socratesXreflect_alt

Ruh

24 dk

Galatasaraylılar, 60'lı yıllardan itibaren Gündüz Kılıç, Metin Oktay gibi adanmışlık hikâyelerini yaşadı ve dinledi. 1990'lara gelindiğinde ise bayrak Bülent Korkmaz'ın elindeydi...

Doksanlı yıllar Türk futbolunda yükseliş demekti. Bu yükseliş, 1988'deki Galatasaray-Neuchatel maçıyla kendini gösterdi, 2000'deki Avrupa kupalarıyla zirve yaptı, 2002 Dünya Kupası'ndaki üçüncülükle sona erdi. Kolunda pazubent, gözlerinde cesaretle Bülent Korkmaz, her zaman oradaydı. Galatasaray'ın sembolü ile Antalyaspor tesislerinde bir araya geldik. İlk heyecanı atlattıktan sonra, kayıt tuşuna bastık…

Edirnekapı'da geçen çocukluğunuzdan ve Tayfunspor'dan başlayalım...

Çok güzel bir çocukluk geçirdim. Hayatım daha o zamandan futbol üzerine kuruluydu. Surların arasındaki toprak sahada resmî maç yapardık. Bir tahtamız vardı meydanda, oraya maç saatini, takımları yazardık. Tayfunspor'un kırmızı-siyah formasını gittik Sirkeci'de PTT binasının oradaki ara sokaklarda bulunan spor mağazalarından aldık. Altına annelerimizin kırmızı biye yaptığı beyaz şortları giydik. Ben orta saha oynuyordum. Kalecilik yaptığım da oldu. Yeşil kazağıyla Yasin Özdenak gözümün önünden gitmez, benim Galatasaraylı olmamın en büyük sebeplerinden biri odur. Çocuklukta yaşanması gereken her şeyi yaşadım oyun olarak. Okulu sorarsan, o kötüydü. Yaramaz, haşarı, cam kıran, mahalle kavgası yapan, çete başı bir çocuktum.

Liderlik o zaman da vardı yani?

Vardı. Kavgaysa ben gidiyordum başta, maçsa ben organize ediyordum. Karnımız açsa ekmeği nasıl alacağız? Fırın arabasının arkasına atlayacağız, tam köşeyi dönerken ekmeği alıp ineceğiz, bakkala gidip zeytin peynir isteyeceğiz. Sağ olsun annemiz babamız bize bakıyordu ama biz eve gitmek istemiyorduk ki.

Babam, üniversite mezunuyla İstanbul'u görmüş adamı aynı kefeye koyardı. "Okumamış ama İstanbul çocuğu" derlerdi. Siz İstanbul çocuğu olmanın faydasını gördünüz mü?

Babam 12 yaşında Malatya'dan İstanbul'a gelmiş ve Sultanhamam Gürtoplar'ın önünde işportacılık yapmaya başlamış. Ben de yaptım. O sıra babam konfeksiyoncuydu, hemen hemen her vilayete kıyafet yolluyordu. O sandıkların çakılışını çok iyi hatırlarım. İki de dükkânımız vardı, yazın gidip orada çığırtkanlık yapıyordum. Para da kazanıyordum. Çocukken bana bir iş yaptıracaksanız para vermeniz lazımdı. Annem bakkala yollayacaksa para karşılığı; babam çimleri kestirir makasla, para karşılığı. Hâlâ kimsenin bir kuruşuna tenezzül etmem ama hakkımın da her kuruşunu isterim.

Türk futbolunun en büyük stoperi bile mahalle maçlarında orta saha ise; mahallede savunmaya geçen adamdan futbolcu olmaz mı?

Bilmiyorum, ben öyleydim. Yetenekli bir oyuncuydum bence, Edirnekapı'ya beni seyretmeye gelenler olurdu. Mahalle turnuvalarında gol krallığım var. Galatasaray'a girdiğimde, Ahmet Keskinkılıç hocam beni liberoya çekti. Canım sıkılmıştı aslında. Top gelmiyor, gelince de hemen vermek zorundayım.

Keşfedildiğiniz anda izlendiğinizi biliyor muydunuz?

Hayır. Florya'ya taşınmamız bir dönüm noktasıydı. Babama da teşekkür ediyorum, Edirnekapı'da kalsam serserinin biri olurdum. Ağzımda kötü sözler, bir çocuğun yapmayacağı çılgınca hareketler… Taşındıktan sonra da altı ay kendi başıma Edirnekapı'ya gittim. Baktım olacak gibi değil, mecburen Florya'da arkadaş edindim. Onlar da mütevazı, ahlaklı, sesi soluğu çıkmayan çocuklar; onlara benzedim. Bizim ev, tesisin hemen dibi. Tabii o zaman orada Galatasaray yok, toprak saha. Sonradan orada Galatasaray seçmeleri yapıldı, biz de aradaki boşluklarda hemen girip top oynuyorduk. Ahmet Hoca'yla rahmetli Salih Hoca (Bulgurlu) gelip yaşımı sordular, "Seni takıma alalım" dediler. Ama antrenmanlar çok uzakta, Mecidiyeköy'de yapılıyordu. Bir kez gittim, devam etmedim. Ertesi yılın seçmelerine ben de katıldım. "Kaleciler el kaldırsın" dediler, ben kaldırdım. Salih Hoca "Sen indir, sen orta sahasın" dedi.

Bir sene öncesinden mi hatırladı?

Öyle adamlar işte. O an ben seçildiğimi anladım ve Galatasaray'da benim hayatım başladı. Lisans için Malatya'dan kütük taşınırken nüfus kâğıdımdan Cesur silindi, Bülent oldum. Ailem bana hâlâ Cesur diye seslenir. Bu ismi, soyadımla bütünleşsin diye amcam vermiş bana, Bülent'i de babam Ecevit'ten dolayı koymuş.

Galatasaray altyapısından çıkan neredeyse tüm oyuncuları Ahmet ve Salih Hocalar keşfetti. Nasıl bir motivasyon var sizce bu emeğin arkasında?

Tutku işte... O zaman ben bir isim daha söyleyeyim. Ozan Kabak. Kim buldu? Ahmet Keskinkılıç. Atalay, Recep, Abdussamed… Öncesinde Emre Belözoğlu, Arda Turan, hepsinin arkasında Salih ve Ahmet Hocalar var. Maalesef bu insanlara gerekli değer verilmiyor ama Ahmet Hoca işini hâlâ zevkle ve şevkle yapıyor. Ben bakıyorum, şimdikilerin çoğu kalkıp maça gitmiyor; sokağı, okul maçlarını seyreden zaten yok. Sonra diyorlar ki futbolcu yok. Hayır, var ama siz araştırmıyorsunuz.

Sizin üzerinizde emeği olan bir diğer isim de Bülent Ünder.

Çok büyük. Beni 14-16 yaş grubundan, 16-18'e çıkardı. O dönem öyle bir şey yoktu. Bir haftada dört takımda oynuyordum. Antrenmanlar zaten evin karşısında olduğu için annem çeyrek ekmeğe peyniri koyardı, arkadaşlarıma dağıtırdım. O sıra A Takım'ı da tanımaya başladım. Çilli Mehmet, Müfit Erkasap, Fatih Terim, rahmetli Erdoğan Arıca, Raşit Çetiner... Evden su taşırdım onlara.

Cruyff, Ajax'ta oynamaya başladığında takımın kırk yıllık oyuncusu gibiymiş. O da "Çünkü benim annem Ajax kulübünde çalışıyordu, soyunma odasında oyuncularla büyüdüm" der.

Tesis yapılırken ben o dönemki arkadaşlarımla birlikte kum taşıdım, çimento taşıdım. Temel atıldığında biz su doldurup havuz niyetine kullanıyorduk orayı. Bir tek açılışta yoktum. O gün Bakırköy'de sinemaya gitmiştik, dönüşte tren kalkmayınca kaldık orada. Onun dışında tesisin her aşamasında vardım. Her türlü emeğim, alın terim var. Kırmızı topraktı ilk. O zaman ağaç da dikilmemiş, bir rüzgârla her yer toprak olurdu. Annem günde üç kez evin camını silerdi.

Babanız sizi ne kadar destekledi?

Her şey onun sayesinde oldu. İlk oynamaya başladığım Rapid Wien maçı öncesi benim pasaportum bile yoktu. Babam uğraştı, iki günde çıkarttırdı. Şimdi birçok aile, futbolcu çocuğa para gözüyle bakıyor. Babam ne bana ne Mert'e öyle yaklaştı, sadece destekledi.

Altyapıdayken Bayer Leverkusen'den transfer teklifi almışsınız…

Münih yakınlarında bir turnuvaya katılacaktık. Hiç unutmam, Bosfor Turizm... 38 saat yol... Evde bir sürü nevale hazırlandı, Edirne'den çıkmadan hepsi bitti. Glasgow Rangers, Kızılyıldız, Eintracht Frankfurt gibi takımlar vardı. Orada beni Leverkusen istemiş ama başka bir ülkede yaşamayı göze almak çok zordu. Yurtdışına daha ilk çıkışımdı zaten. Gitsem oradaki sistem ve imkânlarla başka türlü bir futbolcu olurdum. Ben burada fitness'a 28 yaşında başladım, öncesinde yoktu ki! Ama iyi ki gitmemişim. Tabii o turnuva çok şey kattı bize. Arada bir farkın olmadığını hatta yetenek olarak daha üstün olduğumuzu gördük.

A Takım'a çıkışınız da Avrupa maçlarıyla oldu: Rapid, Neuchatel, Monaco. Ligde neden oynamıyordunuz?

Bilmiyorum ama Mustafa Denizli'ye çok teşekkür ediyorum. O yaşta beni orada oynatmak akıl kârı değildi onu da söyleyeyim. Sezon başı kampında yoktum, sadece birkaç hazırlık maçında oynamıştım. TSYD'de Beşiktaşlı Ferdinand'ı çok iyi tutmuştum, belki de oradan Avrupa'da iyi markaj yapacağımı düşünmüştür.

Monaco çok güçlü bir takımdı. Bir de seksenlerden bahsediyoruz, 20 yaşındaki çocuğun eli ayağı titrer. Siz orada da yine bir farkınız olmadığına mı inanıyordunuz?

Videolardan Fofana nasıl oyuncu diye bakıyorduk, abilerimiz "Bu nasıl adam, kim tutacak" derken bana geldi. Ama ben öyle bir heyecan falan duymadım ya… Maçtan bir gün önce kampa bir illüzyonist gelmişti, kâğıt numaraları falan yapıyordu eğlence olsun diye. Sonra beni göstererek, "Yarın maç 1-0 biter, golü sen atarsın" dedi. Ben gol atmasam da 1-0 kazandık. Fofana'yı da gayet iyi tuttum; Cüneyt Abi, Yusuf Abi ve Simoviç de kademede çok yardımcı oldular. Köln'de rövanş zaten müthişti, ceza değil de ödül vermişler sanki bize. "Neredeyiz biz ya?" demiştim. Yurtdışında yaşayan insanların özlemini, ülkelerine nasıl sahip çıktıklarını orada anladım. Belki de bayrak sevgisini, ülke sevgisini orada tanıdım. Uzun zamandır görmedikleri bir dostlarını görmüş gibi sarılıyorlardı bize.

Derwall Türkleşmeyi başaran, Türk futbolcunun psikolojisinden anlayan bir Alman. Sonrakiler ise "Kurallarım bunlar. Uymak zorundasınız" anlayışında.

Avrupa Şampiyonası'nı kazanmış bir teknik direktörden bahsediyoruz ama egosu yoktu. Türk futboluna çok büyük bir katkısı oldu. Çim sahada oynamamızı sağlayan, o Adidas kıyafetleri bize ilk giydiren adamdı. Futbola âşık, mülayim, mütevazı biriydi.

Diğer anlayışın temsilcilerinden Feldkamp da güçlü bir temel attı…

Feldkamp yeni gelmiş, Galatasaray Adası açılışı. Yardımcısı Ahmet Akcan beni çağırdı, "Hoca senin çok penaltı yaptırdığını söylüyor" dedi. Hiç de öyle bir durum olmadığını söyledim, "Yaptırıyormuşsun. Seni orta saha oynatacak" dedi. Hakikaten de oynattı. İlk maç asist yaptım, ikinci maç gol attım; sonra Altay'a yenilince "Tamam sen stopere geç" dedi. Eskiden Ali Sami Yen'de sezon açılışları olurdu, orada bir antrenman yaptırdı, biz dedik ayvayı yedik. En ağır antrenmanı oydu adamın mesela. Enteresan adamdı ama iyi teknik direktördü. Taviz vermezdi kurallarından. İstedikleri olmayınca gitti.

"Nasıl duruyor?"

İlk oda arkadaşım Hayrettin Demirbaş'tı. Bursa'da kamptayız. Yatmadan önce kaleci kıyafetlerini giydi, onlara baktı, bana da "Nasıl duruyor?" falan diye soruyordu. 10'da yattı, ertesi gün 10'da kalktı. Ben ilk defa A takımdayım, 7'de kalktım, saat oldu 8, ışığı nasıl yaksam diye düşünüyorum. Bir ara Erhan Önal'la kaldım. O dönem Almanya'da yetişen oyuncuların profesyonellik adına biz gençlere katkısı büyüktü. Mesela Stumpf maç sabahı idman yapardı, "Kafayı yemiş bu, maç var akşam" diyordum ama sonra ben de ona katıldım. Falko da Stumpf da savunma yapmayı öğretti bize. Oynamaya başlayınca tek kaldım uzun süre. UEFA döneminde Hagi beni istemiş, onunla oda arkadaşıydık. Bir ara da Ergün'leydik, maalesef… Çok geç yatıyordu. "Sen kıçını dön uyu, ben uyumam" derdi, açardı televizyonu da…

Kaptanlığın Tugay'dan alınıp size verilme süreci nasıl gelişti?

Meşhur Samsun-Antep-Antalya serisini yaşadık. Takıma çok tepki vardı. Tugay mı bırakmak istedi, yönetim kararı mıydı hatırlamıyorum. Adnan Polat "Bizim aklımızda sen vardın, oyuncular da seni seçti" dedi ve kaptanlık yapmaya başladım. Tugay'la birlikte büyüdük biz, tabii ki sorun olmadı.

Kaptanlığınızda bir gelenek başladı Galatasaray'da: Kupaları iki kişi kaldırmak…

Ben hayatım boyunca paylaşımcı bir adam oldum, ailemden gelen bir şey bu. Kupa zaten bir formalite. Tarih kupayı kaldıranı değil, onda payı olanları yazar. Ben de böyle bir karar almıştım. Avrupa'da da daha sonra yapanlara örnek olduğumuzu düşünüyorum.

UEFA Kupası sargılı omzunuzun üzerinde kalkmadan birkaç ay öncesine kadar kadro dışıydınız…

Üzücüydü. Para benim umurumda değildi ama öyle bir rakam önerdiler ki git demekti bu. Ben de sözleşme imzalamadım. Gittim yazlığa, sabah akşam çalıştım. O sırada teklifler geliyor; Amerika'dan, Bursa'dan… Kabul etmemek için her şeyi yaptım, uçuk rakamlar istedim. Sonra kulüple bir görüşme oldu. Bana "Artık yaşın 30'u geçti" falan dediler, "Siz ne diyorsunuz ya? Ben hem Galatasaray'da hem milli takımda oynayacağım. Gönderirseniz de gittiğim yerden milli takıma çıkacağım" dedim. O zaman bonservis bedelinin beşte biri maaşla takımda kalıyordunuz, iyileştirme de olmadı, o sene bugünün parasıyla 50 bin dolara falan oynadım. Kimsenin haberi olmadan ekstra çalışıyordum. Takımın idmanı sabahsa akşam oradaydım, akşamsa sabah. Tek başıma. Ha ne yaptığımı bilmiyordum ama yapıyordum. Bir gün telefon geldi Fatih Hoca'dan: "Seni kadroya yazdık, niye gelmiyorsun?" Nereden bileyim, ben artık kadroya bile bakmıyordum. Ondan sonra başladım tekrar oynamaya.

Birkaç yıl sonra Arif, Hakan Ünsal ve Baliç'le birlikte yine kadro dışı kaldınız…

Dünya Kupası dönüşü kontratım bitmişti. Premier Lig'den teklif geldi, yine abuk subuk paralar istedim. Çünkü ben Özhan Canaydın'a "İki sene buradayım" sözü vermiştim. Olimpiyat Stadı'nın açıldığı gün Fatih Hoca ile ücret konuştuk, "İkinci sene artıracağım ücretini" dedi. İkinci sene kadro dışı kaldım. Takım kötü gidiyordu ve böyle bir karar alındı, ben de anlamadım. Ama şunu unutmam… O akşam eve gittim, üst katta otururken bir ses duyduk. Yeni taşınmıştık, evi kimse bilmiyor. Bir baktım, evin etrafı tamamen pankart, taraftar ismimi bağırıyor. Çok duygulanmıştım. O pankartları hâlâ saklarım.

Hocayla diyaloğunuz bozulmadı mı?

Hayır. Duygularla profesyonelliği her zaman ayırdım. Fatih Hoca'ya büyük saygım var. Birçok şey yaşadık. Saha içinde formsuz dönemlerim oldu ama kimseye saygısızlığım olmadı.

Peki Fenerbahçe formasıyla çıktığı ilk derbide olanlardan sonra Fatih Akyel'le barıştınız mı?

Bunlar benim için çok önemsiz. O gün de söylemiştim, kendini Fenerbahçe taraftarına ispatlamak için yapmıştı. Milli takımda Şenol Hoca bizi barıştırmaya çalıştı, "Özür dilerse barışırım" dedim, barıştık.

2000'deki takım UEFA Kupası'na kadar istediği Avrupa başarısını elde edememişti. O sene oldu?

Önceki yıllarda kaç oyuncu transfer edildi, o sezon kaç oyuncu transfer edildi, ona bir bakmak lazım. Öncesinde gelenlerin çoğu gitti, biz kaldık. Çok yetenekli bir gruptuk, yabancılar da çok iyi seçilmişti. Uzun süredir beraber oynayan, engelleri birlikte aşan bir takımdık. Mesela ikinci senesinde Fatih Hoca bırakacaktı, kalmasına biz vesile olduk. Bazen o kötü gidişatın olması lazım, ben onu gördüm. Yapbozun parçaları o dört senede hep doğru koyuldu. Yanlış parça olduğunda yapboz gösterdi onun uymadığını, uyan şekli koydular.

En zor tur hangisiydi?

Leeds United. İlk maçta biliyorsun tatsız olaylar oldu. O acıyı yaşayan insanların öfkesi vardı. Bize hiçbir saygısızlık yapmadılar, hiçbir şey atmadılar. Tel de yok arada. Kültür işte. Hiçbir taşkınlık yapmadan bütün o gerginliği hissettirdiler bize. Hep söylüyorum, dünyanın hangi takımı olursa olsun orada elenirdi.

Final?

Ne hissettiğimi anlatamam. Normal bir maç kazanmış gibiydik başta. Arsene Wenger'in kutlama yapacağı şampanyayı getirip bizim soyunma odasına bıraktığını hatırlıyorum. Havuzda kutladık. Benim omzumda feci ağrı vardı, sonra Avrupa Şampiyonası'na gidemedim zaten. Ama ne kadar büyük bir iş başardığımızı asıl dönünce fark ettik. Ya, Yeşilköy'den Taksim'e her yer insan olur mu!

"Ne hissettiğimi anlatamam. Normal bir maç kazanmış gibiydik başta."

"Ne hissettiğimi anlatamam. Normal bir maç kazanmış gibiydik başta."

Ülke tarihinde bir Avrupa kupası yoktu ama daha Bologna maçından itibaren herkes kupanın alınabileceğini düşünmeye başlamıştı. Bu temel nasıl atıldı?

Galatasaray'ın kültüründe bu var zaten. Ali Sami Yen'in dediği gibi, yabancıları yenmek için var bu takım. Ben hep böyle hissettim. Biliyorsun, Manchester United'ı elediğimizde UEFA, statüyü değiştirdi. Şampiyonlar Ligi'nin logosundaki sekiz yıldızdan biridir Galatasaray.

O turu nasıl hatırlıyorsunuz?

2-0 yenikken golü bulunca, farklı mağlubiyete doğru giden maç bir anda değişti. Sonra İstanbul'da zaten taraftar aldı maçı. Ali Sami Yen'i Ali Sami Yen yapan şey oydu işte. Bak Werder Bremen maçını da ömrüm boyunca unutamam. O karda stat üç saat önce dolmuş, turu geçemediğimize mi üzüleyim, o insanların yarısının hasta olacağına mı… Belki modernlik olarak bugünkü statla karşılaştırılamaz ama ben Ali Sami Yen'de oynamak isterim. Ben kazan dairesinde muhabbet etmek isterim. O beton zeminde ısınmak isterim! Ali Sami Yen'in hissi, ruhu vardı. İlk defa söylüyorum, Galatasaray Kulübü'nün yaptığı en büyük hatadır o stadı taşımak. Mabet, olduğu yerde mabettir.

Üzülüyor musunuz oradan geçerken?

Çok üzülüyorum. Yıkılırken NTV Spor aradı beni. Hiç unutmam, Rumeli Hisarı'ndaydım. Röportaj yaparken, telefonu kapadım. Anlatabiliyor muyum? (Bir süre sessizlik) Böyle duygulanıyor insan işte.

Kazan dairesinden bir hatıra?

4-1 kazandığımız bir maçta Lucescu, Hasan Şaş'ı sağ beke almış haberimiz yok. Golü oradan yedik diye maç sonu orada konuşuyorduk. Hasan kızdı gitti cama vurdu, eli kesildi. Gizlice hastaneye götürelim diye Abdurrahim Albayrak bir araba bulmuş, o araba da bir gazetecininmiş, her tarafta çıktı tabii!

İdolüm ile Partnerim

Örnek aldığınız savunmacı kimdi?

(Franco) Baresi! Bir dönem libero da oynadığım için onu çok beğenirdim. Pozisyon alması, duruşu… Müthiş bir liderdi bir kere, ona özenirdim.

Popescu'yu nasıl tarif edersiniz?

Oyun görüşü muazzamdı. Oyunu kuran, hücumun başlangıcını yapan kişiydi. Ağır bir oyuncuydu ama pozisyon bilgisi çok iyiydi. Rakibe ne zaman basılıp ne zaman basılmayacağını çok iyi bilirdi. Doğru bir profesyonel ve doğru bir adamdı.

Popescu'nun uzun toplarının hakkı verilir ama sizinki verilmez sanki.

Fatih Hoca beğenmezdi!

Ben yanlış mı düşünüyorum?

Bana sorarsan doğru. Uzun topu iyi attığımı düşünüyorum. Bazen saçmalardım ama isabetli atardım.

Bir de sizin kadar çizgiden top çıkaran oyuncu yoktur…

Çok çıkarıyordum hakikaten, Galatasaray'dayken de milli takımda da. Topun nereye gideceğini sezmek çok önemli, bu bende çok güçlüydü. O da oynaya oynaya oluştu, demek ki tecrübeyle alakalı.

Adam adama savunmadan alan savunmasına geçiş nasıldı? Zorlukları, avantajları…

Fatih Hoca'nın büyük katkılarıyla geçtik. O da bir ara vazgeçer gibi oldu ama Popescu'nun gelişiyle kesinleşti. Adam adama markaj kolay, sen nereye ben oraya. Hep gözümün önündesin, bana ne toptan, sana bakıyorum. Ama tandem zor; topa göre pozisyon, rakibe göre pozisyon, hücuma çıkarken daralıp genişlemek... Hâlâ tandemi doğru uygulayan takım azdır.

Size göre bir kilit noktası var mı peki?

Rakibi değil, kendi kaleni hedef alacaksın. Nihayetinde koruduğun şey kale.

Alanı uygulaması bu kadar zorsa neden eski sistem bırakıldı?

Oyun içinde olman, topla oynaman, hücumu belirlemen lazım. Artık kaleciler bile hücum yapmaya başladı. Adam adama oynadığında hücumdan kopuyorsun, oyun genişliyor. Geçiş oyunu diyorlar ya bence orada mesele birinci bölge-ikinci bölge değil. Esas olay top sendeyken hücum etmek, rakipteyken savunmada kalmak. Bu da alan savunmasıyla mümkün.

Graeme Souness'la bir gerginliğiniz vardı. Sahadan ona 'sus' işareti yapmıştınız…

Maç oynanıyor, devamlı ikaz edilen benim… Aslında yaptığım şey çok yanlış. Ama bizim onunla sıkıntımız ta sezon başında başlamıştı. Milli maçlar nedeniyle yazın tatil yapmamıştım. "Kaptan takımın başında durur" dedi, gelmemi istedi. Ondan sonra sistemle ilgili karmaşık işler yaptılar ve o olay patladı. Soyunma odasında büyük tepki verdi ve birkaç hafta kadro dışı kaldım. Liberoya dönülmesini ben istemiştim. Döndü ve kupayı aldık.

Souness bayrağı dikerken...

Biri aldı bayrağı gitti… "Ne oluyor ya!" derken bayrağı bir dikti, kupayı zor aldık. Tribünler iniyordu aşağıya. Ama tarihe geçti işte, bitti. Yüz sene sonra "Bayrağı kim dikti?" diye sorulsa, cevap belli artık…

"Biri aldı bayrağı gitti… 'Ne oluyor ya!' derken bayrağı bir dikti, kupayı zor aldık. Tribünler iniyordu aşağıya."

"Biri aldı bayrağı gitti… 'Ne oluyor ya!' derken bayrağı bir dikti, kupayı zor aldık. Tribünler iniyordu aşağıya."

Çok itiraz etmenizin sebebi neydi?

Hakemi baskı altına almak istiyordum belki de. Şu dönemde olsa itiraz etmezdim. O zaman baskı altına alıyordun. Bir ara yorumcular benim için "Avrupa'da oynarsa sürekli kırmızı kart görür" diyordu. 100 küsur milli maç, 100 küsur Avrupa maçı, 100 küsur da uluslararası hazırlık maçı oynadım, bir tane kırmızı kartım yok. Türkiye'de birkaç tane var; onlar da çeneden hep… Ama asla saygısızlığım yoktur.

Sevdiğiniz bir hakem var mıydı?

Askerdim, ordu milli takımında oynuyordum… Ankara'da Fransa maçı var, ben de kaptanım. (Pierluigi) Collina geldi yanıma, "Merhaba Bülent!" dedi. O zamandan beri hayranım ona.

Dünya Kupası…

Çok büyük emek vardı orada. 52 gün kamp yaptık ya! Ve orada hiçbir sorun olmadı. Tamam, Galatasaraylılar çoğunluktaydı ama herkes kaynaştı. Milli takımı kulüp takımı havasına getirirsen başarı gelir. Bizde de öyle oldu. Şenol Hoca'nın da katkısı büyüktü bu ortamda tabii. Ufak maceralar yaşadık; bir ara liberolu oynatmak istedi sonra tandeme döndü. "Hiçbir Avrupa takımıyla karşılaşmadı" diyorlar ya, o emeğe büyük saygısızlık. Bence Brezilya'yı 70. dakikaya kadar tutabilseydik şampiyon da olurduk, 70'ten sonra düşüyorlardı. Aramızda bunu çok konuştuk ama olmadı.

Euro 96'daki ilk tecrübe de faydalı olmuş mudur?

Tabii hepimiz tecrübe kazandık. Gerçi ben sadece son maçın son 20 dakikasında oynadım. Elemelerde hep vardım ama turnuvada Fatih Hoca, Vedat'ı (İnceefe) oynattı. İlk maç berabere de bitebilirdi, biliyorsun işte, Alpay düşürmedi. Puan almadan dönmemiz garipti. Başarılı olamadık ama özeldi o ortamı yaşamak.

Lucescu nasıl bir teknik adamdı?

Çok iyi analizciydi. Ben şimdi de çok ilgiliyim, futbolcuyken de ilgiliydim analizle. Ondan çok şey öğrenmişimdir. Bir gün Göztepe'yle oynayacağız, maçtan önce topladı bizi, "Sağda Göksel (Akıncı) var, gidiyor, geliyor. Başka hücum planları yok, başka etkili oyuncu yok" deyip durdu. Biz de güldük, "Ne lan, Maradona mı bu!" dedik. İki gol de oradan geldi. Real Madrid maçında da benzer bir durum oldu. "Raul ön direğe koşu yapar, onunla birlikte hareketlenin" dedi. Raul o şekilde iki gol attı. Bire birde hiç sorunun olmaz Raul'la, karşısında durduğun anda geçemez seni. Ama bir anda çıkar ortaya, gol… Mesela Inzaghi de öyleydi, tam hırsız. Sahada yok ama bir anda belirip golü yapar, savunamazsın.

Jardel de bu tanıma uyar mı?

O çok garip herifti ya! Geldi, ben hazırlık maçlarında "Allah'ım bu nasıl bir futbolcu? Bu nasıl gol atacak?" falan diye çıldırıyordum. "Taffarel" dedim, "Bu nasıl Brezilyalı oğlum, çalım atmayı bilmiyor!" "O, gol atar" dedi. Resmi maçlar bir başladı… Püüüüü! Her türlü gol attı, her türlü ama. Ceza sahası içinde hiç affı yoktu. İnanılmaz bir golcüydü. Futbolcu değil, golcüydü o.

"Unutulacak adam değilim"

Florya'da bir Bülent Korkmaz heykeli olması gerekmez miydi?

Yok. Yaşadıklarım bana yetiyor zaten. Bazı futbolcular, Galatasaraylı olduklarını belirtmek için forma öperler. Hiç sevmediğim bir şeydir. Ben hayatımı geçirdiğim Galatasaray formasını bile öpmedim. Gerek duymadım ki. Bugünkü taraftar kanıyor ama bunlara…

Yeni nesil tarafından yaptıklarınızın unutulması gibi bir endişeniz var mı?

Hiç. Antalyaspor-Galatasaray maçından sonra bir gazeteci "Galatasaray taraftarı çok güzel bir tezahürat yaptı, unutulmamışsınız" dedi. Kusura bakmayın ben unutulacak bir adam değilim, bu konuda mütevazılık yapmayacağım. Öyle bir derdim yok. Galatasaray tarihine açıp baktıklarında birçok anda görecekleri bir oyuncuydum ve kaptandım. Forma öpenlerden değil, yürekten oynayanlardandım. Her şeyim orada. Ama teknik direktör olarak Galatasaray'ın karşısına çıktığımda bütün bunları kenara koyarım, Galatasaray yenilsin isterim. Ben profesyonellikle duyguyu ayırabilen nadir insanlardanım. Galatasaray teknik direktörü olarak yuhalatıldığım günleri de biliyorum ve unutmadım. Bunu da hatırlatacağım günü geldiğinde.

Futbolu isteyerek mi bıraktınız?

Galatasaray'dan başka yerde oynamak istemedim.

Bir sene daha oynayabilirdiniz…

İki sene oynardım ya. Hadi onu da anlatayım… Ben yazlıktayken Erdal Abi (Keser) telefon etti, "Eric Gerets seninle konuşmak istiyor" dedi. Yeşilköy'de bir balıkçıda oturduk, konuştuk. "Seni bu takımın başında kaptan olarak görmek istiyorum. Oynarsın oynamazsın, o benim tercihim" dedi. "Teşekkür ederim ama olmaz. Çünkü seni de kulübü de zor durumda bırakırım" dedim.

Neden?

Ribery'nin peşinden koşan adamlar benim peşimden koşmadılar. Sözleşme imzalamadılar. O yüzden...

Kulübe bir küskünlüğünüz oldu mu?

Yok canım, niye küseyim? Şahıslar kendini bağlar, zaten onlara tenezzül etmem. Koca Galatasaray Kulübü'ne, beni Bülent Korkmaz yapan yuvama niye küseyim bu adamlar yüzünden! Olur mu öyle şey?

1980'ler sonu 1990'lar başındaki futbolculardan bahsederken herkes büyülü bir döneme tanıklık ettiğini düşünüyor. Biz izleyiciler mi fazla duygusal davranıyoruz yoksa siz de mi onların özel olduğu kanısındasınız?

Sistemler değişti, kabul. Ama yetenek de kayboldu Türkiye'de. O zaman çalım atmak olağan bir şeydi. Şimdi ekstra özellik oldu. Hakikaten çok yetenekli oyuncular vardı ya. Sadece dört büyüklerde değil, Anadolu takımlarında hatta alt ligde. Sokak bitti, yetenek gitti.

Socrates Dergi