
Ruhuyla Dövüşen Adam
12 dk
Raging Bull’u ne kadar ‘spor filmi’ sayabiliriz, bilmiyoruz. Peki bunun bir önemi var mı?
Spor filmleri genelde sade ve basit ahlak hikâyeleri üzerine kuruludur. Özellikle de boks filmleri... Boksör sadece kazanmak için dövüştüğünü düşünse dahi, öykünün sonunda başarının her şey anlamına gelmediğini keşfeder, manevi değerlerin önemini kavrar. Seyirciyi ise asıl olarak rekabetin cazibesi çeker. Bütün o başarıları sırasında boksörün yanı başında olmayı, sırlarını paylaşmayı sever. Hayatında bir kez bile ringe çıkmamış ya da baştan sona bir boks maçı seyretmemiş olmasının çok önemi yoktur. Önemli olan, kapitalist toplumda yaşayan herkesin tecrübe ettiği mücadele ve rekabetin somutlaşmış halidir. Boksör ringde sadece rakibine değil kaderine, kendi hatalarına ve hayatın acımasızlığına karşı yumruk sallarken seyirci de içten içe ona eşlik eder.
Kızgın Boğa’da (Raging Bull) bu klişelerin hepsinin belirli ölçülerde karşımıza çıktığı söylenebilir. Bir tanesi hariç… Seyirci Jake LaMotta’ya ringde eşlik etmekten keyif almaz. Onu sadece seyreder... İşte tam da bu nedenle Kızgın Boğa, akıntıya karşı kürek çekmeyi göze almış bir spor filmidir. Çünkü filmdeki Jake LaMotta’yı sevmek kolay değildir. Kavgacı, huysuz, kompleksli ve saldırgandır. Kuşkusuz, kendimizi ona yakın hissettiğimiz anlar vardır. Özellikle de seyircilerin sislerin arasında kaybolduğu bir ringde, İtalyan besteci Pietro Mascagni’nin dokunaklı müziği eşliğinde, tek başına boşluğa yumruklar salladığı açılış jeneriğinde… İlerleyen bölümlerde Mascagni’nin Cavalleria Rusticana’sını ne zaman duysak; LaMotta’nın ringdeki yalnızlığını, film boyunca bize pek gösterilmeyen acılarını, kapanmayan yaralarını düşünürüz. Müziğin film boyunca ısrarla hatırlattığı bu hüzün duygusunun sadece LaMotta ile değil Martin Scorsese ile ilgisi olduğunu da bir şekilde hissederiz.
Kızgın Boğa’nın senaryosu, aşırı doz uyuşturucu nedeniyle ölümden dönen Martin Scorsese’ye, hastanede yatarken Robert De Niro tarafından getirilir. Hayatının en zor dönemindedir. Hollywood için çekip çekebileceği son film olarak düşünür Kızgın Boğa’yı. Her şeyini ortaya koyar... Scorsese filmi çekerken, kariyerini bitirme noktasına getiren kendi karanlığına karşı yumruk sallarken, LaMotta da film boyunca sanki kendi ruhuyla dövüşür.
Filmdeki ilk boks maçı, ringdeki tarzını özetler: Önce yumruk yer, sonra öfkelenerek rakibine saldırır. Teknikle taktikle pek işi yoktur. Seyrettiğimiz tek antrenmanında dahi kardeşi Joey (Joe Pesci) ile kavga eder. Filmde sık sık göreceğimiz ‘ev halleri’, ruhundaki kavganın hiç sona ermediğinin bir ispatıdır. Ringde kendini “Patron benim!” diye motive edişi, boksa yaklaşımını yansıtır: Fiziksel güçle gelen bir tahakküm peşindedir. Dünya şampiyonluğu unvan maçı için bile olsa İtalyan mafyasına boyun eğmek istemez ama onlara hiçbir zaman açıktan açığa meydan okuyamaz. İçine attığı öfkesini, ringde rakiplerine kızgın bir boğa gibi saldırarak ya da özel hayatında yakın çevresindekilere duygusal ve fiziksel şiddet uygulayarak serbest bırakır. Karısına olan tavırlarından, daha ilk sahnelerden iflah olmaz bir maço olduğunu anlarız. Bronx’taki mahalle havuzunda görür görmez etkilendiği 15 yaşındaki Vickie (Cathy Moriarty) ise sadece kadınlarla ilişkisinin ne kadar sorunlu olduğunu değil, kişiliğindeki tutarsızlıkları da gösterir. Vickie, Jake ile tanıştığında başta Salvy (Frank Vincent) ve kardeşi Joey olmak üzere mafyadan erkeklerle takılan alımlı bir kızdır. Kadınlar konusunda aşırı kıskanç ve özgüvensiz olan LaMotta’nın ‘mahalle mafyasının gözbebeği’ Vickie’yi seçmesi, er ya da geç kendini yiyip bitirme sürecini tetikleyecektir. İlişkilerinin güzel, heyecanlı yılları bitince Vickie’nin mafya ve kardeşiyle olan yakınlığı, LaMotta’nın birikmiş öfkesini patlatan bir fünyeye dönüşür. Öfkesi buzdağına benzer. Görünen kısmında, mafyaya karşı duyduğu nefret ve Vickie’yi kıskanması vardır. Görünmeyen kısmı ise seyircinin sezgilerine ve duyarlılığına bırakılır. Unvan maçına çıkmak için şike yapmak zorunda kaldığı karşılaşmadan sonra çocuk gibi ağladığı sahne, kendimizi ona yakın hissettiğimiz anlardan biridir.
Derinlerindeki acılara biraz olsun şahit olduğumuz sahne ise boksu bıraktığı bir döneme denk gelir. 15 yaşındaki bir kızı gece kulübüne aldığı için kodese atıldığında, öfkesini önce duvarı yumruklayarak çıkarır. Sonra kafasını duvara vurarak “Ben bir hayvan değilim, kötü biri değilim!” der. İşte bu, tam da zihnimizi toparlamak, her şeyi yeni baştan düşünmek istediğimiz andır. İlk karısıyla kavga ederken bir komşunun “Hayvansınız siz!” diye bağırdığı ve Joey’in birkaç kez ona “Hayvansın!” dediği gelir aklımıza. Ringdeki tarzı nedeniyle ‘Bronx Boğası’ ya da ‘Kızgın Boğa’ diye anıldığını da unutmayalım. Yine de belli ki içten içe dert ettiği bir şeydir bu... Belki de bir noktadan sonra yaptığı her şey, dışarıdan görüldüğü gibi bir ‘hayvan’ olmadığını kanıtlamak içindir. Boksu erken bırakması; açtığı gece kulübünde yaptığı şovlar; 1960’lı yıllarda New York barlarında sahneye çıkması; adını, afişte Shakespeare, Paddy Chayefski, Tennessee Williams gibi metinlerini seslendirdiği yazarların yanına yazdırması, bir anda farklı bir anlam kazanır. Ayrıca, gerçek Jake LaMotta’nın filmde bir anti-kahraman gibi sunulmasına itiraz etmediğini, filme danışmanlık yaptığını da unutmayalım. Hatta rivayete göre galadan sonra, eski eşi Vickie’ye “Gerçekten bu kadar kötü bir adam mıydım?” diye sormuş, Vickie de “Daha beterdin” diye cevaplamış onu. İçinde dünya şampiyonluğunun olduğu bir geçmişe bu kadar mesafeli bakması, gerçek Jake LaMotta’nın olgunlaşıp ahlak dersini aldığını gösterir bir bakıma. Film ise ders vermekten uzaktır. Ama 1960’lı yıllardaki şova geniş yer ayrılması ve Jake LaMotta’nın açılışta, gerçek eğlencenin ringde değil sahnede olduğunu söylemesi yeterince anlamlıdır.
Kaldı ki asıl önemli olan nokta, kendini eleştirmekten çekinmeyen eski bir boks şampiyonu ile spor filmlerini sevmeyen bir yönetmenin buluşmasıdır... Scorsese için boks, film boyunca LaMotta’nın içindeki öfkenin ve şiddetin açığa çıkmasını anlatan bir araçtır sadece. LaMotta’nın unvan maçını kazandıktan sonra gidip Marcel Cerdan’ı tebrik etmesi dışında sportmenlik adına filmde pek bir şey yoktur. Scorsese o tebrik anını da muhtemelen gerçeğe sadık olmak için çekmiş olabilir. Çünkü film boyunca LaMotta, ringe boks yapmaktan ziyade dövmek ya da dayak yemek için çıkar. Kardeşine ve Vickie’ye çektirdiği çilelerden sonra Sugar Ray’in yumruklarını daha iyi almak için gardını düşürdüğünde, kendini cezalandırmak istediği hissedilir. Sugar Ray ile genelde başa baş geçen bir maçı kaybettiğindeki sakinliği ise dikkat çekicidir. “Belki hayatta çok kötü şeyler yaptığım için kaybettim” der. O gün herkesi göndermesi, kuliste yalnız kalmak ve yenilgiyi tek başına göğüslemek istemesi yalnızlığının altını çizer.
Scorsese boks sahneleri için Buster Keaton’ın Battling Butler’ından (1926) ilham aldığını söylese de anlatımı kendine özgüdür. Ringe çoğunlukla dışarıdan değil, boksörlerin gözlerinden bakar ve hazırlanan dövüş koreografisini tek kamerayla yakından çeker. LaMotta’nın rakibine seri yumruklarla giriştiği dövüş stilini anlatmanın belki de en iyi yoludur bu... Yumrukların şiddetini abartılı ses efektleriyle yansıtır. Israrla yüze ve kafaya inen, burun kıran yumrukları yakından gösterir. Sanki asıl amacı “Boks vahşettir” mesajını vermektir. Reeves maçında, salondaki şiddetin ringdekinden beter olduğunu bilhassa vurgular. LaMotta’nın kendini Sugar Ray’in yumruklarına bıraktığı maçta ise şiddeti doruğa çıkarır. Öyle ki kan ringden seyircilerin üstüne sıçrar. Siyah-beyaz tercihinin belli ki en önemli nedeni ringde oluk oluk akan kandan kurtulmak, grafik etkiyi ön plana çıkarmaktır. Scorsese ve görüntü yönetmeni Michael Chapman, ringde parlak ışıklı sert kontrastları, ‘evdeki ruhsal dövüş’ sahnelerinde ise daha yumuşak gri ve beyaz renkleri tercih ederler. Scorsese ev kavgalarını, karakterleri mekânla birlikte kadraja alan lenslerle çeker. Kamera karakterlerin kavgasına uyum sağlamak için harekete geçmez, seyirci konumumuzu vurgulayacak şekilde çoğunlukla sabit kalır ve her şeyi gözlemler. Bu tavır, bizi tepki duyduğumuz LaMotta’dan daha da uzaklaştırır, rahatsız eder. Ringde ise Scorsese, aksi bir tavırla maçı LaMotta’nın gözlerinden görmemizi ister, bizi onunla özdeşleştirir.
Kızgın Boğa’nın güzelliği sahiciliğinden gelir. Film hayatın kendisi gibidir; bazı şeyler açık ve net, bazı şeyler ise karmaşıktır. Bir adamın en basit insani içgüdüleriyle kadınına sahip çıkması, rakiplerini şiddetle sindirmesi ve dövüşerek para kazanması anlaşılabilir şeylerdir... Ama o kadınla evlenmesine ve dünya şampiyonu olmasına rağmen bir türlü mutlu olamaması tuhaftır. Küçük ellerini Joey’ye gösterip hiçbir zaman dönemin ağır sıklet şampiyonunun karşısına çıkamayacağını ve en iyi olamayacağını söylediği sahne unutulacak gibi değildir... LaMotta’ya “Deli” deyip geçtiğimiz o an, hepimiz ister istemez insanoğlunun ‘elinde olmayan’a duyduğu o doyumsuz arzuyla bir kez daha yüzleşiriz. Bu sahneyi Robert De Niro’nun oyunculuğundan bağımsız düşünmek zordur.

Film, De Niro’nun hayalidir. Gerçekleşmesi için dört yıl uğraşır. Spor filmlerinden nefret ettiğini söyleyen Scorsese’yi ikna eden de odur. Mardik Martin’in biyografik tarzda yazdığı, Paul Schrader’in alışıldık biyografi ve spor filmleri şablonlarından arındırarak yeniden kaleme aldığı senaryoya son halini Scorsese ile birlikte De Niro verir. En başından, klasik bir spor filmi yapmak istemedikleri bellidir. LaMotta, ana akım Hollywood sinemasının ana karakterlerine hiç benzemez. Onu neyin motive ettiğini ya da içinde neler olup bittiğini anlamak kolay değildir. Kaldı ki en yakınları dahi anlayamaz onu. Sözgelimi, Joey bir sahnede ona mantıklı şekilde bir şeyler anlatıp iletişim kurmaya çalışırken LaMotta “Hadi yüzüme yumruk at” diye tutturur. Çünkü onun için yumruk atmak ve yumruk yemek bir iletişim biçimidir. De Niro’nun oyununu müthiş kılan; karakterin iç dünyasında olup bitenleri bize göstermek için çaba sarf etmemesi, her şeyi içten içe yaşamasıdır. Vickie ile ilk çıktığı gün temkinli, sakin görünmeye çalışan davranışlarının altına gizlediği özgüvensizlik duygusu mesela... Ya da Joey ile Vickie’nin arkadaşça öpüşmelerini önce görmezden gelmeye çalışarak sürekli televizyon anteniyle oynadığı ama sonra duygularına yenilerek kendini kaybettiği sahne... Özetle De Niro’nun, LaMotta rolüyle gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performanslarından birine imza attığı söylenebilir.
Boks filmleri açısından da tarihi önem taşır Kızgın Boğa; bir dünya şampiyonluğu hikâyesinden bir başarı filmi çıkarmamak, doğrusu sıra dışı bir çabadır. LaMotta’nın genç bir boksör olarak yükselişine filmde yer verilmemesi, niyetin ne olduğunu aslında en baştan gösterir. Kaldı ki başarı, LaMotta’ya mutluluk getirmez. Huzur ve mutluluk ironik bir şekilde, renkli olarak çekilen 8mm amatör aile filmlerindedir sadece. LaMotta’nın ringde peş peşe gelen galibiyetler serisiyle paralel olarak kurgulanan bu bölüm, sanki araya yanlışlıkla karışmış klasik bir spor filminden alınmıştır. Filmdeki boks sahnelerinin genel üslubundan farklı ağır çekimler ile stilize planlar, teras düğünleri ve çocuklu aile buluşmaları gibi amatör çekimlerle buluşur. Tanıdık olan tek şey, Mascagni’nin müziğidir. Tüm bu sahnenin ardından LaMotta’nın ev halini gösteren bir bölümün gelmesi tesadüf değildir. İlk eşiyle ‘bifteği getirme kavgası’ yapan LaMotta, bu kez Vickie ile ‘kahve getir kavgası’na girişir… Vickie ile güzel günler bitmiş, 8mm filmlerin verdiği huzur çoktan uçup gitmiştir.
Marcel Cerdan’ı yenerek hayatı boyunca hayalini kurduğu dünya şampiyonluğunu kazandığı ve altın kemeri taktığı sahneden sonra Joey’in çiçek desenli koltukta oturduğu, LaMotta’nın ise televizyon anteniyle oynadığı o meşhur “Karımla yattın mı?” sahnesinin gelmesi, Scorsese’nin niyetini açığa çıkarır. Ringdeki başarının izleri ortadan kalkmış ve LaMotta’nın içindeki öfke yeniden büyümeye başlamıştır ama ringde değil, evindedir. Bu sahne Kızgın Boğa’nın bir başarı öyküsü değil, ruhuyla dövüşen bir boksörün filmi olduğu gerçeğinin altını bir kez daha çizer. Zaten altın kemerin çekiçle parçalandığı sahnede spor filmlerinin başarı odaklı ruhu da tuzla buz olur...
Şova çıkmadan önce boşluğa yumruk salladığı final ise açılıştaki ‘ring–sahne’ kıyaslamasını bir kez daha getirir akla. İçinde hâlâ öfke olup olamadığını bilemeyiz. Tek bildiğimiz, enerjinin artık ringden sahneye yönelmiş olmasıdır. Çünkü başta söylediği gibi: “Gerçek eğlence ringde değil, sahnededir.” Scorsese, De Niro ve LaMotta’yı birleştiren sihirli bir cümledir bu. Kızgın Boğa’nın bir başyapıt olmasının kökeninde de galiba bu üçlünün uyumu yatar.