Sahici İnsanlar

15 dk

2019 Şampiyonlar Ligi, Arrigo Sacchi ya da Johan Cruyff Finali değil. Eğer bir etiket arıyorsak Klopp ile Pochettino'nun finali diyebiliriz. Hoş, onlar bundan hoşlanmayabilir.

Klopp ile Pochettino'nun karşılaşacağı Şampiyonlar Ligi finaline Arrigo Sacchi Finali diyebilir miyiz? Biraz zorlarsak, belki evet. Nihayetinde Johan Cruyff Finali bekleniyordu, onun yerine bu oldu diyebiliriz. Alaycı İngilizlerin bir kısmı bu finali Peter Crouch Finali olarak adlandırıyor. Hayal gücü sınırsız, eşleşmeyi elbette farklı noktalardan yakalayabiliriz.

Mauricio Pochettino'nun Marcelo Bielsa ile olan ilişkisi, bir parça ünlü olmaya başladığı günden bu yana peşini bırakmıyor. Pochettino hakkında az çok fikir sahibiyseniz, onun Bielsa ekolü bir hoca olduğuna dair illa ki bir şeyler duymuşsunuzdur. Klopp'un kimden etkilendiği veya günümüz popüler futbol jargonuyla kimin müridi olduğu üzerine ise nispeten daha az yazılıp konuşuldu. Gegenpressing'i biliyoruz, peki ya sonrası?

Klopp, 2013'teki Şampiyonlar Ligi yarı finali sonrası İtalyan televizyonuna konuşmuş ve takımının yüzde onunun Arrigo Sacchi'ye ait olduğunu söylemişti. 80'lerin sonunda Milan'la iki Avrupa kupası kazanan ve uygulattığı alan savunmasıyla pek çok insana ilham kaynağı olan İtalyan antrenör, o sırada stüdyodaydı. Klopp şöyle söylemişti: "Sacchi'yle hiç tanışmadım ama bir antrenör olarak her şeyi ondan ve eski hocamdan öğrendim. Eski hocam da Sacchi'den öğrenmişti."

Klopp'un eski hocası olarak bahsettiği kişi Wolfgang Frank'tı. Mainz'da futbolcu olarak 12 sene geçiren genç Kloppo'yu etkilemekle kalmamış, kulübü de kalıcı bir biçimde değiştirmişti. Nitekim 2001'de tepetaklak giderlerken, sportif direktör Heidel'ın oyuncusu Klopp'tan isteği şu olmuştu: "Takımın yarısı alan savunması oynamayı bilmiyor. Frank'ın fikirlerini anlayan ve onları uygulayabilen birine ihtiyacımız var. Sence bunu başarabilir misin?" Klopp, tipik canlılığıyla bir saniye bile tereddüt etmemiş ve görevi hemen kabul etmiş: "Evet, bunu tabii ki yapabilirim!"

Yine de bu anlatı biçiminde hoşuma gitmeyen bazı taraflar var. İnsanların arka plan hikâyelerini bir kez anlattıktan sonra, bu hikâyelerin onların üzerine yapışıp kalmasından pek de hoşlanmıyorum. Klopp için elbette her şey Frank'la başlamıştı. Pochettino için de Bielsa ile. Onlar ilk öğretmenler ve sadece bu yüzden bile minnetle hatırlanabilirler. Ancak bunlar sadece birer başlangıçtı. Mainz'ın eski başkanı Harald Strutz şöyle söylüyor: "Wolfgang eğer biraz daha rahat biri olsa, fantastik bir antrenör olabilirdi. Klopp'un aksine, gereğinden fazla ciddiydi." Bu gözlem, bana fazlasıyla Bielsa ile Pochettino için düşündüklerimi hatırlatıyor. Bielsa'nın rakip takım antrenmanlarını gizli bir şekilde izlettiği ortaya çıktığında, Ada'da onun yanında durmayan çok az kişiden biri Pochettino'ydu. "Onu her zaman seveceğim, benim için çok önemli bir insan ama yaptığını onaylamıyorum" demişti. Pochettino pek çok açıdan onun gibi değildi.

Antrenörleri akıl hocaları vasıtasıyla anlatmaya çalışmak bir süre sonra monoton bir durum ortaya çıkarıyor. Onları belli kalıplara sığdırmak, zarif bir anlatı oluşturmak, âdeta insani niteliklerinden sıyırmak istiyoruz. Bir yerde bir ekolün antrenörleri var, diğer tarafta da diğer ekolün. Sanki hep bunu anlatmak istiyoruz gibi. Ama olmuyor. Çünkü her biri benzersiz, hayatının farklı dönemlerinde farklı kişilerden etkileniyor. Dolayısıyla bir kişiyi anlamak ve anlatmak zarif anlatılardan fazlasını gerektiriyor. Guardiola'nın Cruyff'tan etkilenmesinin dahi abartıldığını söyleyebilirim. Sacchi'ye de sık sık ziyaretlerde bulunuyor ve övgülerini eksik etmiyor. Fikirlerin herkese açık olduğunu ve kendisinin de başkalarının fikirlerini 'çalmaktan' imtina etmediğini söylüyor. Belki iddialı biçimde şunu dahi öne sürebilirim: Futbolcuyken Cruyff'un, antrenör olduktan sonra ise Sacchi'nin fikirlerinden daha çok etkilenmişti.

Klopp, Frank'ın fikirlerinin onda bir aydınlanma ortaya çıkarmasını şöyle anlatıyor: "Eğer iyi bir sisteme sahip olursak, daha iyi oyunculara sahip olan takımları yenebileceğimizi fark ettim. Aldığımız sonuçlar, artık takımımızın ne kadar yetenekli oyunculara sahip olduğuyla ilişkili değildi. Elbette bir ölçüye kadar. Ama o güne dek, daha kötü oyunculara sahip olan takımın kaybedeceğini düşünürdük." Klopp'un Borussia Dortmund'da ve bu sezona gelene dek Liverpool'da yaşadığı başarılar, bu öykü kalıbına çok iyi denk düşerdi. Daha iyi olmayan kadrolarla ya da popüler tabirle 'underdog' takımlarla, büyüklerin karşısına çıkmak ve kolektif bir yapıyla onları alt etmek... Özellikle geçen sezon ortası itibariyla ise biraz farklı bir yola girdiler. Liverpool önemli ölçüde para harcamaya ve maçları daha farklı şekilde domine etmeye başladı. Hâlâ muhteşem bir pres üniteleri var ama Klopp dendiğinde ilk akla gelen artık bu olmuyor. Liverpool'u anlatmak isterken gegenpressing'den farklı terimlere ihtiyaç duyuyoruz. Gegenpressing bir başlangıçtı.

Mauricio Pochettino, Ajax'a karşı oynayacağı rövanş maçı öncesi El Pais'e verdiği geniş röportajda taktikleri oyuncuların belirlediğinden bahsetti. "Topla oynamayı seviyorum. Topa mümkün olduğunca sahip olmak istiyorum. Ama ya bunu yapacak araçlara ya da teknik oyunculara sahip değilsem? O zaman farklı bir yol aramalıyım" ifadelerini kullandı. Tottenham'da son birkaç sezondur aradığı yollarla, Bielsa'nın futbol idealinden epeyce uzaklaştı. Geçtiğimiz sezon Real Madrid'i yüzde otuzlarda topa sahip olarak yendikleri iki maç, bu sürecin habercisiydi. Stadyum inşaatı sebebiyle transfer yapamadıkça Pochettino daha da esnekleşti, ilk dönemlerinde özdeşleştiği altyapı oyuncularının yerine de tecrübeliler daha fazla tercih edildi. Onun hakkında konuşurken hikâyeyi Bielsa ile değil, Tottenham başkanı Daniel Levy ile başlatmak artık bana daha doğru geliyor. Tottenham deneyimi, en az Bielsa'nin öğreticiliği kadar iz bırakmış olabilir. İkisinin toplamı, ortaya farklı bir şey çıkarıyor.

O hâlde Arrigo Sacchi Finali nereden çıktı? Bunu ben uydurdum. El Pais'teki röportajın bir yerinde Sacchi'den alıntı geçiyordu. "Neden olmasın ki?" diye düşündüm. Hugo Lloris de bir keresinde "Sacchi'nin bir röportajını duydum, aynı Pochettino'yu dinlemek gibiydi" demişti. Peter Crouch Finali olabiliyorsa, bu neden olmasın? Nihayetinde sayısız referans bulabiliriz. Önemli olan, Klopp ve Pochettino'nun bu referanslar bulutunda bir şekilde kaybolmamalarıydı. Bu onların finali.

Finalin belli olmasının hemen ardından Erman Yaşar şöyle bir tweet attı: "Şu an dünya üzerinde en çok sevdiğim iki teknik direktör Şampiyonlar Ligi finalinde." Sezon öncesi kendi küçük grubumuzla oluşturduğumuz Premier Lig tahminleri köşesinde, ben de ilgiyle izleyeceğim iki takım olarak Liverpool ve Tottenham'ı yazmıştım. Bizim gibi hisseden insanların sayısının hiç de az olmadığını tahmin ediyorum. Klopp ve Pochettino'nun bu popülaritesi nereden geliyor? Belli ortak özellikler etrafında birleştiklerini öne sürmek mümkün mü?

Ortak noktalarını objektif ya da yüzeysel ve sübjektif ya da esas önem arz eden şeklinde iki kategoride ele almak isterdim. Örneğin ikisinin de İngiltere kariyerlerinde kupa kazanamamış olması ve bu açıdan eleştiri almaları yüzeysel bir benzerlik olabilir. Antrenörleri progresifler ve pragmatikler olarak iki gruba ayırabilir, Klopp ve Pochettino'yu da "Kazanamıyor ama geliştiriyor" diyerek progresifler alt grubuna yazabiliriz.

Benim açımdan, bu o kadar da değerli bir ortaklık değil. Ama şunu daha çok sevdiğimi söyleyebilirim: İkisi de sadakati fazlasıyla öne çıkarıyor. Espanyol'daki futbolculuk geçmişi nedeniyle Pochettino'nun asla Barcelona'da çalışmayacağını öngörebiliriz. Sezon ortasında da Real Madrid'i reddetti çünkü başkan Levy'ye ayrılmayacağına dair bir söz vermişti. "Başkan kalacağımı düşünüyorsa ona sırtımı dönemem. Bu, değerlerime uymaz. Sözlerini tutmayan bir antrenörü transfer etmek, o kulüp için de iyi olmaz" dedi. Bahsi geçen durum, vaktiyle Nagoya Grampus'la olan sözleşmesini yerine getirmek için Arsenal'ı reddeden Arsene Wenger'i hatırlatıyor. Wenger, ancak Japon kulübü onun yerine bir başkasını bulabilirse teklifi kabul edebileceğini iletmişti. Bulamadılar ve o da bir sezon daha kalmayı tercih etti. Bu insanlar, sağlam ve gerçek bir ilişki kurmak istiyorsanız tutarlı olmanız gerektiğini biliyorlar. Çalıştıkları her kulüpte kalıcı bir bağ kuruyor çünkü bunun önemli olduğunu düşünüyorlar. Ben de bunu fazlasıyla önemli buluyorum. Sübjektif ya da esas önem arz eden bir benzerlik. Diğer yandan 'yenilgiyle barışık olmayı' biliyorlar. Bu ifadeyi, geçtiğimiz günlerde Galatasaray-Beşiktaş maçı sonrası Önder Özen gündeme getirdi. Bu seviyedeki teknik adamların dahi maçı ve şampiyonluğu kaybetmesi durumunda görevinde kalamayabileceğini söyledi. Özen, "İnsanlar böyle alıştırıldılar. Teknik adamların üzerinde böyle bir baskı var. Yenilgiyle barışmadan iyi futbol oynama şansınız yoktur" dedi. Klopp ve Pochettino, kupalar kazanmadan da göreve devam edebilmenin yollarını buldular. Bazı insanlar, bunun göze hoş gelen futbolla ilgisi olduğunu düşünüyor. Eğer bir 'felsefe'niz varsa, size süre tanınacağını söylüyorlar. Buna tam olarak katılmıyorum. 'Felsefe' sahibi nice hoca, projeleri ilerleyemeden görevden ayrıldı. Andre Villas-Boas, Louis van Gaal, Roberto Martinez gibi örnekler sıralanabilir. Önemli olan daha ziyade çevrenizdekileri inandırmak ve onlara güven telkin etmektir.

Bunun en garanti yolu elbette başarılı sonuçlar almakla olur. Ama Klopp ilk sezonunu sekizinci sırada bitirmişti. Sonraki sezonu da bir puan farkla dördüncü. Belli iniş çıkışlar oldu, ama Klopp'a olan inanç hiçbir zaman Van Gaal seviyesine inmedi. Bunun en önemli sebebi, ABD'li sahiplerle ilk günden itibaren kurduğu sıkı ilişkiydi. İki taraf da birbirinden ne beklediğinin ve ne alabileceğinin çok iyi farkındaydı hep. Güven, sonuçlardan bağımsız olarak, buradan kaynaklandı. Daha sonra iyi futbol geldi ve çok yakında da kupalar gelecek. Süreç böyle işliyor. Eğer rekabet etmekten daha fazlasını isterseniz, insanlara süre vermeniz ve kaybetmeye tahammül edebilmeniz gerekir. Eğer çok fazla paranız veya oturmuş bir geleneğiniz yoksa, aynı anda kazanmaya başlayıp iyi futbol oynamanız çok düşük bir ihtimaldir. Antrenörlük, Brendan Rodgers'ın çok yerinde bir şekilde söylediği üzere, havalanmaya başlamışken bir uçak inşa etmeye benziyor. Siz inşaya devam ederken, uçuyor olduğunuza da inandırmak zorundasınız.

Jose Mourinho'nun 2004 yılında Porto ile Şampiyonlar Ligi şampiyonu olmasıyla futbolda bir çağ kapandı. O günden bu yana beş büyük ligin dışından herhangi bir takım Şampiyonlar Ligi kazanamadı. Ajax'ın sezonluk patlamaları bir yana bırakılırsa, bunu hayal edebilmek dahi imkânsızlaştı. Mourinho'nun şampiyonluğu, sembolik bir köşe taşı. 2004'ün öncesinde de küçük liglerin temsilcileri Şampiyonlar Ligi'nde çok fazla söz hakkına sahip sayılmazdı. Ancak Mourinho'nun çıkışı, büyük milyarderlerin futbola girişine rastlamasıyla özel bir önem teşkil ediyor. 2003'te Chelsea'nin, 2008'de Manchester City'nin ve 2011'de Paris Saint-Germain'in el değiştirmesiyle yeni güç odakları ortaya çıktı. Henüz sürecin başında, Şampiyonlar Ligi ve Premier Lig'in kuruluşu büyük kulüplerin daha fazla güce sahip olmak istemesiyle alakalıydı. Nitekim tekelleşme, milyarderlerin girişiyle bambaşka bir hız kazandı. Küçük liglerin rekabet alanından uzaklaşması, UEFA Kupası ya da daha sonraki adıyla Avrupa Ligi üzerinden daha net takip edilebilir. Milenyumun başında Galatasaray, Feyenoord, Porto, CSKA Moskova, Zenit gibi kulüplerin şampiyon olduğu turnuva, son on yılda beş büyük ligin hâkimiyetine geçti. Önce İspanyolların, şimdi de İngilizlerin. İkinci kademe liglerin hiç değilse iki numaralı kupası vardı. Artık orada da yoklar. UEFA, büyükleri üzmemek ama küçüklere de bir yer bulmak için yeni düzenlemelere gidecek. Uluslar Kupası'nda yaptığı gibi.

Modern periyot olarak adlandırdığım bu 15 yıllık süreyi antrenörler penceresinden bakarak da ayrıca üç alt başlıkta değerlendirebiliriz. Mourinho'nun kesin hâkimiyetinde geçen ilk beş yıllık kısım, "Taktisyenler" dönemi olarak adlandırılabilir. Kendisiyle aynı dönemde lige ayak basan Benitez'le girdiği rekabet, oyunun 'stratejik' yönüne yaptığı vurgular ve hepsinden önemlisi olağanüstü karizmasıyla bu dönemin tartışmasız yıldızıydı. Futbolun globalleşmesi önceki yıllarda çoktan başlamış olsa da bu dönemle hız kazandı. Mourinho kültü, harika bir pazarlama öğesiydi. Çok da renkli skorların olmadığı, Yunanistan'ın Euro 2004'ü kazandığı, insanların pek de hoşlanmadığı ama muhtemelen yine de zekice bulduğu bir futbolun oynandığı dönemdi. Daha sonra Pep Guardiola dönemi başladı, "Oyunun Koruyucuları" geldi. Bu dönem muhtemelen hâlâ kapanmış değil. Televizyondaki yorumcular veya ekran karşısındaki izleyiciler 'iyi futbol izleme hakkı' diye bir şeyden bahsetmeye devam ediyorlar. Öncesinde Wenger'in Arsenal'ı veya Rijkaard'ın Barcelona'sı vardı. Tarafsızların büyük bir sevgiyle hatırladığı, harika takımlar. Ama iyi futbol izlemenin bir hak olduğundan bahsediliyor muydu? Emin değilim. Futbolun büyük kitlelere yayılması, bir 'ürün' olarak pazarlanması ve Amerikan sporu mantığıyla eğlence sektörü kapsamında ele alınması bunun yaygınlık kazanmasını sağladı. Daha sonra, biraz da belli belirsiz bir şekilde, "Sahici İnsanlar"ın dönemi başladı. Guardiola'nın etkileri hâlâ hissediliyor ama sanki 2013'teki finalden beri Klopp da farklı bir döneme işaret ediyor. İnsanlar onun tutkusunu, doğallığını, neşeli tavırlarını sevdiler. Artık sahadaki oyun kadar antrenörlerin kişilikleri de seyirciyi ilgilendiriyor. Sahici, elle tutulur fakat hepsinden önemlisi eğlenceli insanlar görmek istiyorlar. Sadece işinizi iyi yapmak yeterli olmayabiliyor.

Mauricio Pochettino, futbolun 'hakiki insanları' kaybettiğini söylemiş, sözünü ettiğim El Pais röportajında "Artık daha çok aktörlere benziyoruz" demişti. Futbol, ona göre bir kavgaydı. Geçenlerde 1975 Şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalini izlerken Johan Cruyff'un tekme attığını görmüş ve böyle hissetmiş. Oyunun günden güne sterilleştiğini, duyguların içinin boşaltıldığını düşünüyor.

Jürgen Klopp da Fenway Sports Group'la gerçekleştirdiği ilk görüşmede futbolun bir sisteme sahip olmaktan fazlası olduğunu anlatmış. Futbol aynı zamanda yağmur, kayarak top alan oyuncular ve stadyumda gürültü demekmiş. Sahici İnsanlar döneminin 'aktörleri', bizi geride bıraktığımız on beş seneyi gözden geçirmeye davet ediyorlar. Gerçeklikten koptuğumuzu, soyut kavramlara biraz fazla takıldığımızı ve oyunun özünden uzaklaştığımızı düşünüyorlar. Tottenham'ın Ajax karşısındaki geri dönüşü elbette taktiklerle de ilgiliydi. İkinci yarıda orta sahayı by-pass ettiler, uzun oynadılar ve Ajax'ı istemediği bir oyunun içine çektiler. Rus televizyon kanalı RT'de yayınlara çıkan Jose Mourinho, bu maçta olan biteni harika bir biçimde analiz etti. Ama Pochettino maç sonunda bunlardan hiç bahsetmedi. Eriksen, gerçekleştirdikleri geri dönüşün taktiklerle açıklanamayacağını söyledi.

Bir süredir böyle şeyler duymaya alışkın olmayabiliriz. Klopp ve Pochettino'nun mesajlarına kulak vermeliyiz.

Socrates Dergi