Saint-Etienne Atı

10 dk

Michael Owen bir Arjantin maçında koşmaya başladı. İlk sakatlığını geçirdiğinde yavaşladığını fark etmişti. Sonra bir kez daha sakatlandı. Sonra bir kez daha...

1

Şampiyon kadrosundan Cristiano Ronaldo ve Carlos Tevez’i yitiren Manchester United’ın 2009-2010 sezonu için ilk transferi Michael Owen oldu. Bir dönemin genç ilahı, 3 Temmuz’da iki yıllık mütevazı bir sözleşmeye imza attı. Oysa Owen, sadece iki gün önce, Sir Alex Ferguson telefon edinceye kadar, Stoke ve Hull arasında bir seçim yapacağını düşünüyordu. Ertesi gün Ferguson ile kahvaltı masasına oturduğunda, bunun bir transfer görüşmesi olduğundan hâlâ emin değildi. Ancak sürpriz ziyaretin haberi Carrington’da çoktan yayılmıştı. Hattın başında Paul Scholes vardı.

“Sheasy, haberleri duydun mu? Patron, Michael Owen’ı getiriyormuş. Moscow Eight için çok iyi olacak.”

2008 Şampiyonlar Ligi Finali’nden sonra, yağmurlu bir zaferin hatırasını ölümsüzleştirmek adına, bir grup United oyuncusu bir yarış atı satın almışlardı. Soyunma odası sohbetlerinde bu işten anlıyormuş gibi görünen John O’Shea’nin tavsiyeleri doğrultusunda seçtikleri bu safkana Moscow Eight ismini vermişlerdi. Ne var ki sonuçlar istedikleri gibi gitmiyordu.

Owen’ın 7 numaralı formanın, yani United tarihinin en büyük isimlerini sarmalamış o kutsal halenin yeni sahibi olduğu açıklandığında, Old Trafford sakinleri menajerin fazla ileri gittiğini düşündüler. Carrington’da ise hiç kimse 7 numarayı, patronun olası planlarını, Rooney ile Owen’ın birlikte oynayıp oynayamayacağını tartışmıyordu. İlgilendikleri tek şey, Owen’ın at yarışı tutkusuydu. Scholes, O’Shea, Carrick ve Evans, ilk antrenmanın sonunda Owen’ı çevrelediler ve küçük girişimlerinden bahsettiler. Moscow Eight’in yeni evi, Owen’ın Cheshire’daki devasa harası olacaktı ve orada meşhur Tom Dascombe tarafından yetiştirilecekti. Yeni takım arkadaşlarının tüyoları doğrultusunda o yaz üç at daha satın aldılar.

Eylül ayındaki Manchester derbisinin yedinci uzatma dakikasında –Fergie Time’da– attığı gol, tarihteki yerini alacak ama Owen’ı bir United efsanesi yapmaya yetmeyecekti. Scholes ve diğerleri ise onu her zaman bir ‘transfer başarısı’ olarak hatırlayacaktı.

2

“Futboldan emekliliğimi açıklarken biliyorum ki herkes, ‘o gol’ Arjantin ağlarının üst köşesine saplandığında nerede olduğunu hatırlıyordur.”

Spor yazarı Simon Kuper, o sırada herkesin olmak istediği yerdeydi: Saint-Etienne’deki stadyumda, Michael Owen ile aynı kara parçasının üzerinde. Turnuvanın başından beri takımlarını hoşnutsuz ve yarı sarhoş biçimde izleyen İngiliz gazetecilerin ilk kez canlılık emaresi gösterdikleri o anı Futbol Adamları kitabında şöyle anlatıyor: “Beckham orta sahada bir yerde topla buluşup o pası çıkardığında, nihayet yazı masalarının arkasındaki bira göbeklerini kımıldatmaya karar verdiler. Hepsi bir anda masalarını yumruklamaya ve ‘Yürü be oğlum!’ diye bağırmaya başladılar.”

Yürüyeceğini, koşacağını biliyorlardı. Bu çocuğu yalnızca bir yıldır tanıyorlardı ama daima koşmuştu. En ümitsiz toplara, stoperlerin biraz soluklanmak için öylesine şişirdiklerine bile sahibine milyonlar kazandıracak şampiyon bir at gibi koşmuştu. Beş dakika önceki son koşusu da takımını Arjantin önünde beraberliğe taşıyan penaltıyla noktalanmıştı.

Senenin başında İngiltere formasını giyen en genç oyuncu olduğunda 18. yaşını henüz doldurmuştu. Fransa’da düzenlenen kupa öncesinde oynanan hazırlık maçlarının birinde, ‘Üç Aslan’ın gelmiş geçmiş en genç golcüsü olacaktı. Yine de futbol, özellikle de milli takım söz konusu olduğunda gözlerine gelenekçi bir perde inen İngilizleri ikna edememişti. Beyaz formalar sahaya çıktığında ileri uçta kaptan Alan Shearer ve kadim yardımcısı Teddy Sheringham’ı görmekten herkes memnundu.

Grubun ilk iki maçına yedek kulübesinde başlayan Owen, kaybedilen Romanya maçında eline geçen 18 dakikalık fırsatı iyi kullanmıştı. Turnuva öncesinde Owen’ın ‘doğal bir golcü olmadığını’ söyleyen Glenn Hoddle, kaderini belirleyecek Kolombiya maçında ona sarılacaktı. 23 yaşındaki David Beckham da ilk kez 11’de yer buluyordu.

Hoddle bununla da yetinmedi. Arjantin karşısında 3-5-2’den vazgeçti ve oyun planını Owen ve Beckham’ın üzerine kurdu. Mürettebatındaki en yetenekli iki genci seçmiş ve Manş’ın karşı yakasında onları bekleyen önyargılar denizinde boğulmamayı dilemişti.

Owen’a rakip stoperler Chamot ve Ayala’nın zayıflıklarından bahsedilmiş ama o, bunu pek de umursar gözükmemişti. Gezegendeki en süratli şey olduğunun farkındaydı; bunu ispatlamak, Ada futbolunda ‘yeni cüret çağını’ açmak için bir şans istiyordu sadece. Beckham’ın pasını şık bir kontrolle önüne aldı, koşusuna devam etti, iki Arjantin stoperinin çaresiz bakışları arasında kusursuz bir köşegeni kat ederek ceza sahasına indi ve topu üst köşeye sapladı.

3

Liverpool’a döndüğünde koşmaya, koşturulmaya devam etti. Cumartesi Filbert Street’te, perşembe Mestalla’da, pazar yeniden Anfield Road’da attığı deparlar, takımının şampiyonluk iddiasına ilham veriyordu. Kaçınılmaz son Nisan ayında bir Leeds deplasmanında geldi ve Owen kariyerinin ilk ciddi sakatlığını geçirdi. Henüz 19 yaşındaydı. Beş ay sonra yeniden sahaya çıktığında, eskisinden bir adım yavaş olduğu fark edilebiliyordu. Kafa vurmayı öğrenerek, sol ayağını geliştirerek kendinden yeni bir golcü yarattı – 2001’de Avrupa’nın en iyisi seçilecek bir golcü. Liverpool’a armağan ettiği üçlemenin karşılığını, 22 yıl sonra Ballon d’Or kazanan ilk İngiliz olarak almıştı.

Gelgelelim, Michael Owen’ın cesur koşusuyla başlayan yeni çağın poster çocuğu David Beckham olacaktı. İngiltere yıllar sonra futbolda kıtanın en hızlısına ve en iyisine sahip olmuştu ancak meşhur ‘tabloid basını’ yeşil sahalardan tüketilebilir bir pop ikonu devşirme derdindeydi. Anfield’da içine doğduğu ‘Spice Boys’ kültürünün tam aksinde duran Owen, elbette bu isim olmaya aday bile değildi. Basit zevkleri olan genç bir adamdı yalnızca. (Ondan beklendiği gibi ilkokul aşkıyla evlendi, dört çocukları oldu ve tüm o sıkıcı İngiliz sporlarını yapıp çiftliğinde at yetiştirebilecekleri bir ev inşa ettiler.) Gerard Houllier ile birlikte kulüpte krem rengi takım elbiseleri dolaba kaldırmış, müzeyi kupalarla doldurmuşlardı. Ama bu da yetmemişti.

2006’da ‘Üç Aslan’ yeni bir Dünya Kupası yolculuğuna adım attığında ileri uçta yine Owen vardı. Geçen zamanda kulüp kariyerinde işler yolunda gitmemişti: 2004 yazında Real Madrid’in transfer teklifini kabul etti ve sadakatsizliğe hoşgörüsü olmayan Kop’u ömrünün sonuna kadar karşısına aldı. Madrid’de Ronaldo ve Raul’un gölgesinde geçen, koşmaya pek fırsat bulamadığı bir yıldan sonra gerisin geri Ada’ya döndü. Artık sıradan bir takımda oynuyordu, sakatlıklar daha sık geliyor, daha kalıcı hasarlar bırakıyordu. Tüm bunlara rağmen Almanya’da yeni bir Dünya Kupası, onu yeni bir başlangıç vaadiyle karşılamıştı. İlk iki maçını kazanan İngiltere, İsveç önüne grup birinciliği için çıkıyordu. Henüz 50. saniyede sol çizginin birkaç metre berisinde bir pas aldı. Topu sol bekine gönderdi ve ön çapraz bağlarını sahada bıraktı.

Bir hikâye biterken diğeri başlıyor. Bu hikâyenin kahramanı, 2004’te yapılan tay satışlarında sakatlığı nedeniyle alıcı bulmakta zorlanan ama iki sene içinde gerçek bir şampiyonun ışıklarını vermeye başlayan bir Arap atı. Kaya ekürisinin 4 yaşlı safkanı Kafkaslı, 2006’da Türkiye atçılığının zirvesine çıktı. Önce Ankara’da, beş gün sonra Bursa’da, dokuz gün sonra Adana’da kazandı.

“Ben Kafkaslı’yı orijini iyi diye aygır yapmak için satın aldım. Haraya götürdüğümde yerinde duramadığını gördüm ve bir koşuya sokup şansımı denemek istedim. O koşuyu beş boy startta kalmasına rağmen uzak ara kazanınca şampiyon olacağını anladım.”

Bursa’daki açık artırmada Kafkaslı’yı -o gün en ucuza alıcı bulan tay olarak- 51 bin liraya satın alan Ramazan Kaya, kardeşi Selim’in bindiği safkandan sekiz yıl içinde sekiz milyon liradan fazla ikramiye kazandı. Birçoklarına göre yenilmez bir şampiyon olabilirdi. Bunun yerine ‘altın yumurtlayan tavuk’ olarak şehir şehir dolaştırıldı, sakat olmasına rağmen koşturuldu. 128 yarış sonunda yorgun ve yıpranmış bir yarış atı olarak jübilesini yaptığında çilesinin bittiğini hissediyor olmalıydı. Ancak kısraklarını onunla çiftleştirebilmek için sıraya giren at sahipleri buna da izin vermeyecekti. 2012’nin Nisan ayında ‘aşım’ sırasında kalp krizi geçirdi ve öldü.

4

Birbirinize Michael Owen’ın kariyerinde neyin ters gittiğini soruyorsunuz. Birçok Liverpool taraftarı, bugün bile, İstanbul’da kupayı kaldıranlar arasında Owen’ın da olduğu bir paralel evreni düşlemekten keyif alıyor. “12 yaşındayken bize katılsaydı en iyilerden biri olabilirdi,” diyor Ferguson birkaç yıl önce yayımlanan otobiyografisinde ve devam ediyor: “1997’de Malezya’da İngiltere’yi temsil eden genç milli takımda bizim de iki oyuncumuz vardı. Wallwork ve Curtis’i turnuvadan döndükleri gibi bir aylığına tatile gönderdim. Owen ise doğrudan Liverpool 11’indeki yerini almıştı – dinlenmesine ve teknik gelişimi için çalışmalar yapmasına izin verilmeden. Bunun o yıllarda ona zarar verdiğini düşünüyorum. Houllier’nin eline geçtiğinde ise artık çoktan kulübün simgelerinden biri haline gelmişti. Onu kenara çekip özel çalışma takvimine tabi tutmak gibi bir şansı yoktu.”

Benim de anlamadığım şeyler var. Yapboza uyduramadığım parçalar, cevaplayamadığım sorular. Anfield’ı terk etme kararı bunlardan biri değil. Real Madrid’de kendisinden çok mu çabuk vazgeçmişti, yoksa dönüşünün sebebi söyleşilerinde değindiği saha dışı sorunlar mıydı? Neden Newcastle United? İsveç maçında neredeyse “Bana bakabilir misiniz?” diye meydan okuyan o menfur sakatlık anından sonra niye sırt üstü yere uzanıp beklemek yerine sürünerek sahayı terk etmeyi seçti? Anlamıyorum; çünkü bunlar 17 yaşında dünyanın zirvesini görmemiş birinin -benim, öfkeli bir Liverpool taraftarının ya da Ferguson’ın- anlayamayacağı şeyler.

İşte baş, işte gövde, işte bacaklar.

5

Bela Tarr yönetmenlik hayatının son filmi olduğunu ilan ettiği 2011 yapımı Torino Atı’nı izleyicisine şu hikâyeyle takdim eder:

“3 Ocak 1889, Torino. Friedrich Nietzsche, Carlo Alberto Caddesi’nde 6 numaralı kapıdan dışarı adımını atar. Az ileride, inatçı atına söz geçirmeye çalışan bir fayton sürücüsü görür. Tüm zorlamalarına rağmen at hareket etmeyi reddediyordur. Bunun üzerine faytoncunun sabrı taşar ve meseleyi çözmek için kırbacını devreye sokar. Nietzsche kalabalığın yanında biter; hıçkırıklar içinde ağlarken ellerini atın boynuna dolar ve bu gaddar sahneye bir son verir. Nietzsche’yi evine götürürler, iki gün boyunca bir divan üzerinde hareketsiz ve sessiz yatar, neden sonra son sözleri dökülür ağzından: ‘Mutter, ich bin dumm!’ (‘Anne, ne aptalım!’) Sükûnet ve delilikle, annesi ve kardeşlerinin himayesi altında on yıl daha yaşar. Ata ne olduğunu ise kimse bilmiyor.”

Socrates Dergi