Şahidim Damon Albarn

2 dk

Premier Lig'in kuruluşu ve Britpop'un zirvesi, 1990'lar İngiltere'sini epey çekici kılıyor. Şahidimiz ise Damon Albarn.

“Dünyaya şahit olmanın yolu, maceranın kendisinden başka bir şey değildi. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk bu dünyanın şahidi olmaktı.”

İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası’nda böyle diyordu. Bu dünyanın her ânına şahit olmak ister miydim bilmiyorum ama 90’lı yılları İngiltere’de yaşamış, o döneme yerinde şahitlik etmiş olmak, iyi bir seçenek gibi duruyor. Premier Lig’in ortaya çıktığı, Britpop’un zirve yaptığı bir dönemden bahsediyorum. Damon Albarn, sürecin tanıklarından biri. Aynı zamanda, grubu Blur ile birlikte sürecin önemli bir parçası ve o da 90’lı yıllara dair benzer hislere sahip:

“90’larda İngiltere’de futbol ve müzik arasında muhteşem bir sinerji vardı. Sanki ikisi birbirini besliyor gibiydi. Kesinlikle sıra dışı bir ortamdı. Ama muhteşem zamanlardı, şüphesiz.”

Albarn, 2013 yılında Chelsea TV’ye verdiği röportajda hayatının en parlak yıllarından böyle bahsediyordu. Kuşkusuz, İngiltere’nin en özel dönemlerinden birine şahit olmuştu. Şahit olmakla kalmayıp başrollerden birini oynamıştı. Bu iki taraflı hayat, onun deneyimini muhakkak ki diğerlerinden özel kılıyordu. Bir yanda izleyici olarak sürece dahil oluyor, diğer yanda sahneye çıkıp izlenen bir figüre dönüşüyordu. Futbol da bu deneyimin en değerli parçalarından biriydi.

“Küçüklüğümde tuttuğum bir takım yoktu. Sadece, West Ham’a biraz ilgi duyduğumu söyleyebilirim; çünkü ailem Londra’nın kuzey doğusundan geliyordu. 1989’da Colchester’dan ayrılıp okumak için Londra’ya gidene kadar gerçek bir taraftar değildim. Ancak orada, Chelsea taraftarı arkadaşlarım oldu ve Stamford Bridge’teki maçları izlemeye başladım.”

Bu başlangıç, içinde var olan ateşin yanmasını sağladı. 1998 Kupa Galipleri Kupası finalinde Stuttgart’a karşı oynayacakları maç için Stockholm’e giden Albarn, zaferle biten gecenin ardından artık ‘gerçek’ bir taraftardı.

“Mutlu ama sarhoş 600 taraftarla birlikte bir uçaktaydım, tam anlamıyla bir anarşiden bahsediyorum. Aklımda yolculuğa dair hiçbir şey yok ama Heathrow’a indiğimizde ayakkabılarım ve pasaportum yoktu, onu hatırlıyorum.”

O gün İngilizleri mutlu eden gol, Gianfranco Zola’dan gelmişti. Yani, Albarn’ın bugüne kadar en sevdiği oyuncudan...

“Favori oyuncum kesinlikle Zola’ydı. O, Chelsea’yi baştan aşağı değiştirdi. Çalışma ahlakıyla olsun, yeteneğiyle olsun, çok fark yarattı. Avrupa tarzı modern futbol ile defansif-agresif sağlam İngiliz futbolu arasındaki geçişi ve bütünleşmeyi sağlayan isimdi.”

Albarn, Stockholm’dekine benzer bir hissi yıllar sonra Münih’te yaşadı. Chelsea’nin Bayern Münih’le karşılaştığı Şampiyonlar Ligi finalinde yine tribündeydi.

“Bitime çok az süre kala geri düştük, yıkıldım. Sonra birden Drogba çıktı ve beraberliği getirdi. Ve penaltılar... Almanların sahasında Almanlara karşı kazanmak imkânsız görünüyordu. Ama başardık. İnanılmazdı.”

Futbol, daima Albarn’ı besleyen bir tutku oldu. 90’ların ruhunu gerçek anlamda yaşamasını, hatta o ruhun bir parçasına dönüşmesini sağlayan, tamamlayıcı bir rol üstlendi. Öyle ki Albarn, Kurt Cobain’in intiharı üzerine görüşleri istendiğinde sözü yine futbola getirecek ve bu tutkunun kendinde yarattığı etkiyi -garip bir yolla olsa da- bir kez daha ifade edecekti:

“Kurt Cobain futbol oynasaydı, bugün yaşıyor olurdu. Bu, dünyanın en saçma cümlesi gibi duruyor. Farkındayım. Ama futbol oynayan bir insansanız, ne demek istediğimi anlarsınız.”

Ben tam anlayamadım ama bir bildiği vardır.

Socrates Dergi