistik patinaj izliyor. O yıllarda, Anadolu’daki binlerce evde bu sahnenin tıpkısı sık sık yaşanıyordu muhtemelen. En azından küçük bir Karadeniz şehrinde yaşandığından eminim. 10-11 yaşlarındaydım. Böyle akşamlarda, Doğu Almanya adına yarışan Katarina Witt’in tek bacağını arkadan, ellerini önden kaldırıp başının üstünde birleştirerek kendi etrafında dönmesini heyecanla beklediğimizi çok net hatırlıyorum.

O sıralarda Kahramanmaraş’ta yaşayan arkadaşım Sinan, beden eğitimi defterinin kapağında Witt’in fotoğrafının olduğunu söyledi geçenlerde. Annesi yapıştırmış. Çocukluğu Ordu’nun bir köyünde geçen Mehmet, Witt’in kendileri için Michael Jackson, Indira Gandhi gibi bir figür olduğunu anlattı. Çok ünlüydü, demek istediğini zannediyorum. O dönem İskenderun’da oturan Evrim ise “Pistte uçuyordu, çok özgür görünüyordu, kadınlar için bir idoldü” dedi. Mevzu feminizme de bağlanabilir, yani.

Türkiye’den çıkan en başarılı kadın patenci Tuğba Karademir’in Olimpiyat Oyunları’na uzanan macerasının başında da Witt varmış. Tuğba üç-dört yaşlarında ailesiyle televizyondan onu izlerken bir yandan da sehpa üzerinde kaymaya çalışır, “Ben dünya şampiyonu olacağım” dermiş. Katarina Witt’te böyle, çocukların bile algılayabildiği bir fark vardı. Piste çıktığında ışık saçardı. Yaşam sevinci yayardı. Onu izledikten sonra kendinizi tazelenmiş hissederdiniz.

Peki bunu nasıl başarıyordu?

Unutulmaz

Witt’in kariyeri gerçek sportif başarılarla dolu. 1984 ve 1988’de, üst üste iki kez olimpiyat şampiyonu olmuş, dört dünya, altı Avrupa şampiyonluğu elde etmiş birinden bahsediyoruz. Bunlar kendisini spor kahramanı yapmaya yeter de artardı. Ama o, bunun ötesine geçti. Roman kahramanı gibi izlendi yıllarca. Onu şampiyonadan şampiyonaya takip etmek tefrika roman okumak gibi bir şeydi. Sıradışı bir kahramandı. Özellikle, pek çokları için ‘meşum’ Doğu Almanya (Alman Demokratik Cumhuriyeti) bayrağı altında yarışması nedeniyle.

Almanya, 1949’da ikiye bölünmüştü: Kapitalist Batı (Federal Almanya Cumhuriyeti) ve sosyalist Doğu. Birçok Batılının gözünde Doğu Almanya’nın gri, kasvetli, depresif bir imajı vardı. Buna karşın, Doğu’da doğup büyüyen Witt -olimpik sporlar uzmanı gazeteci Philip Hersh’ün isabetle tespit ettiği üzere- bunların tam tersiydi.

Doğu Almanya devleti için sporcular, uluslararası prestij kazanmanın birer aracıydı. Devlet özellikle, artistik patinaj gibi, maliyeti daha düşük bireysel sporlara yatırım yapıyor, bunun karşılığını da alıyordu. Doğu Almanya, kış olimpiyatlarında 110, yaz olimpiyatlarında 409 madalya kazandı. Fakat rejim yıkıldıktan sonra, devlet yetkililerinin madalya uğruna yıllarca sporcuları sistematik olarak doping yapmaya zorladığı anlaşıldı.

Eski koşucu Ines Geipel, BBC’ye verdiği bir röportajda, hangi maddeleri aldıklarından kendilerinin bile haberdar olmadığını söylüyordu. “Rejimdeki yaşlı adamlar küçük kızları hastalıklı hırsları uğrunda kullandılar. Bu küçük ülkenin dünyanın en iyisi olması gerektiğini düşünüyorlardı. Hastalıklı bir şey bu. Çocukluğumuzu çaldılar.” Hücre ve moleküler biyoloji üzerine çalışan Profesör Werner Franke ise yılda yaklaşık 2000 sporcunun doping programına dahil edildiğini iddia etti. “Bunu kesin olarak biliyoruz çünkü tüm detayları içeren birçok dava dosyası var. Sporcuların en küçükleri 12-13 yaşındaydı” diyordu.

Katarina Witt, işte böyle bir rejimde büyüdü.

İlk

Witt, Almanya’nın başkentini ikiye ayıran Berlin Duvarı inşa edilmeye başladıktan dört yıl sonra, 1965’te doğuyor. Çocukken İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış fizyoterapist bir anne ile tohum satan, çiftçi bir babanın kızı olarak. Annesinin çalıştığı hastanenin kreşinde, eğitmenler her öğle arasında çocukları orman içindeki bir buz pistine götürüyorlar. Pist onu büyülüyor. Kendisini piste çekiliyormuş gibi hissediyor. E.M. Swift ile birlikte yazdığı Only With Passion adlı otobiyografide “Sanki içimdeki patenci dışarı çıkmaya çalışıyordu” diye anlatıyor o hisleri.

Çok benzer bir hikâyeyi Tuğba Karademir anlattı. O da Ankara’da bir kreşe gidiyormuş ve oradaki eğitmenlerinin kendilerini bir buz pistine götürmesi sayesinde patenle tanışmış. Ailesi baleye devam etmesinden yana olsa da patenden vazgeçmemiş.

Witt de patenci olmak için altı ay boyunca anne babasına yalvarıyor. Sonunda bir gün annesi kolundan tutup piste götürüyor. Kendi yaş grubundan yüz kadar çocuk daha önceden çalışmaya başlamış. Annesinin yönlendirmesiyle, piste çıkar çıkmaz ortalara doğru ilerliyor. Çocukları çalıştıran antrenör annesine “Dünya şampiyonu olacağını garanti edemem ama yılın geri kalanında diğer çocukları yakalarsa bu grubun parçası olabilir” diyor. İki-üç yıl sonra o gruptan patene devam eden sadece Witt kalıyor.

Hızla ilerliyor. Yedi yaşında, Dresden’de katıldığı, hayatının ilk yarışmasını kazanıyor. Dokuz yaşında, Axel dışında tüm ikili atlayışları yapabilecek hâle geliyor. Ve... “İşte o yıl Frau Müller beni keşfetti ve kendi grubuna aldı.”

Dayanıklı

Burası kritik bir dönemeç. “Frau Müller’’ dediği, gelmiş geçmiş en başarılı artistik patinaj antrenörlerinden Jutta Müller. Şansa bakın ki Müller, Witt’in yaşadığı şehirde, o zamanki adıyla Karl Marx Stadt’ta oturuyor. Witt, “Hayatımda tanıdığım en tutkulu kadınlardan biri” diye tanımladığı Müller’den kariyerinin sonuna kadar (yanlış okumadınız, kariyerinin sonuna kadar) ayrılmıyor.

1950’li yıllarda kendisi de kayan ama hiçbir zaman yıldız bir patenci olmayan Müller, sert bir antrenör. Bağırıyor çağırıyor, istediği atlamayı yapıncaya kadar sporcusunun yakasını bırakmıyor. Neredeyse askerî disiplin uyguluyor. Witt, bundan şikâyetçi değil. “Demokrasi harika bir şey ama bir antrenörün bazen diktatör olması gerekir” diyor. İlişkileri ara sıra gerilse de Müller’e güvenini hiç kaybetmiyor. “Ara sıra bana bağırırdı. Bunu yapmasına izin verdiğim tek kişi oydu. Neden bağırdığını anlardım, asla bunu kişisel bir mesele gibi görmezdim. Pistten indiğimizde de her şey yolunda olurdu.” Zaten acı çekmeyi bu işin bir parçası olarak görüyor Witt: “Sporda, gösterdiğin çabanın belki yüzde 80’i özgür iradenle gerçekleşir, kalan yüzde 20 ise acıdır. İşkence. Potansiyeline ulaşmak için birinin seni kırbaçlaması gerekir.” Müller, sadece ‘kırbaçlamayı’ değil, Witt’in sırtını sıvazlamayı da biliyor. İyi iş çıkardığında onu takdir ettiğini göstermekten geri durmuyor. Ama bunu çok sık yapmamaya da dikkat ediyor. Aralarında hep bir mesafe var. “Frau Müller hem harika bir antrenör hem de arkadaş olunamayacağının farkındaydı” diyor Witt.

Ayrıcalıklı

Witt’in pistte elde ettiği başarı, pist dışındaki hayatını da değiştiriyor. Doğu Almanya vatandaşları, en temel özgürlüklerin bazılarından mahrum. İstedikleri zaman yurt dışına çıkamıyorlar, mesela. Ev, araba almak için yıllarca sıra beklemek zorunda kalıyorlar. Devlet birçok kişinin hayatını gizli gizli izliyor, kayıt altına alıyor; insanlar sürekli takip ediliyor.

Rejim çöktükten sonra Witt’in de devlet tarafından dakika dakika izlendiği, hakkında dosyalarca belge tutulduğu ortaya çıkıyor. Gerçi o, bu belgeleri görmeden önce de devletin özel yaşamına müdahale ettiğini biliyor. İlk kez bir erkek arkadaşı olduğunda devlet yetkilileri bu aşkın dikkatini dağıtacağı, onu patenden uzaklaştıracağı endişesine kapılıyor. Çocuk askere alınınca ülkenin öteki ucuna gönderiliyor ki izin günlerinde bile Witt’i görmeye gelemesin.

Yine de Witt, artistik patinajda elde ettiği başarılar sayesinde ayrıcalıklı bir yaşam sürüyor. 1984’te Avrupa şampiyonu olunca devlet kendi dairesini almasına izin veriyor. İlk Olimpiyat şampiyonluğu sayesinde de Rus yapımı Lada marka bir otomobil alabiliyor. Uluslararası yarışmalara katıldığı için yeni ülkeler görebiliyor, yeni insanlarla karşılaşabiliyor. Hatta profesyonel olarak gösteri turnelerine bile katılabiliyor.

Witt, rejim yıkıldıktan sonra bile eski yönetimi toptan kötülemekten kaçınıyor. Kendisine sunduğu imkânlar nedeniyle ülkesine minnettar olduğunu anlatıyor hep. “Batı’dan, kapitalist bir ülkeden olsaydım, 1984’te şampiyon olduktan sonra konuşmalardan, televizyon şovlarından o kadar çok kazanıyor olurdum ki büyük ihtimalle yarışmayı bırakırdım... Bu yüzden de geriye dönüp bakınca Doğu Almanya’da büyüdüğüme memnun oluyorum. Ülkem, bana hâlâ koruduğum birtakım değerler verdi. Para konusunda, mesela. Tamam, para harika bir şey ama yaptığım hiçbir şeyin asıl nedeni para kazanmak olmadı.”

Witt, özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından hemen sonra, bu tutumu nedeniyle çok eleştiriliyor. Yıkılan rejimin iş birlikçisi hatta muhbiri olmakla suçlanıyor.

Buna karşın, Avusturya’da yaşayan spor yazarı Egon Theiner, Witt’in kayakla atlamacı Jens Weißflog ile birlikte Doğu Almanya’nın enönemli spor yüzlerinden biri olduğunu, ara sıra eleştirilse de bir kış sporları kahramanı olarak görüldüğünü söylüyor

Galip

Witt’i izlemenin en zevkli yanlarından biri ise sık sık kazanmasıydı.

Şampiyonların çoğu -belki de tümü- gibi ruhundan rekabetçilik fışkıran biri. Kazanmayı çok önemsiyor ve bunu ifade etmekten, buna göre yaşamaktan hiç çekinmiyor.

Gençlik yıllarında rakiplerini ‘düşman’ gibi gördüğünü, öyle görmeye ihtiyacı olduğunu bile açıkça söyleyebiliyor. “Gerçekten fark yaratacak bir performans ortaya koymak için kendine güvenmen, hatta belki de içinde biraz acımasızlık olması lazım. Rakibinin hislerine karşı tamamıyla kayıtsız kalabilmelisin.”

Yaşı ilerledikçe sporcuların aslında sadece kendileriyle yarıştıklarını düşünmeye başlasa da gençlik yıllarındaki tutumundan pişman olmuyor: “Amatör bir sporcuyken bu şekilde düşünerek iki olimpiyat altını kazanamazdım. Diğer kızların arkadaşım değil, rakibim olduğunu düşünmek zorundaydım.”

Olimpik

Katarina Witt, bu felsefeyle, henüz 18 yaşındayken ilk olimpiyat zaferlerini elde etti. 1984 Saraybosna Kış Olimpiyat Oyunları’nda. İkinci zafer ise 1988’de geldi. Orada, muhtemelen tüm kariyerinin en çok akılda kalan performansını sergiledi.

Kadınlar yarışmasında zorunlu hareketler ve kısa program bittiğinde, her iki bölümde de ikinci olan Amerikalı Debi Thomas liderdi. Witt, kısa programda ilk sırayı almıştı ama zorunlu hareketlerde üçüncü geldiği için toplamda Thomas’ın arkasında, ikinci sırada kalmıştı. Soğuk Savaş’ın ‘Batı Cephesi’nden Thomas ile ‘Doğu Cephesi’nden Witt başa baş ilerliyordu, anlayacağınız. İşin daha tufahı, uzun programda her ikisi de Georges Bizet’nin Carmen operasından parçalar eşliğinde yarışacaktı!

“Carmen’lerin Savaşı” adı yakıştırılan bu mücadele o kadar ilgi çekti ki Witt, röportaj taleplerini karşılayamayacak hâle geldi. Uluslararası Paten Birliği ilk kez bir artistik patinaj yarışmacısı için basın toplantısı düzenlemek zorunda kaldı. Önce Witt piste çıktı. Carmen temsillerinde klasikleştiği üzere kırmızı bir kostüm, heyecandan sürekli tazelediği için biraz abartılı bir makyaj ve son derece teatral bir gösteriyle seyircileri büyüledi. Performansını, Carmen’in ölümünü temsilen buza uzanarak noktaladığında gönülleri fethetmişti ama galibiyet garanti değildi. Sıra Thomas’a geldi. Patencilerin hiç âdeti olmadığı hâlde Witt gitti tribüne oturdu, rakibini izlemeye koyuldu.“

Kenar panolarının yanında (antrenörü) Bay McGowan onu yüreklendirecek son birkaç söz söyledikten sonra ellerini birbirine vurup ayrılacaklardı. İkisi de her zaman iki elini birden kullanarak bu hareketi yapardı. Ama bu sefer Debi antrenörünün ellerini tutturamadı. O an kazanamayacağını anladım. Aklı orada değildi. Korkuyordu. Görebiliyordum... Ve insan doğası işte, şöyle düşünmeye başladım: ‘Düş, düş, düş!’ Herkes böyle düşünür. Dürüst olacağım. Elerinizin üstüne oturup ‘Ne olur düş, mayonun üstüne otur’ diye düşünürsünüz.”

Thomas düşmedi ama bir yerde dengesini kaybetti, başka bir yerde tökezledi ve sonunda ancak Elizabeth Manley’nin arkasında üçüncü olabildi. Podyumun ilk basamağında Witt vardı. Aslında Thomas büyük bir başarı elde etmişti. Kış olimpiyatlarında madalya kazanan ilk siyahi sporcu olmuştu. Ama uzun programa ilk sırada girdikten sonra üçüncülüğe gerileyince ruhen çökmüştü, madalya töreninde Witt’in elini bile sıkmadı. Rakibi de bundan hiç gocunmadı, hatta Thomas’ı takdirle karşıladı: “Hayalleri yıkılmıştı, benim adıma mutu değildi, dürüst davrandı.”

‘Carmen’lerin Savaşı’ öyle bir etki bıraktı ki Kanada’da teknik uzmanlığın yanı sıra antrenörlük yapmayı sürdüren Tuğba Karademir, bugün bile öğrencilerine Carmen’den parça seçtirmediğini anlattı. “Diğer antrenörler de genellikle istemez. Bugünkü hakemler de Witt’in yaşında olduğu için yarışmacıları onunla karşılaştırabilirler çünkü.”

Witt, son olimpiyat macerasında, ilk ikisinde önünü açan kazanma hırsına yenik düştü. İkinci olimpiyat şampiyonluğundan sonra profesyonel olarak kaymaya başlamıştı. Amerika ve Avrupa’da, gezici topluluklarla paten gösterilerine çıkıyordu. 1994’te amatör patene geri döndü. Lillehammer’de düzenlenecek olimpiyat oyunlarında yeniden kendisine meydan okumak istiyordu. Deneyimli bir sporcu olarak olimpiyatların tadını çıkarma, bunu yaparken de dünyaya bir mesaj verme niyetindeydi.

Saraybosna, o günlerde savaş alanıydı. Olimpiyat oyunlarının düzenlendiği pist yerle bir olmuştu. Barış mesajı vereceği bir serbest program hazırladı. Pete Seeger’in Where Have All The Flowers Gone parçası eşliğinde bir kez daha seyirciyi kendisine hayran bırakmayı başardı, ayakta alkışlandı. Ama programını istediği gibi uygulayamamıştı. Planladığı beş üçlü atlayıştan sadece üçünü yapabilmişti. Seyircileri selamlarken “Özür dilerim” deyip duruyordu.

Performansından memnun olmamasının asıl nedeni ise sportif heveslerinin asıl hedefini gölgede bırakmasıydı. “Sporcu yanım birden bana ‘Madalya şansın var. Madalya kazanabilirsin’ dedi. O kadar aptalcaydı ki! Ama öyle yetiştirilmiştim; sporcu olmak üzere. Yarışmalara kazanmak için gitmem öğretilmişti hep bana, sadece katılımcı olmak için değil.” O olimpiyatta yedincilikle yetinmek zorunda kaldı.

Güzel

Witt çok iyi bir teknik eğitim almış, rekabetçi, yarışma stresiyle baş edebilen, şampiyonluklar kazanan bir sporcu ve... güzel bir kadın. Tabii ki bu da cazibesine katkıda bulunuyor. Üstelik onunki Hollywood yıldızlarınınkine benzeyen türden bir güzellik. Ünlendiği ilk yıllarda, 1980’de Mavi Göl filmiyle sükse yapan Brooke Shields’a benzetiliyor. Shields’ın kendisi tarafından bile.

Güzelliğini sergilemekten de çekinmiyor. 1988 Calgary’deki kısa programında, etek yerine tüyler dikilmiş bir kostümle yarışması Uluslararası Paten Birliği’nin kurallarını gözden geçirmesine neden oluyor. Birlik, ‘Katarina Kuralı’ diye bilinen bir düzenlemeyle, sporcuların kalçalarını kapatan etekler giymesini şart koşuyor.

Witt’in bir diğer sansasyonel seçimi ise amatör kariyerini noktaladıktan sonra, 1998’de, erotik fotoğraflar yayımlayan Playboy dergisine soyunması. Dergi hâliyle yok satıyor. Witt, dergiden gelen teklifleri on yıl reddettikten sonra fikrini değiştirdiğini, bunun için yüklü bir ücret alsa da asıl amacının farklı olduğunu söylüyor. The Telegraph gazetesine yaptığı açıklamada “Profesyonel bir patenci olarak geçirdiğim on yılda tatlı, güzel buz prensesi imajına saplanıp kaldığımı hissettim. İnsanların algısını değiştirmek istedim” diye konuşuyor.

Kendisi nasıl tiplerden hoşlanıyor diye soracak olursanız... “Birlikte at hırsızlığı yapabileceği erkeklerden.” The New York Times’a öyle demiş. Bu bir Alman deyişiymiş. “Her şeyi paylaşabileceğin birisi” anlamına geliyormuş. Ayrıca, Witt maçoerkeklerden nefretediyormuş. Zayıflıkları olan, ağlayabilen erkekleri seviyormuş.

Artistik

Witt’in en güçlü yanlarından biri de artistik yeteneklere sahip olmasıydı. Seyirciyle barışık, rol yapabilen, karakter canlandırabilen bir patenciydi. Zaten küçüklüğünden itibaren ilgi odağı olmayı, seyirciye oynamayı seviyor. O kadar ki antrenörü Müller, boş tribünler karşısında çalışma hevesi azalıyor diye antrenmanlarını erkek sürat patencilerinin izleyebileceği zamanlara denk getirmeye çalışıyor.

Witt, yarışmalarda da kendi deyişiyle “seyirciyle ve jüriyle flört” ediyor. Ünlü Carmen programında mesela, neredeyse 20 saniye pistin ortasında pozdan poza giriyor. Aslında sadece bu ‘flört’ bölümleri değil, programlarının tamamı birer hikâye gibi. Zaten, tek kadınlar müsabakalarında ilk karakter canlandıranın kendisi olduğunu söylüyor. “Bu benim alametifarikam oldu. Mozart’ı, Batı Yakası Hikâyesi’nden Maria’yı, Robin Hood’u, Carmen’i oynadım... Biz sadece bir müzik parçasını alıp üstüne koreografi eklemezdik. Bir karakteri oynama fikriyle yola çıkardık çünkü hiçbir zaman kendimizi favori görmezdik, Doğu Almanya’dan geliyorduk, insanların karanlık ve sefil gördüğü bir ülkeden, eğlencesiz ve özgürlük olmayan bir yerden. O yüzden farklı, daha iyi, daha yaratıcı olmamız şarttı.”

Artistik becerileri amatör kariyerine nokta koyduktan sonra da Witt’in işine yaradı. Carmen performansı, 1989’da çekilen Carmen on Ice adlı filme vesile oldu. Hatta, tamamı buz üstünde geçen ve hiç konuşma içermeyen bu müzikli filmdeki rolüyle Emmy Ödülü aldı. Sonra Jerry Maguire filmi, Everybody Loves Raymond dizisi gibi yapımlarda oyunculuğu denedi. Televizyon kanalları için üretilen paten yarışmalarına da bulaştı. Kendi ülkesinde yapımcı, İngiltere’de jüri üyesi olarak. Türkiye’ye gelip Buzda Dans programında, Mirkelam’ın Unutulmaz şarkısı eşliğinde küçük bir gösteri bile yaptı.

Ancak Witt, arkasında bıraktığı kariyeri şekillendiren en önemli varlığının artistik yeteneklerinden çok zihinsel gücü olduğunu düşünüyor. “Birçokları en iyi yaptığım şeyin jüriyle flört etmek olduğunu düşünüyordu ama bence asıl önemlisi zihinsel gücümdü. Kritik zamanlarda istediğim performansı sergileyebiliyordum” diyor ve ekliyor: “Bir şampiyonu dünya klasmanındaki diğer sporculardan ayıran budur... Gerçek bir şampiyon gerektiğinde istediği performansı sergileyebilir.”

Witt’i ayrıcalıklı kılanın ne olduğunu sorduğumda, TRT’de 1992 Albertville ve 1994 Lillehammer’dakiler de dâhil olmak üzere birçok artistik patinaj yarışmasını anlatan Barbaros Talı da aynı konuya dikkat çekti: “Katarina Witt hem zarif ve güzeldi hem de her hareketi kitapta yazıldığı gibi, jilet keskinliğiyle yapabiliyordu. Şu da var: birçokları antrenmanda harikalar yarattığı hâlde yarışma stresiyle becerilerini sergileyemez, Witt bu açıdan da çok farklıydı.”

Sesi kulaklarımızda yer etmiş bir başka artistik patinaj spikeri, Talı’nın TRT’deki meslektaşlarından Zafer Akyol da Witt’in teknik gücünü artistik becerilerinin önüne koydu: “Üçlü Axel yapamıyordu belki ama ikili Axel ya da bağlantılı hareketleri mükemmele yakın yapıyordu. En güçlü yanı ne güzelliği ne de artistik becerileriydi, tekniğiydi. Ama o tekniğin yanında öyle bir artistik beceri kazandırdılar ki ona... İşte orada da Sovyetlere uzanan sapasağlam bir opera ve bale geçmişini görüyorsunuz.”

Tutkulu

Peki Witt’in kendisine göre başarısının sırrı neydi? Nasıl oldu da dünya çapında böylesine büyük bir hayranlık kazandı? Neden başkaları değil de o aklımızda kaldı?

Son söz Katarina’mızın:

“Haddimi aşmak istemem ama eksik olan bir şeyi olimpik patene getirebileceğimi düşündüm. Bu spora tutkuyu getirebileceğimi düşündüm. Ben paten yarışması izlemeye gittiğimde etkilenmek istiyorum. Orada oturmayı ve kalbime dokunulmasını istiyorum. Bence paten böyle bir şey olmalı... Paten izlerken güzellik, karakter, atletizm görmek, duygusal olarak kendimi performansın içinde hissetmek istiyorum. Tüylerim diken diken olsun istiyorum.”

Socrates Dergi