.jpg?w=3840&fit=max&q=75)
Rüzgârın Oğlu
8 dk
Orhan Çıkırıkçı, 1990’lı yıllarda ülkenin en süratli ve etkili hücumcularından biriydi. Trakya’da doğan ama Trabzonspor ile özdeşleşen Rüzgârın Oğlu ile Karadeniz günlerini, Fenerbahçe maçını ve bugünü konuştuk...
12 Eylül’den hemen sonra ya da biraz önceydi... O dönem köylerde kitap bulmak zordu. Hele futbola dair kitap bulmak, imkânsız. Ağabeyim de futbolcuydu, Çorluspor’da oynardı. Ben de Çorlu’ya maçlara giderdim. Onlar maç toplantısı yaparken ya da yemek yerken ben çevreyi gezerdim. Yine bir gün bakınıyorum, kitapçıda bir kitap gördüm: Beckenbauer Futbol Okulu. Çok hoşuma gitti ama param yok. Hemen, “İki hafta para biriktireyim, bir dahaki maça geldiğimde alırım” diye hesap yaptım. Biriktirdim parayı. Bu sefer de “İnşallah satılmamıştır” korkusu başladı. Satılmamış. Aldım kitabı ve sanki Playboy almışım gibi kazağımın içine sakladım. İnsanların görmesini istemiyordum çünkü bana göre muhteşem bir kitaba sahiptim. Ağabeyimin maçına bakmadım bile. Tek isteğim vardı; eve gidip, kapıyı kapatıp, Beckenbauer Futbol Okulu’nu okumak.
Geldim eve, başladım okumaya. Önce Beckenbauer’in kariyeri ile ilgili bölümleri okudum. Sonra bir şey dikkatimi çekti. Kaiser, maçlardan sonra arkadaşlarıyla birer bira içtiğini anlatıyordu. Hemen futbol oynadığım kulübe gittim, arkadaşlarımla buluşup bu olayı anlattım. Hepsi aynı şeyi söyledi: “Oğlum, manyak mısın? Bize su içirtmiyorlar, sen biradan bahsediyorsun.” Ben de “Adam bunu yazmış, yalan söylemiyorum” dedim. En sonunda dayanamadılar: “Git, cesaretin varsa hocaya söyle.” Bizde de antrenörler devre aralarında tuvaletleri kilitlerdi, su içmeyelim diye. “Su içmek zararlı” derlerdi ama kimse bilimsel açıklamasını yapamazdı. Tuvaletimizi yapacağız diye zor ikna eder ve tuvalet musluğundan su içmeye çalışırdık, gizli saklı. Şimdi su molaları var.
Kulüpte oynuyordum ama bir yandan da köy takımımız vardı. Diğer köylere gider, maçlar yapardık. Maçtan önce beyaz atletleri alır, yağlı boyalar ile arkasına ‘Maradona’ yazardık. Gariptir, bütün takımın formasının arkasında tek isim vardı: Maradona. Herkes Maradona idi bizim köyde.
Çorluspor’da oynadıktan sonra Eskişehirspor’a gittim. Orada da iki yıl geçirdim. 1988-89 sezonunun son maçında Galatasaray ile Ali Sami Yen’de oynadık. 1-0 yenildik ve küme düştük. Soyunma odasında ağlıyoruz üzüntüden. Gençliğin de verdiği coşkuyla, “Seneye burada kalalım ve takımı tekrar 1. Lig’e çıkaralım” gibisinden sözler veriyoruz. Maçtan çıktım, Lüleburgaz’a gittim. Oradan da ablamların yanına Gelibolu’ya… Telefon falan yok o zaman, eniştemle ve ablamla tatil yapıyorum.
Eniştem askerdi, bir gün geldi, “Oğlum herkes seni arıyor. En son garnizonu aramışlar, Aydın Begiter seni Trabzonspor’a satmış” dedi. Söz verdiğimizi, Eskişehir’den ayrılmayacağımızı söylesem de nafile… Birkaç gün sonra Aydın Begiter geldi, aldı beni ve Mehmet Ali Yılmaz’ın yanına gittik. O döneme göre iyi bir meblağ karşılığında beni Trabzonspor’a sattılar...
"Gitmen kolay olur"
Trabzon’a gittim, ilk antrenmana çıkacağım… Soyunma odasına girdiğimde çok şaşırdım. Odanın içinde oda vardı. ‘Özel’ oda, yaşlılara aitti; İskender (Günen) Ağabey, ‘Dobi’ Hasan (Şengün) ve Kemal (Serdar) Ağabey orada soyunurdu. Çok hoşuma gitti. Ben de bulduğum ilk yere oturdum. Bir baktım, malzemeci Mehmet Ağabey geldi:
— Hayırdır oğlum? Kalk oradan.
— Nereye oturayım?
— Kapının yanına otur.
— Sebep?
— Gitmen kolay olur!
— Saçmalama, sen kimsin?
— Ben malzemeciyim, burada her şeyin kararını ben veririm.
Hakikaten beni zorla kapının yanına oturttu. Kapı, her açıldığında bana çarpıyordu. Bir de bunun üstüne her gün malzeme sırası geldiğinde bana yırtık şort, sökük çorap filan veriyordu. İlk antrenmanlar hâlim harap. Üçüncü ay… Soyunma odasına indim, soyunacağım, Mehmet Ağabey geldi:
— Hayırdır?
— E, antrenman var.
— Neden burada oturuyorsun?
— Yahu, sen oturttun ya!
— Kalk, kalk! Gitmen zorlaştı. Ortaya otur.
İlk 11’de oynayıp göze girince yerim de sağlamlaştı. Artık yeni çoraplarım ve eşofmanlarım olmuştu.
İlk gittiğimde antrenör Şenol Güneş idi. Şenol Ağabey ile hem futbolcu hem de yardımcı antrenör olarak çalıştım. Oyuncuyu çok sıkmaz, ne antrenmanda ne de özel hayatlarında. Futbolcu da bunu ister zaten. Birçok hoca çok konuşur, Şenol Ağabey o kadar konuşmaz. Bir tek kötü yönü var; çok şüphecidir ama belli etmez. Trabzon’da birlikte çalıştığımız dönem İstanbul’da Olimpiyat Stadı’nda bir maç oynayacağız. Şampiyonlar Ligi’ne katılım açısından önemli karşılaşma. Kampta, asansördeyiz. Altıncı katta durduk, malzemeci orada, elinde telefon… Şenol Hoca hemen başladı, “Kimle konuşuyorsun bu saatte, nasıl konuşursun, niye telefondasın?” Saat dokuz, adam da hanımını aramış… Bizim malzemeci maçı mı satacak?
Şenol Ağabey’den sonra Urbain Braems geldi. Çok ağır idman yapardık. İskender (Günen) Ağabey çok kızardı. Hami, “Yeter artık! Koş, koş, koş!” diye bağırırdı. Braems da Hami’nin ne dediğini sorardı. “Çok güzel antrenman, çok güzel” derdi tercüman Metin Ağabey de... Hami daha da delirirdi: “Doğruyu söylesene. Ne güzeli, bıktık koşmaktan!” Braems’in bir Weisweiler’i vardı; “Weisweiler” dedi mi, herkesin yüzü düşerdi. 40 metrekare içerisinde yedi dakikada koşarak dönüyorsun. Devamlı koşuyorsun; ister tempolu git, istersen sprint at. Garip bir idman sistemi vardı.
Jean-Marie Pfaff da o sene kadrodaydı. Saha içinde çok iyi toparlayıcıydı. Çok bağırır, iyi uyarılar yapardı. Hatta bir maçta Gençlerbirliği ile oynuyorduk, “Trabzon’u yeneceğiz” havasıyla geldiler ama Avni Aker’de bizim kaleye atak yapmak bile çok zordu. Maç 6-0 oldu. Artık maçı almışız, aramızda pas yapıyoruz. İsmail (Gökçek) Ağabey, bu esnada bir geri pas verdi ve o top da gitti gol oldu. Hatası vardı ama art niyetli değildi İsmail Ağabey. Ama Jean-Marie delirdi. Epey sert bir tepki vermişti.

Yabancılardan çok değer verdiklerim var. Cyzio oda arkadaşımdı, müthiş insandır. Olsen garip adamdı. Filtresiz sigara içerdi. Biz uyarınca da “Karışmayın bana, böyle seviyorum” derdi. Ama çok iyi topçuydu. Bizde çok eleştirildi ama sezon sonunda Avrupa şampiyonu oldu. Kahkahalarla izledik şampiyonayı çünkü adamın iyi oyuncu olduğunu biliyorduk. Öyle haybeye eleştiriliyordu ki…
Şota da özel bir futbolcuydu. Onunla beşe iki oynamak büyük keyifti. Ama grupta başka bir Gürcü varsa, o zaman sıkıntı işte... Çok kavga ederlerdi. Arçil daha yetenekliydi ama sakattı hep. Şota’nın da bir özelliği var ki hiç sevmezdim; Arçil ilk 11’de yoksa Şota’nın morali bozulurdu, dağılırdı resmen.
Birlikte oynadığım futbolcular içinde Hami ve Fatih Tekke’nin yeri ayrıdır. Avrupa seviyesinde iki oyuncu. Hatta Fatih’in meziyetleri bir adım daha öndedir. Hami gibi duran top kullananı da dünyada görmedim. Çok severim Hami’yi. İlk geldiğimde oda arkadaşımdı. Bir maçta benim yüzümden oyundan çıkmıştı. Altay’la oynuyoruz İzmir’de, 3-0 öndeyiz. Bir pozisyonda kaleciyle karşı karşıya kaldım, Hami de boşta. Şansımı deneyeyim dedim, kaleci kurtardı. Hami de pas vermediğim için çıldırdı, gitti kenara, oyundan aldırdı kendini. Sonra otele geldik. “Niye böyle bir şey yaptın?” diye sordum, “Arada kafam atar öyle” diye cevap verdi.
"Daha maç bitmedi"
Fenerbahçe ile 1996’da oynadığımız maç; geleceğimizi, kazancımızı, aile durumumuzu, şehrimizi, her şeyimizi değiştirdi. İlk yarı 1-0 bitmişti. Harika oynadık. Yine de hiçbir arkadaşım “Maç bitti” düşüncesine kapılmamıştı. Ama seyirci için aynısını söyleyemem. Soyunma odasına giderken tribünlere baktım. Herkesin elinde puro vardı. Ali Şen puro içerdi ya, ona gönderme yapıyorlardı. Kendi kendime “Ya, daha maç bitmedi” dedim ama bir şey yapamıyorsun işte...
Aslında iki takım için de yıkımdı. Biz şampiyonluğu, Fenerbahçe de şampiyonluğu getiren futbolcularını kaybetti. Hep şunu dediler: “Şenol Güneş, takıma saldırmalarını söyledi.” Yahu, yaş ortalaması 28 olan bir takımdan bahsediyoruz. İlk 11’de Metin Mert dışında neredeyse hepimiz milli takım oyuncusuyduk. Yeterli tecrübemiz vardı. Ama basiretimiz bağlandı. Tolunay, Erol’un üzerine gitmek yerine paralel bir koşu yapıyor. “Bunu nasıl yaparsın?” dediğimizde, “Korner direğinin oraya gidecek sandım” diyor. Osman’a “Hamle yapabilirdin, niye ayağını uzatmadın Aykut’un golünde” diyoruz. “Ayağımı uzatsam, top bana çarpıp bizim kaleye gider diye düşündüm. Gol olsa ben suçlanacaktım” cevabını veriyor. Bunları düşünüyorsan o maç bitmiştir zaten.
Sihirbaz
Futbol tarihinde ayrıldıktan sonra takıma ceza veren tek antrenör Özkan Sümer’dir. 1990-91 sezonunda başımızdaydı, üçüncü olduk ve ayrıldı. Ertesi sezon hazırlık kampı için Maçka Oteli’nde toplandığımızda Mehmet Ali Yılmaz konuşma yaptı: “Yeni sezon hayırlı olsun. Hepiniz ilk ödemeleri bekliyorsunuz, çeklerinizi vereceğim ama giden hocanız, size bir sürpriz yaptı ve takım hâlinde ceza kesti” dedi. Özkan Sümer, 30’ar milyon ceza kesmiş bize üçüncü olduğumuz için. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde böyle bir ceza yoktur. Gariptir, uygulandı da bu. Olsen, yeni gelmiş ve takımla tanışmak için orada. Tercüman, adamcağıza çeviriyor söylenenleri ama anlamıyor Olsen, idrak edemiyor daha doğrusu. Devamlı “Neden?” diye soruyor.
Avni Aker’de oynuyoruz… Özkan Sümer bağırıyor: “Ulan İsmail, kademeye öyle mi girilir, nasıl bindirme yapıyorsun?” İşin garibi, İsmail Ağabey kulübede oturuyor. Hoca bağırmaya devam ediyor, en son yardımcısı Ali Kemal (Denizci) Ağabey dayanamayıp araya giriyor: “Hoca, İsmail arkanda oturuyor!” Özkan Sümer, İsmail Ağabey ile göz göze geliyor: “Ne bakıyorsun ulan! Sahaya koysam aynı boku yapacaksın!”
Bir antrenman öncesinde sahanın ortasında toplandık, Özkan Sümer geldi: “Bugün size dünyanın en büyük sihirbazını tanıtacağım. Verin bir top...” Tuttu topu ve şunu söyledi: “Al ulan Lemi, aldığın her topu kaybediyorsun. Bunu da kaybet!”
Maçtan sonra şehirde her şey durmuş gibiydi. Kimse tek kelime bile konuşmuyordu. Pazartesi tesislerde kaldık. Evleri de aradık, ailelerimize şehirden çıkmalarını söyledik. Taraftarlardan bazıları evleri basmıştı çünkü... Her şey çığırından çıkmıştı.
Şimdiki nefreti anlamıyorum. Halbuki hazırlık maçlarımızı hep Fenerbahçe ile yapardık. Trabzon Meydanı’nda amatör Fenerbahçe Spor Kulübü vardı. Tamam, 1996’da ve sonrasında şampiyonluğu kaptırmış olabiliriz ama sevsen de sevmesen de rakibin, bu öfke neden? O meydandaki kulüp şimdi kapanmış, ne geçti elimize?
Karşının Ambulansı
Milli takımın yükselişi Piontek’le başladı. Bakış açımızı değiştirdi, profesyonelliği getirdi. Ama onu da yok etmeye yer arardık. Antrenman programı asardı adam, günde iki antrenman olduğunu gören tecrübeli futbolcular baskı yapar ve tek idmana indirirdi. Zaten Piontek de devamlı “Sizin tek sıkıntınız var, o da çalışmamak” derdi.
Enteresan, disiplinli bir adamdı. Akşam yemeğinden sonra piposunu ve kitabını alır, köşesine çekilirdi. Röportaj için gelen gazetecilere de “Sizin zamanınız antrenman öncesindeydi. Şimdiki zaman bana ait” derdi. Ama bize uyum sağlamaktan da geri kalmadı. Uçakta giderken onun yanına oturur, devamlı soru sorardım. Bir gün sıkıldı sorulardan, “Tamam Orhan, yeter. Şimdi ben soracağım. Atatürk kaç yılında doğdu?” diyerek beni şaşırtmıştı. Bizim kültürümüzdeki önemli noktaları öğrenmişti. Bir keresinde de “Akşam yemeğinden sonra herkes masör odasında toplansın” dedi. Gittiğimizde, elinde Nasrettin Hoca fıkraları kitabı gördük. Yarım yamalak Türkçesi ile bize fıkralar okudu. Yerlere yattık tabii.
Tarkan ve Kurdu
Bizim ‘Takoz’ Recep’in (Çetin) Trabzon’a geldiği sene… Oturuyoruz kulüpte… “Orhan be, Mustafa’ya söyle de çay getirsin. Benimki açık olsun ama” dedi. Aradım Mustafa’yı, “Mustafa, iki çay, biri açık” dedim, kapadım telefonu. İki dakika sonra telefon çaldı, Mustafa arıyor: “Orhan Ağabey, hangisini açık yapayım?”
Kulüp binasına milli takımda oynayan futbolcuların toplu fotoğrafları asılırdı. Bir gün geldik kulübe, fotoğraf da yeni asılıyor. Ünal’ın bıyıkları biliyorsun, aşağı doğru… Recep de Ünal’ın tam altına oturmuş. Lemi fotoğrafı görüp bağırmaya başladı: “Bakın, bakın! Tarkan’la kurduna bakın!”
Piontek sonrası Fatih Terim, çıtayı daha da yükseltti. Euro 96’ya katıldık ama benim için eleme aşaması üzücüydü. İzlanda maçının daha başıydı… Alamayacağım bir topa ayak uzattım. Fatih Terim bizi nasıl doldurduysa... Çok hırslanmıştım. 0-0 olmasa belki o hamleyi yapmazdım. Kaleciyle çarpıştık ve ayağım kırıldı. Birçok insan “Sonra toparlanamadın” diyor ama katılmıyorum. İyileştim, 1995-1996 sezonunda sahaya çıktım, yazın da Euro 96 kadrosuna girdim… İnsanlar, daha az gol attığım için öyle düşünüyor bence. Ayağım kırılmış, moralim berbat… Sedyeyle içeri götürdüler, doktor ve ambulans geldi… Ama milli takımdan hiçbir yetkili yanımda değildi. Ambulansa aldılar beni, şoför döndü bana:
— Nereye gideceğiz?
— Ne bileyim! Sakat olan benim, ambulans şoförü olan da sen. Götür bir hastaneye!
— Alman Hastanesi’ne götüreceğiz.
— Tamam.
— Ama biz karşı tarafın ambulansıyız. Kadıköy’den geldik.
Alman Hastanesi’ne gittik, oradan da Amerikan’a… Ameliyata girdiğimde üstümde hiçbir şey kalmamıştı. Ben can derdindeyim, millet forma derdinde… Formayı, şortu aldılar, kaldım tozluklarla. Üstümü beyaz bir şeyle örttüler. Ameliyat başlayacak, doktorlarla beraber bir tane de görevli geldi, “Üstünüzde para var mı?” diye soruyor. “Bugün şaka mı ya!” diye isyan ettiğimi hatırlıyorum. “Milli maçta sakatlandım, maç da televizyonda… Üstümdekiler zaten gitti, kaldım kramponlarla, sen de gelmiş para soruyorsun” deyince adam özür diledi.
Sağlıklı Sporcu Yetiştirmek
Yusuf ve Abdülkadir müthiş oyuncular. Ama onlar gibi birçok yetenek Trabzon’da harcandı. Ramazan vardı mesela… Ali Şen (Kandil) harikaydı, süper bir yetenekti, inanılmazdı ya! “Abdullah gibi” derdik ona. Birden kayboldular. Yusuf’un en büyük şansı hocaların ona şans vermesi ve baskının az olduğu dönemde sahaya çıkması. Geçen sene zaten şampiyonluk umudu yoktu ve bu çocuğun üzerine oynadılar, şans verdiler. Çok baskı görmedi. Mesela Gökdeniz’i alttan aldık, iki maç oynatıp tekrar alt yaş gruplarına gönderdik. Mahvettik çocuğu. Futbolu bırakmayı bile düşündü. Almanya’ya kampa götürmüştük, orada birkaç maç sağ bek oynatıldı ve isyan etti. Bırakıp gideceğini söyledi. İkna ettik ve hâlâ futbol oynuyor işte.
Eskiden yetenek çok, para azdı. Şimdi yetenek az, dönen para çok. Bir de ülkenin genelinde insanlar çok çabuk para kazanmak istiyor. Dikkat ediyorum; çocuğunu altyapıya getirenler, hemen çocuğunun üzerinden parayı bulmak istiyor. Bu da doğal olarak daha 16-17 yaşına geldiğinde çocuğun üzerinde kaldıramayacağı bir baskı yaratıyor. Oyunun keyfini alamıyor çocuk, yeteneklerini ortaya koyamıyor. Daha da kötüsü, ilerleyen zamanlarda aileler, çocuklara “Yemedim, yedirdim, seni buralara getirdim” diyerek baskıyı daha da artırıyor. Bütün işlerde durum böyle. Kimse çalışmak istemiyor ama herkes çok parası olsun istiyor.

Sporcuya bakışta da sıkıntı var. Sepp Piontek döneminde İngiltere’ye 1-0 yenilmiştik. Bir gün sonra otel lobisine indim. Bir baktım, İngiltere Kaptanı Gary Lineker; adam kahvesini içiyor ama kimse onu rahatsız etmiyor. Sıradan bir vatandaş gibi… “Kimse tanımıyor herhâlde” dedim, “Merhaba” diyen bile yok, utanmasam “Hoş geldin” demeye gidecektim. Özel hayata bu saygı çok hoşuma gitti. Trabzon’da olsa; kazansan ilgiden oturamazsın, kaybettin mi zaten orada olma hakkın yoktur. Viktor’un oynadığı dönemde biraz kötü gidiyorduk. Bir maç kazandık, izin gününde de Viktor’la birlikte plan yaptık. Eşlerimiz ve çocuklarımızı alıp önce balık yemeye gideceğiz, sonra da Sümela Manastırı’na çıkacağız. Manastıra çıkarken yol çalışması olduğunu gördük, yavaşladık. Bu esnada çalışanlarla göz göze geldik… Görevli bize şunu dedi: “İyi ki bir maç kazandınız anasını satayım! Nereye gidiyorsunuz böyle?” Ailelerimizleyiz ya! Gel de sağlıklı oyuncu yetiştir…
Bir arkadaşım var, Avusturya’da yaşıyor ama aslen Trabzonlu. Onu ziyarete gittim. Rapid Wien’i tutar. “Maça gidelim” dedi, gittik Rapid’in stadına. Arkadaşım takımın tarihine çok hâkim, 2. Dünya Savaşı döneminde Rapid’in Almanya Ligi’ne katılıp şampiyonluk yaşadığını anlatıyor bana. Neyse maç başladı, 3-0 yenik duruma düştüler. Ben seyircilerden tepki bekliyorum. Ama son dakikalara doğru şarkılar söylemeye başladılar. “Bu ne?” dedim. Meğer son 15 dakika geleneğiymiş. Skor ne olursa olsun galiplermiş gibi coşkuyla tezahürat yapıyorlar. O arada bir gol daha yediler, oldu mu 4-0! Ama coşku devam ediyor. Çıktık maçtan, arkadaşım standa gitti kaşkol, eldiven falan aldı. Sonra da “Takıma destek olalım” dedi. Ona şunu sordum: “Trabzonspor 4-0 yenilse, Avni Aker’den de böyle çıkar mıydın?” Cevabı, “Burada böyle” oldu. Bizde sorun burada başlıyor. Trabzonspor 4-0 yenilse o ürün standının hâlini düşün...