
Rönesans
12 dk
Arsenal, 2000'lerin başında Premier Lig'de yeni bir çağ başlattı. Özlemle hatırlanan o günleri, kulübü en yakından takip eden gazetecilerden Amy Lawrence'a sorduk.
Nesiller boyunca Arsenal'ı tanımlarken klas, kültür, başarı gibi kelimeler seçildi. Bir de sıkıcı... 1996 yılında Japonya'dan gelen bir menajer kulübün imajını, Premier Lig'i ve kalan her şeyi kökünden değiştirdi. Gazeteci Amy Lawrence, 1980'lerde "Sıkıcı, sıkıcı Arsenal" tezahüratları yapılırken de Wenger-Bergkamp-Henry üçlüsü Arsenal'ı zirveye çıkarırken de kulübe çok yakındı. Geçmişin The Guardian, bugünün The Athletic yazarıyla "Güneşli, bugünlerde daha fazlasını isteyemeyeceği" bir Londra öğleninde o Arsenal takımlarını konuştuk.
Ben de dahil birçok futbol sevdalısı için 2000'lerin başındaki Arsenal takımları, hafta sonunu iple çekmenin başlıca sebeplerinden biriydi. Uzun yıllardır Arsenal'ı çok yakından takip eden biri olarak bugün dönüp o takımları hatırladığınızda aklınızda neler canlanıyor?
Fiuuv... Bir Rönesans gibi hissettirmişti. Yeni bir çağ... Daha önce hiç deneyimlemediğimiz bir şeydi. Arsenal'ı önceki onyıllarda izleyenlerde Arsenal'ın imajı çok daha farklıydı. Tarih boyu Arsenal, belli bir klasa sahipti. İşleri doğru şekilde yaptığı için gurur duyan bir kulüptü. Ama futbol stili olarak... Evet, Arsenal her zaman başarılıydı. Özellikle 1930'larda Herbert Chapman yönetiminde belki de dünyanın en tanınan futbol takımlarından biri haline gelmişti. Ama sonrasında insanlar o meşhur tezahüratı kullanmaya başladı: "Sıkıcı, sıkıcı Arsenal."
Arsenal'ın 1989'da, ligin son haftası Anfield'da galip gelip şampiyonluğa uzandığı maçta tribündeydim. Konuşabilecek duruma geldiklerinde insanların ağzından dökülen ilk kelime şampiyondu. Devamında ise "Sıkıcı, sıkıcı Arsenal" diye mırıldanıyorlardı. Bir yandan ironikti tabii, "Hey, biz kazandık, işinize gelirse" diyebilirdiniz ama öte yandan insanların hakkınızda ne düşündüğünün de farkındaydınız.
1990'ların sonu ve 2000'lerin başında Arsene Wenger döneminin en şaşaalı günleri sahnelenirken kulübün imajı da tepeden tırnağa değişmişti. O takımları izleyenler 'Sıkıcı Arsenal' kalıbını duyduklarında neden bahsettiğinizi anlayamazlardı. Artık Arsenal göz kamaştırıcı, estetik, artistik, karizmatik bir futbol oynuyordu. Mesele sadece kazanmak değildi; bunu parıl parıl parıldayarak, belli bir stilde, zarif, süratli, heyecan verici bir şekilde yapmaktı. Yepyeni bir Arsenal imajıydı bu. Bu yüzden o dönemi hatırladığımda, özellikle de yaşı biraz daha ilerlemiş Arsenal takipçileri olarak birbirimize dönüp "Oh, şuna bak, vay canına" dediğimizi anımsayacağım. Bu şekilde, bu tarzda kazanmak, işte bu Wenger futboluydu ve lakabı da belliydi: Wengerball. Yeni bir futbol fikri. Arsenal'ın tarihi, hatta Premier Lig'in geneli dikkate alınınca çok yeni hissettirmişti. Biz büyürken eski okul Britanya futbolu sertlikle tanımlanırdı; azim, fiziksel oyun, bu tür şeyler. Bu tür önkabulleri sarsarak İngiliz futbolunun zirvesine çıkıp rekabetçi, fiziksel ve agresif kalırken bir yandan da göz alıcı bir futbol oynanabileceğini göstermek harikaydı.
Daha çok Ada menşeli çalıştırıcıların hüküm sürdüğü Premier Lig'de, son olarak Japonya'da çalışmış Wenger'i dümene geçirmek de pek alışılagelmiş bir yol değildi o dönem. Basındaki ve kamuoyundaki tepkiler nasıldı?
Yalnızca basında ve kamuoyunda değil, futbolun içindeki diğer menajerler ve futbolculardan da çok güçlü eleştiriler vardı. Hatta Arsenal'daki bazı oyunculardan bile... "Neden yabancı birini getiriyorsunuz? Yabancı biri nasıl başarılı olabilir?" soruları vardı. Anlayamıyorlardı. Çılgınlık seviyesinde bir tepeden bakma hali. Bugün bakınca delice gelse de... O dönem çok daha içe kapanık bir dünyamız vardı, yeterince küreselleşmiş değildik. Her hafta televizyonda Barcelona'yı izlemiyorduk ya da Brezilya İkinci Ligi'nde yeni yeni oynamaya başlamış bir genç hakkında devasa raporlara erişimimiz yoktu. İletişim ve bilgiye ulaşım açısından çok daha dar görüşlü bir zaman dilimiydi. Bana kalırsa Wenger bile insanları bu yönde düşündükleri için suçlamadı çünkü dünyada işlerin bu şekilde yürüdüğünün farkındaydı. Arsenal'a geldiğinde İngiltere'de yabancı çalıştırıcıların yazdığı başarı hikâyeleri yoktu. Ruud Gullit, Wenger'den kısa süre önce oyuncu-antrenör olmuştu ve sezon sonunda FA Cup'ı kazanacaklardı ama Wenger'in ilk aylarında bu, çok da bir şey ifade etmiyordu tabii. Öte yandan Gullit'in futbolculuk yıllarından önemli bir şöhreti vardı ve Wenger'le aynı örnek değildi. Halihazırda bir yıldızdı zaten.
En üst seviyedeki ilk yabancı menajer Jozef Venglos'tu. 1990'da Aston Villa'nın başına geçmişti ve o dönem için çok iddialı bir karardı bu. Herkes bu deneyin başarısız olduğu konusunda hemfikirdi. Bazı şeyleri değiştirmeye çalıştı ve Ada futbolu buna hazır değildi. Wenger geldiğinde de insanlar "Bu adam da kim?" diye sordu, onu tanımıyorlardı. Uluslararası bir şöhrete sahip değildi, hele Birleşik Krallık'ta onu tanıyan pek yoktu. Bu yüzden büyük bir şüpheyle yaklaşılıyordu ama Arsene, bu algıyı çabucak değiştirdi. Bir anlamda kendisinden sonra gelecekler için kapıyı araladı: Mourinho, Benitez, bugün Guardiola ve Klopp…
İngiltere'de Wenger'in ilk tam sezonunda başarılı olup şampiyonluğa ulaşacağını tahmin edecek tek bir kişi bile bulamazdınız. Üzerine o 97-98 sezonunda FA Cup ile beraber duble yapınca, bu kadar kısa sürede başarıyı yakalamak bir şok etkisi yarattı. Futbol kalitesi, Wenger Arsenal'da olduğu için kulübe gelen oyuncular... Patrick Vieira, Nicolas Anelka, Marc Overmars, Emmanuel Petit gibi o dublenin dört devasa parçası Wenger olmasaydı asla Arsenal'da oynayamazlardı. Heyecan verici bir futboldu, diğer takımlar buna hazır değildi. Sersemlemiş durumdalardı. Böylesi bir futbol kalitesi bir anda Premier Lig'deydi.
Elbette geçmişte de çok büyük takımlara karşı, Manchester United gibi fantastik kadrolara karşı oynamışlardı ama burada karşılaştıkları, önceki deneyimlerinden tamamen farklıydı. Çok büyük bir mesaj da içeriyordu: İnsanlara, geldikleri ülkelere karşı önyargılarınız olabilir ama bunun hiçbir geçerliliği yoktur. Wenger'in kendisi de sıkça "Pasaport umurumda değil" derdi. Onun gibi önemli bir futbol insanının o dönem yeteneğe, karaktere, insana pasaporttan daha fazla önem verdiğinin altını çizmesi harika bir mesajdı. Bugünün şartlarında da öyle gerçi…
O yıllar çoğu transferin kelepir fiyatlara tamamlandığını görüyoruz. Bu başarılı transfer politikasını nasıl açıklarsınız?
Anahtar, Wenger ile yönetici David Dein arasındaki bağlantıydı. Çok iyi arkadaşlardı. Dein kulübün futbol tarafını yöneten kişiydi. Wenger'i Arsenal'a öneren de ondan başkası değildi. Geçmişten gelen bir ilişkileri vardı. Wenger önerdiyse, Dein yapardı. Birbirlerini mükemmel tamamladılar. Arsene, futbolcular hakkında devasa bir bilgiye sahipti. Dein, bu bilgi seviyesini 'ansiklopedik' şeklinde nitelerdi. Bir scout gelip Dein'e "Şu oyuncuyu izledim, şöyle iyi böyle iyi" derdi, Arsene ise o oyuncu hakkında çoktan binlerce şey biliyor olurdu. İnsanlar yepyeni bir şey keşfettiklerini düşünürdü ama Arsene tüm o isimlerin zaten farkındaydı. Hayatı, dünyanın farklı yerlerindeki maçları izleyerek ve futbolcular hakkında bilgiler biriktirerek geçmişti. Hayati bir özelliğe, oyuncuları değerlendirecek iyi bir göze sahipti. David Dein, pazarlamadaki meşhur tabirle, sizi babaannenizi bile satmaya ikna edebilirdi. Bir pazarlığı nihayete erdirebilme kabiliyetine sahipti. Futbol dünyasındaki bağlantıları da çok genişti.
Bu denklemde, istedikleri oyuncuları fiyatları yükselmeden nasıl erkenden transfer edebileceklerini biliyorlardı. Anelka'yı 17 yaşında, Henry'yi ve Vieira'yı 20 yaşında alabilirsiniz ama birkaç yıl geç kalırsanız o kalitedeki oyunculara paranız yetmez. Arsenal hiçbir zaman mega zengin kulüplerden biri değildi. Bu yüzden çok zekice davranıp, istedikleri futbolcuları doğru zamanda takıma katmayı başardılar. Overmars örneği mesela. Elbette bilinen bir futbolcuydu ama büyük sakatlıklar geçirmişti ve bir kumardı. Bazıları emin olamayabilirdi ama yeşil ışık yaktılar ve sonuç harika oldu. Bir benzeri Kanu için de geçerli. Ya da Tottenham kaptanı Sol Campbell'ı bedelsiz olarak takıma katmak, kulağa imkânsız gelirdi ama Wenger ve Dein bunu mümkün kıldılar. O sekiz-on yıllık periyotta iyi kararlar verme konusunda altın bir dokunuşa sahiptiler.
Wenger'le beraber sacayağının diğer iki sütunu Henry ve Bergkamp'tı. İkili arasındaki ilişkiyi nasıl açıklarsınız? O dönemki Arsenal'ın bencillikten uzak karakterinde iki süper yıldızın liderlik biçimi ne kadar belirleyiciydi?
Zekâ, tevazu, bencillikten uzak olma ve takımın, şahıslardan daha önemli olduğuna inanmaları. Her ikisi de izlediğim tüm yıldızlar kadar yetenekliydiler. Bergkamp etkileyici biriydi. Devasa bir mükemmeliyetçi. Arsenal'a geldiği günden vedasına kadar takımdaki herkesten daha sıkı çalıştı. Çabucak, etrafındaki oyuncular ona bakıp "Vay canına, hâlâ çalışmaya devam ediyor" derler, neredeyse bundan utanmaya başlarlardı. Ne zaman çok çalıştıklarını düşünseler takımdaki en yetenekli oyuncunun onlardan daha fazla çalıştığını görürlerdi. Arsenal'a adım attığı günden itibaren profesyonelliği bir emsal teşkil etti. Bir mükemmeliyetçi olduğu için "Antrenman yaparsam paslarımın doğru yerlere gitme ihtimali yükselir" diye düşünürdü. İlk dokunuş, pas, saha görüşü konularına takıntılıydı.
Dennis hakkında ilginç olan konulardan biri, İtalya'da çok da iyi bir deneyim yaşamadıktan sonra Arsenal'a gelmiş olmasıydı. Bazen bu tür anılar her şeye bakış açınızı değiştirir. Kendi futbolu ve futbol dünyasındaki yeri hakkında daha iyi düşünmeye hazırdı. İlk günden itibaren Arsenal'da sevgi ve destek gördüğünü hissetmişti; kulüptekiler, taraftarlar Dennis'e sahip oldukları için mutluydular. Bugüne dek de bu duygular değişmedi. Arsenal'ın ona ihtiyacı vardı, onun da Arsenal'a... Bana kalırsa, bu bir miktar tevazunun da kaynağıydı. Hiçbir zaman kulüpten daha büyük olduğunu düşünmedi.
Thierry'nin hikâyesi biraz daha farklıydı. Dennis'ten çok daha gençti ve Juventus'ta yalnızca birkaç ay geçirmişti ama güllük gülistanlık bir dönem yaşamamıştı. Genç yaşında, Dünya Kupası kazanan Fransa kadrosunda yer almıştı. Küçük yaşlarda, sanki her şey ona kolayca bahşediliyormuş gibi görünüyordu. Arsenal'a geldiğindeyse tecrübeli bir soyunma odasında çok şey öğrendi. Özellikle de geri dörtlüyü oluşturan yaşlı İngilizlerden: Tony Adams, Lee Dixon, Nigel Winterburn gibi oyunculardan... Daha tecrübelilerdi ve çok sertlerdi; gerektiği gibi davranmadığında hatasını ona söylerlerdi. Hızlıca, o adamlardan öğrendikleri ışığında oyuna bakış açısını değiştirdi. "Başarılı olacaksam çıkıp sadece bana kolay gelen şeyleri yapmam yeterli değil, başarılı olmak için daha zor kısımlara da adapte olmalıyım" farkındalığına erişti. Sonra da bu, karakterinin bir parçası oldu. Hem Dennis hem de Thierry içten şekilde Arsenal'a âşık oldular. Böylece sadece kendileri için değil, takım için de sıkı çalıştılar. İkisi de çok zekiydi ve futbolun nasıl oynanacağını çok iyi anlamışlardı. Biri daha uygun bir pozisyondaysa ona pas vermemenin aptalca olduğunu doğal şekilde kavramışlardı.
Mükemmel bir üçgen aslında: Wenger için herkes bir futbol filozofu olduğunu söyler, Bergkamp ve Henry de futbol üzerine kafa yoran karakterler…
Yüzde yüz. O takımların başarısı tesadüf değildi. Invincibles kadrosundaki herhangi biriyle konuştuğunuzda şunu fark edersiniz: Hepsi çok zeki insanlar. Bilhassa Dennis, Thierry, Arsene süper zeki şahsiyetler.
1999-2006 arası hüküm süren Bergkamp-Henry çağının en büyük hayal kırıklığı hangisiydi? 2000 UEFA Finali mi 2006 Şampiyonlar Ligi Finali mi?
Şampiyonlar Ligi Finali, tartışmasız. Rüya buydu ve çok yaklaşmışlardı. Epey tahrip ediciydi. 2000 de acı vericiydi tabii, Galatasaray o dönem çok iyi bir takıma sahip olsa da Arsenal büyük favoriydi. Çok kötü oynamışlardı ve bu kendileriyle alakalı bir hüsrandı. Şampiyonlar Ligi Finali'ndeyse tüm o rüyanın sukutuhayale uğrayışından bahsediyoruz. Yıkıcıydı.

"Wengerball heyecan verici bir futboldu. Diğer takımlar buna hazır değildi. Sersemlediler."
2005 FA Cup zaferinin ardından biri karşınıza geçip "Bu takım önümüzdeki dokuz yıl büyük bir kupa kazanamayacak" deseydi ne kadar şaşırırdınız?
İyi bir soru ama cevaplaması epey zor çünkü o zamanlar kulübe yakın herkes, sonuçlarını öngörmek güç olsa da Highbury'den Emirates'e geçiş sürecinde bir şeylerin değişeceğini biliyordu. Çok uzun süredir taraftarı, bu geçişin faydaları ve riskleri üzerinden ikna etmeye çalıştıkları için herkes olan bitenin farkındaydı. Daha büyük bir stadyuma daha fazla insan gelebilirdi, daha fazla para kazanabilirlerdi. Öte yandan bu çok pahalıydı, daha önce kimse stadyumu için bu kadar para harcamamıştı ve birkaç yıl bu masrafları karşılamak için kulüp finansal olarak sınırlanacaktı. Bir tür mortgage işte. Genç oyunculara yaslanmak zorunda kalacaklardı. Bergkamp gibi oyuncuların kariyerlerinin sonuna geldiğinin farkındaydık ve parmağınızı şıklatıp yeni bir Bergkamp bulamazdınız. Henry'nin de er ya da geç başka bir takıma gideceği aşikârdı. Birkaç yıl daha takımda kalsa da... Neticede o kadar uzun süreceğine inanmazdım tabii, Arsenal kupalar kazanmaya alışkın bir kulüptü ama bazı şeylerin değişeceğini tahmin edebilirdim. 2005'te FA Cup'ı biraz da şansın yaver gitmesiyle kazandıklarını, ligde takımın birkaç adım geri gittiğini görebilirdiniz. Rotanın değişeceğine dair sinyaller vardı ama bu kadarını öngöremezdiniz.
O döneme dair en büyük "Acaba?"nız stadyum kararı mı?
En büyük "Acaba?"m Şampiyonlar Ligi Finali olurdu. Bir diğeri de Highbury'de kalmak tabii. Highbury'yi terk etmek bazı şeyleri sonsuza dek ortadan kaldırdı. Eski sahanın ruhunu yitirmek... Bunca yıl geçti, hâlâ "Acaba değdi mi?" sorusuna net bir cevap veremiyorum. Ruhani bir yerdi, bir katedral gibiydi. Sadece bir futbol sahası değildi.
Manchester City ve Liverpool gibi baskın takımlar gördük ama hiçbiri sezonu namağlup tamamlayamadı. Invincibles'ın etkisi neydi ve bu perspektif nasıl değişti?
O başarıya duyulan saygı yıllar geçtikçe arttı. Bazı insanları sinirlendiriyor çünkü hep tartışma yaratıyor. Arsenal taraftarları o sezonu kendilerine has bir mertebe olarak görüyorlar. Kimsenin bunu yapamayacağını öne sürüyorlar. Diğer takım taraftarları "Bu takım daha fazla puan topladı, daha çok maç kazandı" diyorlar. Wenger'in eski bir sözünü hatırlatıyor bana: "Herkes en güzel kadının kendi evinde olduğunu düşünür." Her taraftar da kendi başarılarının daha büyük olduğunu kanıtlama peşinde. Komik tabii. Bana kalırsa, diğer takım taraftarlarının kazanamayacağı, sinir bozucu bir tartışma bu.
Kaybedilen: Sıfır. Hikâyenin sonu.
Eğer o kadar kolay olsaydı, daha sık yaşanırdı. Modern dönemde sadece bir kez başarılmış, tarihteki diğer tek örnekse İngiltere'de futbolun ilk yılında, profesyonelliğin olmadığı, hatta sanırım kale direklerinin bile kullanılmadığı 1800'lerde…
Çok özel bir takımdı. Güzel olansa, birçoğunun son haftalara dek sezonu namağlup bitirmeye motive bile olmamasıydı. Hayalleri şampiyon olmaktı. Son maçlar yaklaşıp insanlar bu konuda konuşmaya başladığında bunun farkına varmaya başladılar. O zaman bile, ligi dört hafta kala garantilemişken çıkıp aynı enerjiyi, aynı motivasyonu sahaya yansıtmanın zorluğundan bahsediyorlardı. Maratonu tamamlamışsınız ve biri yanınıza gelip ekstra birkaç kilometre daha koşmanızı istiyormuş gibi. Onları bu hedef için sıkıştıran Wenger'di. "Hadi çocuklar, ölümsüz olabilirsiniz, tarih yazabilirsiniz" diyordu. Bunu başardılar ama her biri bunun zorluğunu, hayal ettiklerinden daha güç olduğunu kabul edecektir. Bacaklarının, beyinlerinin o son dört hafta çalışmasını sağlamak çok zahmetliydi. Her biri de yakın maçlardı. Tarihin çok hoş bir parçası. Her Arsenal taraftarının, hatta çoğu eski futbolcunun her sezon son takım da maç kaybettiğinde birbirleriyle mesajlaşması, o sezonun şerefine kadeh kaldırması, şakalaşmaları boşa değil. Belki bir gün, başka bir takım da bunu başaracak ama o âna dek, bu ayrıcalığın tadını çıkarmaya devam edeceğiz.
Wenger'e çok yakın olduğunuzu biliyorum. Sohbetlerinizde o takımlara dair anmayı sevdiği bir anekdot var mıydı?
Çok hoşuma giden bir hikâye anlatmıştı. Bir gün Fransa'dan bir arkadaşı onu ziyarete gelmiş. Antrenman tesislerindeki lobide Arsene'i bekliyormuş. Oyuncular idmanı bitirip etrafta onları gözlemleyen birinin olduğundan bihaber şekilde, birer birer oradan geçerlerken adamın ağzı açık kalmış. Arsene'e şöyle söylemiş: "Daha önce herhangi bir oyuncu grubunun böylesi bir karizmaya sahip olduğunu görmemiştim." Dışarıya yansıttıkları özgüven, aura, kalite, profesyonellik çarpıcıydı. Temeli Arsene'den geliyordu tabii. İnsanlara, insan gibi yaklaşmalısınız. Devamında bir şansınız olabilir. Arsene, takımlarında her daim oyunculuk kadar insanlığa da önem verdi. Ne diyorduk? Karizma... Harika bir kelime.