Rüyalar ve Sayıklamalar

12 dk

Nejat İşler'in ikinci kitabı öykülerden oluşuyor ve hemen her metinde otobiyografik bir hava hissediliyor. İşler'le kitaplarını, yazıyla ilişkisini ve Gümüşlükspor'u konuştuk.

Ben Hep Senin Yanındayım, Nejat İşler'in uzun süredir kafasında dolaşan öykülerin kâğıda dökülmüş hâli. Çoğu hikâyenin sinemasal bir tat taşıması da bundan... Gümüşlük'te yaşayan İşler, oyunculuk kariyerini sürdürürken bir yandan da yazmaya devam ediyor. Biz de e-posta aracılığıyla yaptığımız bu röportaja kitaplardan başladık. Oradan başka yollara ilerledik.

Üç yılın ardından ikinci kitabınızı yazdınız. Bu üretkenliğin sırrı ne?

Kitap okumayı hep sevdim. Kitaplar ve yazarlar hayatıma yön verdi. Kitap satma nedenim de buydu aslında. Ortaokuldayken başlamıştım. Beyazıt'ta sahaflar çarşısında dolanırdım her gün. Ancak "Bir gün kitap yazarım" diye düşündüğümü hatırlamıyorum. Daha çok "Film senaryosu, tiyatro oyunu yazarım" diye düşünüyordum. Yazıyla aram da hep iyiydi. Daha ilkokuldayken şiirler, fıkralardan uyarladığım oyunlar yazıyordum. Sonra bir daktilo edindim ve uzun bir süre şiir yazdım. Konservatuvara girip oyunculuk okumaya başlayınca da oyun yazmaya başladım. Oyunlardan birini izleyen Atıf Yılmaz bana çekeceği bir diziyi yazmamı teklif etti. Kabul etmedim ama böyle bir ustanın yazdıklarımı beğenmesi çok hoşuma gitti. Oyun yazıp bunları oynarken, sinema ve dizi teklifleri gelmeye başladı. Bir anda kendimi acayip bir temponun içinde buldum. Kafamda sürekli yazmak üzere hikâyeler vardı ancak hiçbir şey yazamadım. Sonra başıma fena bir şey geldi ve oyunculuğa uzun bir ara vermek zorunda kaldım. O arada kafamdaki hikâyeleri not ettim. Dergiler yazı istemeye başlamıştı zaten. Üstüne sahte hesaplar beni bir internet fenomeni hâline getirmişti. Bu çok sıkıyordu canımı.

Teklif geldiğinde korktum biraz. Tezgâh'ta kitap satarken meşhurların yazdığı kitaplara çok düşük fiyatlar koyar, o kitapları biraz küçümser, hatta alay ederdik. Sonra kitabın geliriyle yardımlar yapabileceğim fikri geldi aklıma. Sporu seviyorum, köyde de takım vardı, o gelirle şampiyon olduk, bir sürü çocuğa ücretsiz eğitim verdik. Can Öz'le yapmıştık ilk kitabı, ikincisinin zamanının geldiğini de o söyledi, çıktı kitap. İlk kitap hayata kendi gözlüğümle bakışımı anlatıyor. Bu ise kurgu hikâyelerden oluşuyor. Evet, yazmayı seviyorum ve insanların beğenmesi hoşuma gidiyor. Ayrıca kendini ifade etmenin zorlaştığı bu dönemde yazarak çok rahatlıyorum.

Ben Hep Senin Yanındaydım, ilk kitabınıza göre biraz daha farklı bir yapıda. İçinde kısa öyküler de var, epey uzun ve parçalı hikâyeler de…

İlk kitaptan çok memnun değilim açıkçası. Acayip heyecanlıydım ve gerçekten kitabın geliriyle yapacaklarımı düşünüyordum. Çok işe yaradığını söyleyebilirim. Fakat, kitabın bir bölümünü söyleşi gibi yapmıştık, oralar canımı sıkıyor. Yeni kitabın kurgu öykülerden oluşması bu yüzden. Kafamda uzun süredir dolaşan öykülerdi bunlar.

Öykülerinizi okuyanlarda şöhretinizden ötürü "Otobiyografik bir yan var mı?" gözlüğü oluyor.

Elbette var. İstanbul'u bilmeden anlatamazsın, hiç rakı içmemişsen meyhaneyi anlatamazsın, hiç âşık olmamışsan tapılacak bir kadını anlatamazsın, hiç maça gitmemişsen futbolu anlatamazsın.

Kitaptaki metinler hakkında 'Sayıklamalar' tabirini kullanıyorsunuz. Biraz açabilir misiniz bunu?

Aslında rüyalar yazmak istemiştim ama sonra fikrim değişti. Yine de öykülerin öyle bir havası oldu. Bu yüzden rüyalar değil de sayıklamalar tabirini sevdim. Sağ olsun, Uğur Vardan hediye etti bu tabiri.

Girişteki Dört Yılda Bir isimli öykü şöyle başlıyor: "Şile'de gemi karaya oturmuş. 16 mürettebat kurtarılmayı bekliyor. Dalgalar koca gemiyi köpük patlamalarıyla aşıyor…" Ve kitap, Yıkım Günlüğü isimli bir öyküyle sona eriyor. Bu felaket teması, karanlık bir atmosferde yaşadığımız zamandan veya ülke ortamından mı ileri geliyor?

Yıllar evvel bir çocuk kitabı yazma fikri düşmüştü aklıma. Birkaç öykü de düşünmüştüm Ancak bu öyküleri anlattığım bir arkadaşım "Oğlum, çocuklar depresyona girer bunları okurlarsa" dedi. Hakikaten karanlık hikâyelerdi, vazgeçtim. Yaşadığımız zaman da ülke ortamı da oraya götürüyor insanı herhâlde. Ayrıca çocukluğumdan beri hayatla ilgili bir 'Tutunamayan' hâlim var. Dışarıdan başarılı gibi gözüksem de..

Kitaptaki tek epigrafın Shakespeare'in "Çürümüş bir şeyler var Danimarka Krallığı'nda" olması da tesadüf değil yani...

Geçim kaygısı, bir şeylere sahip olma çılgınlığı, hiçbir şeyin yeterli gelmemesi, daha fazlasını istemek gibi şeyler sadece Türkiye'de yaşayanların değil, herkesin sorunu. Bu yüzden kötüleşiyor herkes ya da kötü olmak normalleşiyor diyelim. Bunu seyretmek hoşuma gitmiyor. Etik değerlerin hepsi ayaklar altında. Bu ülkeyi çok seviyorum ve dünyayla beraber bizim de çok yanlış bir yere doğru gittiğimizi düşünüyorum.

Yıkım Günlüğü öyküsünde yine ilginç bir bölüm var. Köprülerin bir gecede yıkıldığı, kıtlığın başladığı öyküde şöyle diyorsunuz: "Ben bir üzüm bağı yaptım Gümüşlük'te. Şarap ürettim. Hem içtim hem de değiş tokuşta kullandım." Kitaptaki birçok karakterde aynı durum var aslında. Hem olayların içindeler hem de biraz dışındalar.

Otuz yıldır oyunculuk yapıyorum. Dolayısıyla yazarken karakterleri oynamaktan alamıyorum kendimi. Çemberin ne içinde ne de dışında olduğum için bu durum karakterlere yansımıştır.

Hikâyelerde spor da var. Âşık olunan voleybolcu, kulübede oturmaktan nefret eden eski futbolcu, LeBron James'e benzetilen kara derili müezzin, Obradovic'in eski öğrencisi… Pek çok yazar metinlerine bu tip detaylar eklemekten kaçınır. Ama sizin sporla daha farklı bir ilişkiniz var...

Çocukluğumdan beri futbol oynuyorum, okulda voleybol takımındaydım, atletizmle uğraştım, basketbol oynadım, bir takımda yöneticilik yapıyorum. Spor, hayatımın olmazsa olmazı. Bildiğim yerden yazıyorum öyküleri diyebilirim.

Bir öyküde St. Pauli-Hansa Rostock maçını aksiyonun temeline yerleştiriyorsunuz. Şöyle bir cümle var: "İşte bugün, Hamburg'da, bir futbol maçından fazlası yaşanıyor, yaşanacak." Orada bir gezi yazarı, hatta gazeteci gibi yazıyorsunuz. Özel bir çalışma yaptınız mı?

Hayır. St. Pauli sevdiğim bir takım. Dolayısıyla takip ediyorum biraz. Hamburg'a gittiğim zaman hemen o semte atıyorum kendimi. Biraz 1990'ların Beyoğlusu'na benzetiyorum.

Biraz daha geriye dönmek istiyorum buradan. Futbolla ilişkiniz nasıl başladı?

Bir ara Beşiktaş'a gitme durumum olmuştu. Dayım orada oynuyordu zaten. Onun maçlardan sonraki hâlini bilen ailem gitmeme izin vermedi. Genelde tercih edilen bir futbolcuydum, zira sol ayaklıyım. Az bulunduğu için alırlardı takıma, çok yetenekli olduğum için değil.

Sıkı bir Fenerbahçe taraftarı olduğunuzu biliyoruz. Fenerbahçe, çok zorlu bir sezonu geride bıraktı. Bir taraftar olarak neler hissettiniz?

Yirmi yıldır görev yapan çok sevdiğim bir başkan veda etti, çok sevdiğim bir insan başkan oldu. Yapının hemen değişmesini bekleyemeyiz. Evet, kötü bir sezon geçirdik. Bu durumda bile stadı tamamen dolduran taraftarlarla aynı duyguya sahibim. Değişim zorlu geçer, zaman ister.

Gümüşlükspor'da geride kalan sezondan memnun musunuz?

Bu sene başında bazı yanlış kararlar verdim. Sonra toparladım ama artık çok geç kalmıştık. Yine de ligi iyi bir yerde bitirdik. Çekinilen bir takım olduk. Şampiyonu biz belirledik mesela.

Latife Tekin'le konuştuğumuzda kulübün Gümüşlük'te harika bir hava yarattığından, his olarak onu küçüklüğündeki mahalle maçlarına götürdüğünden söz etmişti. Gümüşlük'te tribünler nasıl?

Çok güzel bir taraftarımız var. Köyde yaşayanların hafta sonlarında keyifle zaman geçirecekleri bir alternatif yaratabildiğimiz için çok mutluyum. Her meslekten, her görüşten, her yaşam tarzından kadın, erkek, çocuk taraftarlarımız yalnız bırakmıyorlar bizi. Renkli bir tribüne sahip olduğumuzu söyleyebilirim.

Bir kulübün başında olmak, günlük olarak o atmosferin içinde yer almak futbolla ilişkinizi nasıl etkiledi?

Aslında biraz kötü etkiledi. Sadece saha içinde değil, saha dışında da mücadele veriyorsun. Çirkin şeyler görüyorsun elbette. Amatörde karşılaştığım garipliklerin profesyoneldeki, hele Süper Lig'deki hâllerini düşünemiyorum bile.

Amatör futbola bu kadar yakından temasta olmak nasıl bir duygu?

Amatör, rekabetin daha güzel olduğu bir yer. Futbolcuların, yöneticilerin de yerel olması tatlı bir mücadeleye yol açıyor. Bu yerelliğe değer veriyorum.

Kendinizi daha çok kısa öykülerde mi iyi ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz? Yoksa bir gün roman yazmak ister misiniz?

Herhangi bir şey üzerime dikkatim ve konsantrasyonum uzun süreli olamıyor maalesef. Ama kim bilir, bu durum belki değişir.

Hakan Günday ile yaptığımız söyleşide şöyle demişti: "Roman yazarken kendinizi, oyun yazarken başkasını döversiniz, cop tutan el değişir, en temel fark budur." Siz farklı metinlere nasıl yaklaşıyorsunuz?

Oyun yazarken oynayacak kişileri düşünüyorum. Yani kastı yapmış oluyorum oyun yazarken. Öyküde ise hayali kişiler canlandırıyorum.

Oyunculuk anlamında yeniden yoğun bir döneme girdiniz. Behzat Ç. geri dönüyor. Aynı rolü mü canlandıracaksınız?

Evet aynı rol, Ercüment Çözer. Altı yıl önce çektiğimizde çok eğlenmiştim, yine eğlenecek olmak heyecanlandırıyor tabi.

Roller demişken Kış Uykusu sizin için nasıl bir deneyimdi? Nuri Bilge Ceylan ile çalışmanın farklı tarafları var mıydı?

Daha önce farklı roller için konuşmuştuk, bazı nedenlerden dolayı olmamıştı. Bu sefer kaçırmak istemedim, zira çalışmayı çok istediğim bir yönetmendi. Her yönetmenin çalışma şekli farklı. Bilge, daima setin içinde, hep yanında ve çok ilgili. Bir de oynamayı seviyor, o keyifli geliyor bana.

Yazarlıktan sonra bir gün yönetmenlik yapmak da ister misiniz?

Yönetmenliğin zor tarafı her gün sete gitmek zorunda olmak. Kendimde öyle disipline girecek motivasyon göremiyorum şu an. Belki bir gün...

Yaş ilerledikçe bazı huylar sivrilir ve bazı zevkler de rafine hâle gelir denir, sizin bu konudaki deneyimleriniz neler?

Ben eski enerjimden uzak olduğumu hissediyorum, arkadaşlarım da biraz tahammülsüz olduğumu söylüyorlar.

Blue belgeselinde eski Kemancı günlerini anlatıyorsunuz. İstanbul o günlerden bu yana çok keskin bir değişim geçirdi. Artık Kemancı da yok, birçok başka mekân da… Mekân hafızası konusunda şanssızız. Şimdi şehirden uzaklaştınız belki ancak İstanbul'un değişimini nasıl yorumlarsınız?

Yüz küsur yıldan beri İstanbul'un eğlence merkezi Beyoğlu. Bu değişim ne ilk ne de son. Kenti yönetenler değiştikçe, onlara yakın sermaye sahipleri de dalıyorlar Beyoğlu'na. Sinemalar zaten AVM'lere gitti. Aslında müzik kültürü de değişti. Kendi adıma söyleyeyim, orada arkadaşım da kalmadı artık. Çoğu benim gibi İstanbul'dan ayrıldı. Bazıları bu dünyadan ayrıldı. Mekânı senin yapan oradaki tanıdıklarındır. Kimse kalmayınca gitmenin manası da kalmadı.

Stadyumların değişimi hakkında neler düşünüyorsunuz? Bir ruh kaybı söz konusu mu sizce?

Galatasaray evinden taşınmak zorunda kaldı. Daha büyük kayıp olabilir mi?

Sol Bek Nejat

Dört yıl önce dergimiz için Akif Kurtuluş ile 'Aldım-verdim' yapıp farklı alanlardan 11'ler oluşturmuştunuz. Takımınız şöyleydi: Bülent Ortaçgil - Nejat İşler, Baba Bush, Melih Gökçek, Erdi Demir - James Joyce, Alex de Souza, Dostoyevski, Rıdvan Dilmen - Bukowski, Humphrey Bogart. Takımı tanımlarken, "Biraz 70'li yılların İngiliz takımları gibi. Her yol serbest..." demiştiniz. Şimdi bakınca, bu takıma yakışacak başka isimler çıkar mı?

Kendimi de sol beke koymuştum. Şimdi bakıyorum da fena olmamış takım. Özellikle orta saha çok iyi olmuş. İsim eklemeye gerek yok.

Kişisel futbol hafızanızdan bir 11 yapmanızı istesek kimlerden oluşurdu?

Toni Schumacher, Roberto Carlos, Uche, Högh, Gökhan Gönül, Tuncay Şanlı, Alex de Souza, Oğuz Çetin, Rapaiç, Anelka, Nobre...

Caner  Eler

53. Sayı
Ağustos 2019



Socrates Dergi